Behzat Ç.'nin yazarının ilk öykü kitabı Erken Kaybedenler. Buna benzer erkek çocuk hikayelerinden oluşuyor. Bu yazı belki biraz fikir verir diye paylaşayım dedim ve bu kitabı hala okumayanlar varsa bir göz atsınlar.

Ağbim yirmi yaşında bu vatan için şehit oldu. Siz büyük şehirlerin ışıklı bulvarlarında elinizi kolunuzu sallayarak rahatça yürüyebilin diye o gitti Çukurca’da mayına bastı. Ben yedi yaşındaydım o zaman. Cenaze günü çok güzel bir komando üniforması çektiler üstüme, mavi bereli. Ağlarsam teröristlerin sevineceğini söylediler, tuttum kendimi, hiç ağlamadım. Ağbimi taşıyan cemse önümüzden geçerken dimdik durdum, asker selamını çaktım ay yıldızlı tabuta. Herkes bana baktı o an, sanki şehit olan benmişim gibi sarılıp ağlamaya kalkanlar bile oldu. Çok pis sinirim bozuldu bu duruma. “Ağlamayın,” diye bağırdım. Öyle bağırınca bütün kameralar bana döndü, akşam bütün ana haber bültenlerinde ilk haber olarak ben vardım. Ertesi günkü gazeteler: “Şehidin Kardeşinden Asker Selamı” başlığıyla çıktılar. “Teröre asıl darbeyi “Ağlamayın!” diye bağıran bu çocuk vurdu!”

Bir anda meşhur olmuştum. Ama şımarmadım, genç yaşıma rağmen kaldırabildim bu şöhreti. Ağbimi çok sevdiğim halde, acımı içime gömdüm yıllarca, belli etmedim kimseye. Acaba beni unuttular mı diye ana haber bültenlerine telefon açtım bir iki sefer, iki-üç-beş sene geçmesine rağmen hala ağlamadığımı söyledim. Haber merkezinde çalışan adamın biri, “Aferin evladım, böyle devam et,” dedi. Uğur Dündar’ı, Ali Kırca’yı istedim, bağlamadılar. Hiçbiri haber yapmadı ağlamayışımı, bendeki metaneti, beş senedir teröre indirdiğim psikolojik darbeleri görmezden geldiler. Satılmış orospu çocukları.

Sonra olan oldu. Ağbimi öldüren teröristlerden biri üst kata taşındı. Saçı sakalı birbirine karışmıştı, ne de olsa dağda yaşamaya alışmış hayvan. Ne zaman merdivenlerden çıksa kapı deliğinden bakıyordum, kulağımı kapıya yaslayıp ayak seslerini dinliyordum. Geceleri İngiliz anahtarıyla üst kata giden kalorifer borularına vurup ürkütücü seseler çıkartıyordum. En sonunda dayanamadım, bizim dükkana gittim.

“Öldürelim onu baba,” dedim. “Ağbimin öcünü alalım.”

Babam, “Allah’ından bulsun,” dedi.

“Bulmaz. Sen öldürmeyeceksen ben öldüreyim. Türklük şuur ve gururu bunu gerektirir.”

“Otur oturduğun yerde.”

“Silahını ver, ben öldüreceğim. Oniki yaşındayım, çok yatmam çıkarım.”

“Bacaklarını kırarım senin!”

“Hani ağbimin cenazesinde beni de alın komutanım, ben de savaşacağım, diyordun. Hani beni kucağında sallayıp bir oğlum daha var, bu vatan için onu da veririm, diyordun. Şimdi savaş zamanı baba! Hadi! Niye öyle ürkek bakıyorsun? Yoksa sen de her şehit cenazesinden sonra iki gün gaza gelen sahte milliyetçilerden misin?”

Cevap veremedi. Babamla ipleri attım. Anneme gittim. Babamın silahını istedim, vermedi. Ocağa gittim, il başkanıyla görüşmek istediğimi söyledim. Başkan ayakta karşıladı, çok sever beni, her sene yeniledi ilk hediye ettiği komando üniformasını zaten. Hemen bir oralet söyledi. Durumu anlattım.

“Tamam Nurettin,” dedi. “Sen üzülme. Bizim çocuklara söylerim, bir bakıştırırlar. Dediğin gibiyse onu buralarda barındırmayız.”

Başkan sağ olsun hemen dövdürdü teröristi. Apartmana girerken pencereden gördüm, zor yürüyordu, ağzını burnunu eline vermişler. Bir hafta evden çıkamadı. Ama yetmez. Sadece dövmekle olmaz ki. İki hafta bekledim, başka icraat yok, terörist iyileşti, sokaklarda elini kolunu sallayarak gezmeye başladı. Tekrar Ocağa gittim, “Bana verilen sözlerin yerine getirilmesini istiyorum sayın başkanım,” dedim. “Eli kanlı terörist, bebek katili şerefsiz, oturuyor hala üst katımızda.”

Başkan, “Seni anlıyorum Nurettin ama elimizden bir şey gelmez,” dedi.

“Nasıl gelmez?”

“Çocuk öğrenci. Bir eylemi yok.”

“Ne yani, eyleme geçmesini mi bekleyeceğiz?”

“Eyleme geçemez. Bir şey yapamaz merak etme. Gözünü korkuttuk.”

“Neden başkanım neden! Adam teröristse sıkalım kafasına, verin silahı ben sıkayım.”

“Biz silahları gömdük Nurettin. Çatışmaya girmiyoruz artık, eskisi gibi değil işler.”

“Hadi lan oradan sayın başkanım,” dedim. “Daha geçen sene takır takır saydırdınız stadın arkasındaki otopark ihalesi yüzünden.”

Başkanın sinirden eli kolu titredi. Tokat atacakken tuttu kendini.

“Git Nurettin git,” dedi. “Sinirimi bozma benim!”

“Gitmiyorum.”

“Nurettin çık dışarı!”

“Çıkmıyorum başkanım.”

İki üç adam koluma girdi, kapıya kadar ‘sen ne biçim konuşuyorsun lan başkanla,’ diye dan dun giriştiler.

“Ben şehit kardeşiyim şerefsizler,” diye bağırdım. “Hepinizden daha milliyetçiyim.”

Başkan odadan çıktı, beni dövenleri bir kenara çekti.

“Lan ben size dövün mü dedim?” diye sordu.

“Ama başkanım falan,” dediler, başkan dinlemedi, hepsini tokatladı. Hırsını alamadı, bir tanesine tekme attı, başka birinin kafasına da tespihini fırlattı. Dediğim gibi, başkan beni çok sever. Ama siyasi konjonktür nedeniyle elinden bir şey gelmiyordu.

İş başa düşmüştü. Teröristi teknik takibe aldım, kendi imkanlarımla etkisiz hale getirmeye çalışacaktım. İninde vuracaktım onu. Evdeki silahı aradım, annem benim kararlılığımı gördüğünden olsa gerek çok iyi saklamıştı, belki de imha etmişti. Bütün dolapları altüst etmeme rağmen bulamadım. Bu sayede annemin bileziklerini buldum ama. Kuyumcuda bozdurdum hemen. Av malzemeleri satan dükkana gittim, pompalı tüfek alacaktım. Adam satmadı. İzindi, form doldurmaydı, onsekiz yaşını geçmeydi falan, bir ton şey saydı, sinirden beynimden aşağı kaynar sular döküldü, adamla gırtlak gırtlağa geldik, attı beni dükkandan. Madem öyle, bilezikleri geri alayım bari dedim. Aynı paraya geri almadı şerefsiz kuyumcu, bir tanesini eksik verdi. Akşam o sinirle eve dönerken yerden büyükçe bir taş aldım, salladım teröristin penceresine, tam isabet, şangır şungur indi cam. Karşı apartmanın bahçe duvarına mevzilendim. Cama çıktı terörist, baktı baktı, içeri girdi.

Bu cam kırma olayı iki üç gün sakinleştirdi beni ama ondan sonra sinirlerim bozuldu. Adamlar ağbimi şehit ediyor, ben sadece camlarını kırabiliyorum. Bu işte müthiş bir adaletsizlik vardı, ağbimin duvardaki resmine bakmaya utanıyordum. Askerdeyken yazdığı ve sonradan yüzlerce kez okuduğum mektupları yeniden okumaya utanıyordum. Başka türlü bir plan geliştirmeliydim.

Bıçaklamaya karar verdim. Komando bıçağımı biledim. Ama tehlikeli olabilirdi bu bıçaklama işi, ya hemen silahını çekerse? Çekerse çeksin ne olacak! Türk’e silah çekmek intihar demektir. Bıçağımı alıp çıktım, kapısının önünden geri döndüm. Kafama iki yumruk attım, ne yapıyordum ben? Biraz mantıklı davranmalıydım, beni keklik gibi avlamasına müsaade etmemeliydim, aynı aileden iki şehit, göbek atarlardı artık. Stratejik bir plan yaptım. Komşu ziyareti süsü verip evine gidecektim, sonra boş bir anından faydalanarak sert bir cisimle kafasına vurup bayıltacaktım, bayılınca da artık boğazını kesiverirdim. Bıçağı arka cebime koyup çıktım. Tam kapısını çalacakken eve döndüm yine, mutfaktan kek alıp bir tabağa koydum, tekrar çıktım, kapıyı çaldım. Karnıma bir ağrı girmişti, kalbim güm güm atıyordu. Heyecanı kaldıramadım, geri kaçtım. Savaş psikolojisi işte. Kapı açıldığında bir kat aşağıdaydım.

‘‘Kim o?’’ dedi bir kız sesi.

Bu kız nereden çıkmıştı?

‘‘Benim,’’ dedim.

‘‘Sen kimsin?’’

‘‘Alt komşunun oğluyum. Annem kek yapmış, getireyim dedim.’’

Merdivenleri çıktım. Tabağı aldı. ‘‘Teşekkür ederiz, çok düşüncelisin,’’ dedi. Hayatımda gördüğüm en güzel kızdı, göğüsleri çıkmıştı, taş gibiydi.

‘‘İçeri gel istersen,’’ dedi. ‘‘Biz de film seyrediyorduk.’’

Biz dediğine göre teröristle aynı saftaydı, çok yazık, hayatımda gördüğüm en yeşil gözlü kızdı ama gözlerinin rengi bir anda silindi gitti. Ne filmi seyrediyorlardı acaba? Ne olacak, örgüt içi eğitim filmidir. Beni de kafalayacaklardı akıllarınca. Yoksa neden içeri davet etsinler.

‘‘Eee?’’ dedi.

‘‘Ne eee?’’

‘‘Geleceksen gel, gelmeyeceksen kapıyı kapatacağım. Akşama kadar böyle durmayacağız herhalde.’’

Girdim.

Terörist içeriden, ‘‘Kim geldi?’’ diye seslendi.

‘‘Alt komşunun oğlu canım!’’

Terörist, ‘‘Merhaba,’’ deyip elini uzattı, pis pis sırıttı. ‘‘Ben Semih’’

Kod adındır, yemezler canım. Ben yedi yaşından beri terörle mücadele ediyorum, neler gördüm geçirdim. Elini sıktım, ‘‘Ben de Nurettin,’’ dedim. Bırakmadım avucumdaki eli, gözlerinin içine baktım, ‘‘Gerçek adım tabii.’’

Güldü. Sevimli görünmeye çalışıyordu.

‘‘Filmin en güzel yerindeydik. Şu bitsin de muhabbet ederiz,’’ dedi. Yerine oturdu, donmuş filmi tekrar canlandırdı. Filme baktım, romantik Fransız sineması, örgütçülükle alakası yok, ben gelince değiştirmişti herhalde.

Güzel kız, ‘‘Ne içersin?’’ diye sordu.

Ortama baktım, bira içiyorlardı.

‘‘Bira,’’ dedim. ‘‘Öyle bakma, daha önce de çok içtim.’’ Kız mutfağa gitti. Semih kod adlı terörist rahat adamdı, bira dediğimde hiç bakmamıştı bile, rahatlığıyla beni kafalayacaktı güya. Camı bile taktırmamıştı.

Daha önce bira içtiğim yalandı tabii, şüphe çekmemek için onlar gibi takılmaya karar vermiştim. Film on beş dakika sonra bitti. Bu arada kız Semih’e sarılmıştı iyice, keyifleri yerindeydi. Teröristlik çok rahat işmiş valla, bir elinde bira, bir elinde hatun, VCD’de film, gününü gün ediyordu şerefsiz. Film bitince terörist keki yedi. Doymadı, kebapçıdan pide söyledi hepimize. Paraları örgüt veriyordu tabii, ondan bonkördü böyle. Bizim komandolar dağda yılan yesin, bunlar her gün pide kebap, bir elleri yağda bir elleri balda. Planımı uygulamak için kızın gitmesini bekliyordum ama bir türlü gitmiyordu. Bir yerlere telefon açtılar, kızın yerine imza atmasını istediler birilerinden. Ne imzası olduğunu anlayamadım. Çok da kurcalamadım, ikisini birden öldürmeye karar verdim. Kız zaten, ‘‘Biz,’’ demişti. Yine de son anda bir duygusallık yapıp ona kıyamayabilirdim, birincisi sahiden çok güzeldi, etrafına yaralı bir kurt gibi bakıyordu, tıpkı Börteçine. Gözler kalbin aynasıysa işim çok zordu. İkincisi tam olarak emin değildim terörist olduğundan, masum vatandaş olma ihtimali vardı. Siyasi görüşlerini sordum.

Güldüler. Teröristiz diyecek halleri yok. Aynı soruyu bana sordular. Ben gülmedim, buz gibi baktım, ‘‘Türk Milliyetçisiyim,’’ dedim. ‘‘Saklayacak bir şeyim yok. Türk’sen övün, değilsen itaat et!’’ Enselerinde soluğumu duymalarının vakti gelmişti. İkisiyle de başa çıkabilirdim. Lakin biradan başım dönmüştü çok pis. Doğru zaman değildi belki de.

‘‘Ben kalkayım artık,’’ dedim.

Semih, ‘‘Yine gel Nurettin,’’ dedi.

‘‘Elbet geleceğim,’’ dedim. ‘‘Bir gece ansızın.’’

Yine güldüler.

Her gün gitmeye başladım üst kata. Bir türlü cesaretimi toplayamıyordum. Bizim Semih’in bir sürü arkadaşı vardı. Bütün gün oturuyorlardı. Muhabbetleri iyiydi. Ben yanlarında olduğum için yapacakları eylemleri konuşamıyorlardı tabii. Bazen bir ikisi mutfağa çekilip fısıldaşıyordu. Hemen yanlarına gidiyordum, susuyorlardı. İki tanesi tam teröristti, resmen Kürt’tüler. Bir de övünüyorlardı bununla. İnsan en azından saklamaya çalışır, ben Kürt olsam kimseye söylemem mesela, kendi içimde halletmeye çalışırım o problemi. Ama bunlarda hiç utanma da yoktu, evin içinde herkesin duyabileceği desibelde Kürtçe konuşup bölücülük yapıyorlardı. Bütün bu tahriklere rağmen günlerce alttan aldım, ‘‘Gelin! Tek bayrak, tek millet, tek yürek olalım,’’ çağrımı yineledim müteaddit kere. Dinlemediler. En sonunda dayanamadım, çektim bu ikisini karşıma, ‘‘Bugün Kızılderililer bile Türk olduklarını kabul ettikten sonra siz kimsiniz de biz başka bir milletiz diye lüzumsuz çıkışlar yapıyorsunuz,’’ dedim. Güldüler. ‘‘Üniter devlet yapısını sarsamazsınız lan,’’ diye bağırdım. ‘‘Yiyorsa bölün’ Kolay değil öyle o işler!’’

‘‘Tam faşoymuş bu,’’ dedi Kürdün biri. ‘‘Küçük Faşo,’’ dedi öbürü. O günden sonra adım öyle kaldı, Küçük Faşo aşağı Küçük Faşo yukarı. Kendilerine taktıkları gibi bana da bir kod adı takmışlardı.

Kürtlerin ana dillerinde bölücülük yaptıkları bir gündü yine. Sinirim tepeme vurmuştu. Onlar gittikten sonra evin içinde sert bir cisim aramaya başladım. Bu sefer kesin öldürecektim Semih’i, hazır kız arkadaşı da yoktu, yalnız kalmıştık, aylardır beklediğim fırsat ayağıma gelmişti. Arka odada bir ütü buldum. Semih, Mali Tablo Analizi isimli saçma bir dersin fotokopi notlarını okumakla meşguldü, vize haftasıymış. Arkasından sessiz adımlarla yaklaştım, kafasına indirecektim dan diye, görecekti esas tabloyu, şanlı Türk’ün analizini. Tam vuracakken döndü. Çakal! Arkasında da gözü vardı sanki, o kadar gerilla eğitimi almış tabii, kolay lokma değil.

‘‘Ne yapıyorsun o ütüyle?’’ diye sordu.

‘‘Hiç,’’ dedim, bıraktım ütüyü. Birden, ‘‘Bana doğruyu söyle,’’ dedim. ‘‘Terörist misin?’’

Güldü yine.

‘‘Gülmeyi bırak, bir sefer de adam gibi cevap ver, iki dakika delikanlı ol, rengini belli et. Teröristsen teröristim kardeşim de.’’

‘‘Değilim.’’

‘‘Kürt arkadaşların var ama.’’

‘‘Evet var, ne olacak?’’

‘‘Şerefsiz,’’ dedim.

Ayağa kalktı, ‘‘Ne diyorsun lan sen!’’

Yakasına yapıştım.

‘‘Benim ağbim sizin yüzünüzden öldü lan,’’ dedim. ‘‘Siz öldürdünüz onu!’’

‘‘Ben kimseyi öldürmedim.’’

‘‘Ağbim senin yaşındayken öldü. Bir ay vardı terhisine. Cenazesini bile göstermediler, paramparça olmuş.’’

‘‘Bilmiyordum Nurettin. Çok üzüldüm.’’

Sustuk on dakika.

‘‘Sen kimden yanasın,’’ dedim.

‘‘Ben barıştan yanayım.’’

Beynimden aşağı kaynar sular döküldü. ‘‘Siktir lan ne barışı,’’ diye bağırdım. ‘‘Ağbimin katilleriyle mi barışacağım! Kafama sıkarım daha iyi!’’

‘‘Bu savaşın sonu yok ama.’’

‘‘Olmasın! Sana ne! Senin keyfin yerinde tabii. Millet dağda savaşsın sen burada otur! Tembel herif! Vize haftası gelene kadar ders bile çalışmadın. Kız arkadaşın var, sarılıp yatıyorsun, günde kırk sefer öpüyorsun, kapıyı açmaya bile onu gönderiyorsun. Geceleri yurttan kaçıyor, senin yanında kalıyor, arkadaşları imza atıyor yerine. Yurt müdürünü aradım, şikayet ettim zaten.’’

Yakamdan tuttu.

‘‘Sen miydin lan o ihbarı yapan. Vay adi şerefsiz! Siktir git!’’

Vileda sapını kavradım.

‘‘Öldüreceğim lan seni!’’ diye bağırdım. ‘‘Ölü olarak ele geçireceğim lan seni!’’

Sapı çekti aldı elimden, bir yumruk oturttu çeneme. Bıçağı o gün yanıma almamıştım, lanet ettim, çıktım gittim. Eve indim hırsla, sinirden titriyordum. Anneme, ‘‘Çabuk silahı ver,’’ dedim. Vermedi. Bir bardak fırlattım kafasının üstünden, duvarda kırıldı. Başörtüsünün ucuyla ağzını kapatıp ağlamaya başladı. Üstüne yürüdüm.

‘‘Sen söyledin bana! Üst kata ne idüğü belirsiz biri taşındı, kesin teröristtir dedin.’’

‘‘Ne bileyim evladım, saçlı sakallı görünce öyle zannettim. Bana da komşular söyledi zaten. Ne bileyim, öğrenciymiş çocuk.’’

‘‘Öğrenci möğrenci fark etmez, etkisiz hale getireceğim onu, çabuk silahı ver.’’

‘‘Vermem.’’

‘‘Sen ne biçim şehit annesisin! Ağbimin cenazesinde de ayıldın bayıldın zaten, senin yüzünden teröristler bayram etti. Yazıklar olsun sana!’’

Annemle de ipleri attım. Gittim sahilde oturdum gün ağarana kadar, dalgalara baktım. Çırpınırdı Karadeniz’i söyledim. Gerçi deniz Marmara’ydı ama mühim olan duyguya girebilmekti. Gözlerim doldu, neredeyse beş sene sonra ilk defa ağlayacaktım. Çevreyi kolaçan ettim, kimse yoktu. Ama yumruğumu dişledim, tuttum kendimi. Teröristler uydu kamerasıyla fotoğrafımı çekerler Allah muhafaza, ondan sonra da ‘bu muydu lan ağlamıyor dediğiniz çocuk’ diye bir karşı propaganda başlatırlar hemen, sen en iyisi ağlama oğlum Nurettin dedim, sık dişini.

Semih’le küsüşünce yaşamın bir anlamı kalmadı. Günler sakız gibi uzamaya başladı. Ne cinayet planları, ne bir ağız dalaşı, ne bir soğuk savaş atmosferi. Yalnızlık berbat bir şey, Kürtleri bile özlemiştim neredeyse. Dayanamadım, gittim kapısını çaldım. Öyle baktım boş boş. Sarıldı bana.

‘‘Özlemişim lan seni,’’ dedi. ‘‘Küçük Faşo, gir içeri.’’

İşte böyle barıştık, bir şey diyemedim girdim içeri, şeytan tüyü vardı şerefsizde. Biralarla, Avrupa sinemasıyla, geniş arkadaş çevresiyle, fıstık gibi kız arkadaşıyla kandırmıştı beni. Bu ne biçim memleketti böyle, muhabbet edecek tek arkadaşım vardı, o da teröristin biriydi.

Bir gün mutfakta makarna yapıyordum. Evde dünyanın adamı vardı. Ortama lüzumsuz bir ciddiyet çökmüştü. İki saattir, ‘‘Yapalım mı yapmayalım mı?’’ tartışması vardı.

Semih, ‘‘Bu ufacık yerde ne yapabiliriz ki?’’ dedi. ‘‘Kimse gelmez.’’

Makarnayı süzerken, ‘‘Yaparız,’’ diye seslendim içeri. ‘‘Merak etmeyin.’’

Kürtler, ‘‘Şu küçük Faşo kadar olamadın,’’ dediler Semih’e. Semih sinirlendi, ‘‘Tamam lan yapalım,’’ dedi. ‘‘Ama demedi demeyin.’’

Yaparız diye atlamıştım ama ne olduğunu bilmiyordum. Salona girip ‘‘Ne yapıyoruz?’’ diye sordum.

‘‘6 Kasım.’’

‘‘6 Kasım ne?’’

Yine güldüler. Alışmıştım artık bana gülmelerine, ben de güldüm. 6 Kasım’da Semih’in yanına gittim.

‘‘Ne yapıyoruz Semih,’’ dedim.

‘‘Eylem. Sen otur evde.’’

‘‘Hayır, ben de geleceğim.’’

‘‘Otur.’’

‘‘Ne eylemi?’’

‘‘Teröristlerin eylemi.’’

‘‘Çocuk mu kandırıyorsun, öğrenci onlar. İkisinin arasında fark var.’’

‘‘Baştan öyle demiyordun.’’

‘‘Olabilir.’’

‘‘Sen milliyetçi değil misin?’’

‘‘Hiç kuşkun olmasın,’’ dedim. ‘‘Özbeöz Türküm ve şanlı milletimin milliyetçisiyim.’’

‘‘Gelme o zaman.’’

‘‘Türklük şuur ve gururun bunu gerektirir Nurettin.’’

‘‘Geleceğim.’’

‘‘Neden?’’

‘‘Gelirim kardeşim, Allah Allah. Benim de arkadaş çevrem sonuçta, hepsini tanıyorum elemanların. Ayrıca siz çocukları ön saflarda kullanmaya bayılırsınız zaten.’’

Gittik. Şehrimizdeki ilk YÖK karşıtı eylem. 26 öğrenci, iki Kürt, bir Türk milliyetçisi, altmış çevik kuvvet polisi, yirmi özel güvenlik görevlisi ve her an müdahale etmeye hazır takviye esnaf kuvvetlerinin katılımıyla gerçekleşti. Polisler grubu çembere alıp ellerindeki biber gazlarını sıkmaya başlayınca herkesin gözleri doldu.

Öne çıktım, ‘‘Göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok,’’ dedim. ‘‘Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar.’’

Polisin biri copunu kaldırdı. Hem de bana! Müthiş sinirim bozuldu, ‘‘O copu alırım bir tarafına sokarım bak,’’ diye bağırdım. ‘‘Ben şehit kardeşiyim! Sen kimsin lan bana cop kaldırıyorsun!’’ Polis afalladı bir an, copla birlikte donup kaldı. Arkasından iki üç polis daha geldi, konuşmaya fırsat vermeden vurmaya başladılar. Hangi birine dert anlatacaksın. Semih kolumdan çekip üstüme kapandı, dayağın çoğunu o yedi. Dayağı yedikten sonra amcamın oğluna şikayet ettim bizim üstümüzde bizzat çalışanları. Çevik Kuvvet memuru olan amcamın oğlu tanımaya çalışır gibi baktı bana, tanıyınca da, ‘‘Senin burada ne işin var Nurettin?’’ diye sordu.

‘‘Hiç. Arkadaşlara bakmaya geldim. Babama söylemezsen sevinirim.’’

Öğrencilerin hepsini topladılar, beni bıraktılar.

Babam akşama eve girer girmez iki tokat attı bana. Beş sene sonra ilk defa el kaldırıyordu, amcamın oğlu anlatmış meseleyi. Babam ağbimin duvardaki resmine bakıp ağlamaya başladı, ‘‘Bundan sonra üst kata çıkarsan hakkımı helal etmem sana,’’ dedi. ‘‘Bizi düşünmüyorsan onu düşün.’’

Gene yapayalnız kaldım. On beş gün dayanabildim, sonra babam dükkandayken çıktım yine üst kata. Semih eşyalarını topluyordu, her tarafta koliler vardı. ‘‘Ne oluyor,’’ dedim. Okuldan uzaklaştırma vermişler altı ay. Boşa kira ödememek için memleketine dönüyormuş. Seneye gelecekmiş.

‘‘Bu eşyalar niye ortalıkta, götürmeyecek misin?’’

‘‘Taşıyamam. Arkadaşlara dağıtacağım eşyaları. Sen de bak, istediğini al. Filmleri sana bırakayım istersen.’’

‘‘Yok,’’ dedim. ‘‘Seyrettim zaten hepsini.’’ Kolinin birinde ütüyü gördüm, ‘‘Şu ütüyü versene bana,’’ dedim.

Ütüyü aldım. Arkasından yaklaştım. Döndü.

‘‘O ütüyle ne yapacaksın?’’ diye sordu.

‘‘Hiç,’’ dedim.

Gözlerim dolmuştu, kendimi daha fazla tutamadım.

‘‘Dönünce ara,’’ dedim. ‘‘Emlakçı tanıdıklar var, her türlü yardımcı oluruz.’’

Bana uzun uzun baktı. Omuzlarımdan sarstı.

‘‘Ne oldu Nurettin? Sen böyle duygusal bir tip değildin’’

‘‘Değildim ama işte bu durum şimdi çok üzdü beni. Sen gidince canım çok sıkılacak. Yine yalnız kurt gibi kalacağım ortalıkta. Günler yüzüme tükürecek.’’

Kendimi tutamıyordum bir türlü. Sıkıca sarıldı bana, ‘‘Ağla o zaman,’’ dedi. ‘‘Açılırsın.’’

‘‘Peki, ben ağlarsam Semih,’’ dedim. ‘‘Sana bunları yapanlar sevinmez mi?’’

‘‘Boş ver onları kardeşim,’’ dedi. ‘‘Kimin umurunda ki…’’


( Emrah Serbes - Erken Kaybedenler, sayfa 89-101, İletişim Yayınları)

Kaynak: https://www.facebook.com/note.php?note_id=10150103676108382&id=679265821
dahası...


Dut gerçekten bu oyundan anlıyordu ya da benim hala devam eden kafa karışıklığım ve alkol sersemliğimden dolayı 6-2 yenilmiştim. Oyun yenilgilerine alışığım, hiç bir zaman koymaz ancak Dut’un çenesi durmak bilmiyordu. Karşımda on dakika boyunca durumun dalgasını geçti, şen kahkahasını da ihmal etmiyordu.

“Oynamasını biliyordun hani?”
“Dut tamam, yendin, tebrik ettim, tavlayı koltuğumun altına bile aldım. Bu ne zafer sarhoşluğu? Daha önce kimseyi yenememiştin herhalde.”
“Hoop orada dur bakalım. Şimdiye kadar bu oyunda bileğimi büken olmadı. Yenilince çamura yatma! Rövanş?”
“Yok ben almayayım. Kalksak mı artık?”
“Saat kaç?”
“Üç olmuş.”
“Tamam hadi kalkalım.”
Para çıkarmak için elimi cüzdanıma attım ama yerinde yoktu: “Cüzdanım yok!”
“Haa dur, bende. Dün düşünce elindeydi, onu da düşürdün.” Çantasını açtı. Tipik bir kız çantasından beklendiği gibi cüzdanı bulmak için epey zaman harcadı. “Buyur.”
“Teşekkür ederim. Aa!”
“Ne oldu?”
“Ben dün tüm paramı harcamışım. Burada bankomat geçiyor mu? Ya da sende beş lira varsa borcum olsun. Dün gecenin borcunu ayrıca ödeyeceğim.”
“Ne borcu? Saçmalama!” dedikten sonra çantasını toparladı, hırkasını da eline alarak ayağa kalktı. “e hadi çıkmıyor muyuz?”
“Çıkalım da, hesap?”
“Burası bizim mekan. Bir ara çalışıyordum burada. O yüzden bana sınırsız çay ve tost kredisi var ve tabii ki misafirlerime.” Evde top oynarken annesinin vazosunu kırmış pişkin çocuk gibi gözlerini yumup gülümsedi.

Ben hırkamı giyerken o da şen bir şekilde ihtiyarın yanına gitti. Cüzdanıma son bir kere daha baktım. Aslında eksik bir şey ummuyordum ama yine de bir kontrol ettim. Kimlik, ehliyet, pin-puk kodlarımın olduğu kart, ego kartım, bir çoğu gereksiz ve artık ihtiyacım olmayan kartvizitlerim, arkadaşlardan alınmış vesikalık fotoğraflar, ne zaman oraya koyduğumu hatırlamadığım prezervatif. Muhtemelen süresi bile dolmuştur ama her Türk genci gibi belalardan koruyan muska edasıyla sürekli yanımda gezdiririm kullanmasam da. Bu düşüncelerimi Dut böldü.

“E hadi!”
“Geldim geldim.”
“Hoşçakal Halil Amca, şu göbeği de erit! Ya da kalsın be, böyle daha güzel.” diyerek ihtiyarın göbeğine iki şaplak attı.
“Ne tarafa?”
“Kızılay’a doğru, sen?”
“Ben de. Oradan otobüse binerim.”
“Nerede oturuyorsun?”
“Ümitköy.”
“Oo ense kalın herhalde. Okuyor musun peki?”
“Evet, Bilkent’te güzel sanatlar.
“Tamam işte ense kalınmış. Senin SSK’da ne işin var? Bilkentli insan Arjantin’e gider, 7. Cadde’ye gider, Park Caddesi’ne gider.”
“Yok canım ne kalını, hem severim ben SSK’yı, Pilli Be..”
“Parkın içinden yürüyelim mi?” dedi lafımı tamamlamamı beklemeden. “acelen yok değil mi?”
“Olur, acelem yok.”

Acaba sorduğu soruları gerçekten merak ederek mi soruyordu yoksa sadece sessiz kalmamak için miydi? Çünkü genelde lafımı kesiyor ve hiç bir şey sormamış gibi başka bir muhabbete geçiyordu. Bu soruların cevaplarını düşünürken tekrar koluma girdi. Kafeye gelirken girdiğinde de sersemlemiştim, şimdi de. Elimi nereye koyacağımı bilemediğimden hırkamın cebinden çıkarmadım. Sürekli gülümsüyordu. Böyle güzel gülümsemem olsa muhtemelen ben de sürekli gülerdim. Kurtuluş Parkı’nı neredeyse hiç konuşmadan geçtik. Çocuğunu gezdirmeye çıkaran aileleri izledim, ortadaki havuzun kenarlarına konan güvercinleri.

“Otobüsün nereden kalkıyor?”
“Meşrutiyet’ten, marketin önünden.”
“Haa tamam, benim de yolumun üstü, Karanfil’den geçeriz.”
“Olur. Dün gece horladım mı ben?”
Güldü: “yok, ara ara biraz horladın ama ben de sarhoş olunca horlarım o kadar, sorun değil yani.”

Göz açıp kapayana kadar Selanik Caddesi’nin başına gelmiştik. Meşrutiyet Caddesi’ne doğru yürüyüp Yüksel Caddesi’ne yöneldik. Her zamanki gibi eylem vardı. Kurulan standlar, dağıtılan bildiriler, bir avuç eylemci ve orantısız güç için mevzilenmiş tabur tabur polisler. Ankara’nın bütünlüğünü sağlayan görüntü de buydu. Karanfil Sokak’taki çakma ayakkabı, küçük, çerçeveli resim, çeşitli şekillerdeki kapak açacağı anahtarlık, oyuncak, incik boncuk, poster sergilerinin arasından geçerek otobüs durağına vardık.

“Otobüs buradan kalkıyor, bana müsade.”
“Müsade sizin bayım.”
“Ben sana tekrar nasıl ulaşırım? Telefonun var mı? Ne bileyim Facebook falan?”
“Yok, kullanmıyorum hiç birini.”
“Cidden mi? Hadi ya! Nasıl ulaşacağım ben sana?”
“Tabii ki dalga geçiyorum. Bu devirde o saydıkların yoksa kız bile vermiyorlar. İş başvurularında bile internet alemindeki tüm profillerinin linklerini istiyorlar.”

Facebook ve numara alışverişinin ardından vedalaşmak için elimi uzattım ama ne yapmaya çalıştığımı anlamamış gibi yüzüme baktı, sonrasında boynuma sarılarak iki yanağımdan öptü. Elim havada kaldı. Karşıdan görünen otobüsle beraber Dut kaldırımın ortasından insan seline doğru yürümeye başladı. Telaşsız bir acelelikle gözden kayboldu, ben de cüzdanımdan EGO kartımı çıkarark bastıktan sonra arkalara doğru ilerlemeye devam ettim. Sol arkada kaloriferin hemen ardındaki boş koltuğa bıraktım kendimi. Ayaklarımı kalorifere, başımı da cama dayayarak hareket etmeyi bekledim.

Kafam hala yerine gelmemiş sanırım, uyuyakaldığımdan ineceğim durağı iki durak geçmişim. İçimden söylenerek düğmeye bastım. Otobüsten, tüm vücut sıcaklığımı koltukta, alnımdaki yağları da camda bırakarak inmiştim. Benzinliğin orada bile insem yürüyecekken yolu hepten uzatmıştım. Uyuduğumdan mı yoksa güneşin gittikçe etkisini kaybetmesinden mi bilmem, üşüdüm. Adımlarımı biraz daha sıklaştırarak evin yanındaki parka vardım. Sitenin duvarından atlarken neden oraya kapı yapılmadığını 7437. kez düşündüm.

Apartman kapısına doğru yürürken Süheyla Teyze’yi gördüm, güllerle ilgileniyordu. Sitede sadece bizim apartmanın önü gül bahçesi gibiydi. Son cemrenin de toprağa düşmesiyle güller tomurcuklanmaya başlamıştı ve Süheyla Teyze her zamanki gibi yavrularını saran yabancı otları temizliyor, solmaya yüz tutmuş yaprakları yenilerine yer açmak amacıyla dallarından ayırıyordu.

“Merhaba Süheyla Teyze, kolay gelsin.”
“Sağolasın yavrum.”

İki yıldır bu evde yaşıyorum ve iki yıldır evcil hayvan özlemi çekmiyorum. Kapının önündeki yığılmış ayakkabılar ve sokağa kadar taşan sigara dumanı karşıladı her zamanki gibi. İçerideki bağırışmalara bakılırsa mesaiye başlamış olmalılar diye düşünüp kafamı mutfağa çevirdim. Şaşırmadım. Bulaşıklar hala yığılı bir şekilde duruyordu. Salonda bir ayağı kırık, oynamasın diye altına kasa konulmuş koltukta, göğsünde bilgisayarı ile sürekli bağıran kişi Ali’ydi. Görmemişti sanırım geldiğimi. Soluma yöneldim, banyoya girip yüzümü yıkamam gerekiyordu, yoksa tekrar uyurdum. İyi, yüzümdeki yara çok derin değildi, bir kaç güne kadar geçerdi. Yandaki odaya uzattım başımı, orada da Samet gömülmüş bilgisayara, o da görmedi beni. Beslediğim iki yarı evcil canavar da yemi suyu verilmiş şekilde oyunlarına dalmıştı. Arada bir bağırmalarının haricinde zararsızlardı.

“Şeytanınız bol olsun.”
“Eyvallah kanka! Dün aradık o kadar, neredeydin?”
“Arkadaşa gittim.”
“Kimmiş o arkadaş?”
“Tanımazsın.”
“Kanka çok ayıp ettin kıza.”
“Ya bi de Pelin’i bana savunma Allah aşkına!”
“Kız, arkadaşım olarak görüyorum diyor işte, ne diye üsteliyorsun. Zaten tek kız ortamımız onun arkadaşları.”
“Haa paşamızın kız ortamı bozulmasın diye bizi bozmaktan geri durmuyor, iyiymiş.”
“Öyle değil kanka, vermeyecek işte, ne diye zorluyorsun. Diğerlerine yönelirsin.”
“Zaten ben de etinden sütünden faydalanmak için açılmıştım ona.”
“Olsun kanka, o göğüslerden ne süt gelir.” diyerek ergen gibi çıkan sesiyle kahkaha attı.
“Sen oyununa bak. Kesecekler şimdi sonra yine duvar yumruklamaya başlayacaksın. Bu gece de Necmi Abi gelirse kapıya, sen ilgilenirsin.”
“Benim aram iyi oğlum Necmi Abi’yle. Ben alırım onun sinirini.”
“Oğlum arada bir şu oyundan kafanı kaldır da okuluna, dersine bak. Vizeler gelecek önümüzdeki ay, hala koltuk tepesinde tünüyorsun.”
“Yaz okulunda hallederiz kanka! Hem bırakacağım oyunu zaten bu hafta, ders çalışacağım. Yoksa babam çükümden asacak tavana artık.”
“Bu kaçıncı tövbe? Neyse bana ne. Bulaşıkları ne ara halledeceksin?”
“Birazdan halledeceğim. Kanka sigaran var mı?”
“Al!”
“Eyvallah kanka, büyüksün.”
“Kola var mı evde?”
“Bilmem ki, bak bakalım dolaba. Ben çıkmadım iki gündür dışarı.”

Bir kere de sigarayı alıp ikram etse, o gün olduğum yere bayılırım herhalde. Otlakçılığı canıma tak ettiği için iki ay sigara bırakmışlığım var. Önceleri çok iyi anlaşırdık hatta yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi ama işte arkadaşlık ile ev arkadaşlığı çok farklıymış. Hayret! Dolapta kola var. Hem de hiç açılmamış. Sanırım Samet’in olmalıydı.

“Sameeet! Kola senin mi?”
“Eveeet!”
“Bir bardak alıyorum.”
“Al.”

Ev işlerinin paylaşımı konusunda tartışma yaşadığımızdan beri mutfağı ayırdık. Muhabbeti ise sadece buna benzer gereksiz nezaket gösterilerinde kuruyoruz. Şanslıyım ki temiz bardak da buldum. Kolayı doldurup odama geçtim. Bilgisayarın kapağını kaldırıp bastım düğmesine. Sıradan bir window işletim sistemli bilgisayar gibi açılması zaman alıyordu. Bu zamanı üstüme çamaşır suyu lekesi olan bir tişört ve erkek yurtlarının resmi yatış üniformasını tamamlayan gri, pazar malı eşofmanımı kıçıma geçirmekle harcadım. İlk işim Facebook’a girip Dut’u bulmak olacaktı. Bizimkilerin oyun oynarken internete abanmaları neticesinde sayfalar geç doluyordu. Bir de memleketin internet kalitesini göz önünde bulundurunca siteyi açmak bile vakit alıyordu. Ya da ben sabırsızdım. Hah Ak Dut. Zaten sadece bir tane profil var. Mantıklı. Kim neden ismini Ak Dut yapsın ki? “Add as a Friend” tamamdır! Nedendir bilmem ingilizceyi söktüğümden beri Facebook’u ingilizce kullanıyorum. Daha hiç pirim yaptığını görmedim. Hiç kimse “aa bak Facebook’u ingilizce kullanıyormuş, ne kadar cool değil mi?” demedi. Ben de ona rağmen bazen sözlüğe bakmak zorunda kalmak pahasına ingilizce kullanmaya devam ettim. Yapılması gerekenleri de yaptığımıza göre dünün yorgunluğunu atmak üzre bir süre uzanabilirdim.

Koladaki son yudum, sigaradaki son fırt aynı ana denk gelmişti. Zaten millet olarak ayran ve köfteyi de o şekilde denk getirebiliyoruz. Sanırım genlerimizde var. Yorgunluğa daha fazla dayanamadım. Bilgisayar başında saati 18:27 yapmıştım ve artık gözlerim kapanıyordu. Bilgisayarı açık vaziyette komidine koyup yatağıma doğru yol aldım. Yarım saat sonra kapanmaya ayarladıktan sonra dinlendirici bir müzik açtım bilgisayardan ve gözlerimi yumdum. Aklıma tüm gün yaptıklarım, dün geceden kare kare görüntüler ve Dut geldi. Gülümsedim, müziğin dinginliğine kaptırarak kısa süre içerisinde uyuyakalmışım.
dahası...


Oof başım. Bu koku. Yeni yıkanmış nevresim kokusu. Epeydir bu kokuyu almıyordum. Öğrenci evinde kalmanın dezavantajları. Bulutlar. Bulutların üstünde mi uyumuşum tüm gece? Ne kadar güzel bir nevresim bu. Odaya sızan güneşin açısı görmemi engellemeye yetecek eğimde geliyor gözüme. Açamıyorum. Ağzım kurumuş. Yanımdaki çıplak sırt kime ait? Sen? Hayır, hatırlayamıyorum. Kızıl kısa saçlarının bittiği yer. Ne kadar da güzel bir boynu var. Peki neden yanımda? Neden çıplak? Daha doğrusu ben neden onun yanındayım? Burası neresi? Su içmeliyim. Benim kıyafetlerim nerede?

Yatağın iki tarafı da duvara dayalıydı, küçük bir oda ama daraltmıyor. Ayak ucundan kalktım yatağın. İşte telefonum, komidindeki ruj, parfüm, oje ve diğer kişisel bakım kremlerinin yanında duruyor. 7 cevapsız arama! 3 de mesaj var. Hiç okuyacak halde değilim. Gardrobun kapağı yarı açık, kapağın üzerinde de kıyafetler gelişi güzel şekilde duruyorlar. Hemen hepsi pastel renklerde. Hah işte pantolonum! Gömleğim de yerde.

Yerdeki kıyafet ve kitap yığınlarının üzerinden adımlayarak geçtim. Yeraltı Edebiyatı’ndan bir kaç kitap gözüme çarptı, çok üstünde durmadım. Ev hiç tanıdık gelmiyordu. Oda, geniş bir salona açılıyordu. Dört kapısı var salonun. Biri balkon, o kesin. Bu kapıdan ben çıktım. Sanırım şu kapı diğer odaya açılıyor olmalı. Çıkış kapısı bu olduğuna göre banyo bu taraftadır. Banyo salon ve diğer odaya kıyasla oldukça temiz. Temizlik ve bakım ürünlerine bakılırsa tam bir kız evi. İyi de ben neden buradayım? Şu anda sorgulamanın sırası değil. Yüzümü yıkayıp kana kana su içtim. Şu su da alkol gibi oturuşta litrelerce içilebilse sanırım alkolü bırakırdım. Aynadaki yansımamı tanıyamadım, yüzümdeki o çizik de neyin nesi? Başım hala ağrıyor.

"Günaydın."
"Günaydın." yansımasını aynadan görmüştüm. Dönüp soran bakışlarla ona baktım.
"Çok acıyor mu?"
"Hayır. Aslında bilmiyorum, hatırlamıyorum. Ne oldu? Neredeyim ben?"
"Kahve?" dedi, sorumu duymamışçasına.
"Sade."

Mutfağa gidip ısıtıcıya suyu koydu, düğmesine bastıktan sonra sigarasını yaktı. Belini tezgaha dayayarak sigarasından derin bir nefes daha çekti, düşmek üzere olan küllerini avucuna silkip gözlerini tavana dikti. Baktığı yöne baktığımda gördüğüm sadece içinde birkaç sinek ölüsü bulunan lamba kapağıydı. Mutfakta hiç pencere olmadığı için gündüz olmasına rağmen ışık açıktı. Sandalyelerden birine oturup tam konuşmaya tekrar başlayacaktım ki kaynama sesinin ardından gelen "tık" sesi suyun kahve içmeye hazır hale geldiğini haber veriyordu.

"Sade demiştin değil mi?"
"Evet."
"Nasıl içiyorsunuz zehir gibi kahveleri? Boşuna mı kahve kreması üretiyor insanlar?"
"Bilmem. Krema ve şeker kattığında kahvenin bir tadı kalmıyor ki."
"Hah! Çok bilmiş."
"..."

Son cümlesinin ardından gülümsedi. Sanırım o da sabahları huysuz olanlardan. Uyandığından beri ilk kez gülümsedi. Sol yanağında gamzesi vardı, çok hoş. Sigarasını muslukta söndürüp, elindeki külleri de yıkadıktan sonra kahveleri doldurdu. Diğer sandalyeyi ters çevirip bacaklarını iki yana atarak karşıma oturdu.

"Sigaran var mı?"
"İçeride."
"İçeride nerede?"
"Bekle getireyim." demesinden kısa bir süre sonra sigarayı alıp geldi. Parmak uçlarında koşar adım gidip gelmesi ya gerçekten çok hızlıydı ya da ben artık tümden zaman kavramını yitirmiştim. Sigarayı uzattı, kendisine de bir tane alarak.
"Ateş?"
"Sen de çok masraflı çıktın."
"Adın ne senin?"
"Ne yapacaksın? Facebook’a mı ekleyeceksin?"
"Yok ondan değil, adını bilmiyorum."
"Dut de sen bana."
"Dut mu? Bildiğimin şu meyve olan?"
"Evet, beğenemedin mi? Hemen hemen tüm arkadaşlarım bana Dut der."
"İlginçmiş. Nereden geliyor peki Dut ismi?"
"O uzun hikaye, sonra. Sana ne derler peki?"
"Benim hiç lakabım olmadı. Emre ben."
"Memnun oldum hiç lakabı olmayan Emre Bey."
"Ben de Dut Hanım."
"Üstümü giyineyim de çıkarız."
"Nereye?"
"Kahvaltıya tabii ki."
"Benim işim vardı."
"Bugün pazar!"

Sesinde resmen hükmeden bir ton vardı, karşı koyamadım. Aslında koymak da istemedim, dün gece neler olup bittiğini öğrenmek istiyordum. Üzerindeki gecelik benzeri kıyafeti gündelik kıyafetler ile değiştirmeye gittiği sırada aklıma telefonum geldi. Hemen çıkarıp önce cevapsız aramalara baktım. 5'i Pelin'den 2'si Ali'den diğeri ise annemden. Mesajların ise ikisi yine Pelin'e ait; "cnm ndn byle yapyrsn.biz ikimz olamyz ztn!!" diğer mesajın da pek bir farkı yoktu; "bn sni hep arkdsm olark cok sevdm lutfn oyle kal :((". Oldum olası böyle mesaj yazan insanlara kin gütmüşümdür. Adam gibi yazsa eline yapışır zaten. Ali'nin mesaj ise; "kanka cok ayip ediyorsn acsana telini!!!" Bi siktir git Ali ya, beni teselli edebilecek son kişi sensin.

Taşlar biraz biraz yerine oturmaya başlamıştı. Dün gece hep beraber içmeye çıkmıştık. "Ben Pelin'e açılmıştım günler önce ve cevabını daha dün vermişti. Ben de o kafayla içkinin dozunu artırınca kendimi kaybetmiş olmalıyım ama Dut? O nereden çıktı ki?" diye düşünürken Dut geldi. "Hazırım ben, hadi çıkalım."

Kadınlardaki süslenmeden önce ve süslenme sonrası arasındaki derin uçurumu sanırım hiç bir zaman anlayamayacağım. Gözü çapaklı hali bile güzelken bu hali nefes kesebilirdi Dut'un. Apartmanın gül desenli demir parmaklıkları olan kapısını farkında olmadan biraz sert bir şekilde çekince ses apartman boşluğunda yankılandı. Mart için güzel bir gün. Üzerimde sadece ince bir hırka olmasına rağmen üşütmüyor. Taksi önerime Dut kati suretle karşı çıkmıştı. Hava bu kadar güzelken neden bir araca binmeliymişiz ki? Haklı.

Abidinpaşa'dan Dikimevi'ne kadar bir solukta vardık. Yürürken koluma girdi. Bu rahatlığı nereden geliyor anlamış değildim. Kendimi sabahtan beri iğfal edilmiş gibi hissediyordum. Bir de buna Dut’un rahatlığı eklenince resmen elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemiyordum. Mülkiye'nin önünden geçerken "bak burası benim okulum" dedi. Onun hakkında öğrendiğim ilk gerçek bilgi bu idi. Adını bilmiyordum ama okulunu biliyordum. Gerçi henüz hayatımdaki ve dün geceki rolü nedir onu da bilmiyordum. Kahvaltı ederken konuşuruz nasılsa diyerek o anın tadını çıkarmaya devam ettim.

Ankara'da bir pazar gününden beklenecek tüm güzellikler vardı. Serin ve güneşli bir gün, tenha trafik, aheste yürüyen insanlar, kafelerdeki telaşsız içilen çaylar ve sohbetler, sıcak simit kokuları... Sanırım alkolün ertesi gün etkileri baş göstermeye başlamıştı. Midem sırtıma yapışmış gibi hissediyordum.

"Kızılay'a mı gidiyoruz?"
"Hayır, şurada bildiğim güzel bir kafe var. Ders aramız uzun olduğunda gider tavla atarız. Tavla oynamayı biliyor musun?"
"Bu da soru mu? Her Türk genci gibi!" Bu cümleme güldü, sanırım güzel hava onun da neşesini yerine getirmişti.
"Tamam geldik, burası. Günaydın Halil Amca!"
"Ne günaydını be kızım! Saat olmuş bir buçuk."
"N'apalım be Halil Amca, dersler sınavlar derken dengemiz alt üst oldu."
"Sen onu ailene yuttur. Sen de hoş geldin delikanlı."
"Hoşbulduk."

Bildiğimiz salaş öğrenci kafesiydi. Sanırım biraz da sol görüşlü bir yer. Duvarda Nazım, Çirkin Kral, Che, Ahmet Kaya posterleri vardı. Yine de iyi ışık alan, ferah bir mekandı. İçi sünger dolu rahat sandalyeler ucuz bordo kumaşlarla kaplanmıştı. Üzerinde altın rengi, ne çiçeği olduğunu bilmediğim büyük çiçekler vardı. Çok da büyük olmayan mekan sağlı sollu bu sandalye ve demir ayaklı ahşap masalarla donatılmış. Ortada koridor oluşturacak şekilde boş alan bırakılmıştı.

Boş masalardan ilk gördüğümüze oturduk. Hırkasını ve çapraz taktığı çantasını atik bir hareketle çıkarıp “tuvalete gidiyorum, bana çay söyle” deyip apar topar koridorun sonundaki WC yazısına yöneldi. Demin kapıda bizi karşılayan amca geldi;

“Ee ne getireyim size?”
“Arkadaş çay istedi ama isterseniz gelsin öyle verelim siparişleri.”
“Hay hay.”

Ses tonunda alaycılık var gibiydi. Dut gayet rahat bir şekilde konuşurken ben resmen yıllardır görüşmediğim Almanya’daki eniştemmiş gibi davrandım adama. Babacan da adama benziyordu aslında. Kır sakalları, çizgili gömleğinin düğmelerini zorlayan göbeği ve boyasız kunduralarıyla kafeden çok balıkçı meyhanesi işletir bir havası vardı.

“Tatlı adam değil mi?” Halil Amca’ya o kadar dalmışım ki Dut’un geldiğini görmemişim.
“Evet, çok babacan bir hali var.”
“Öyledir. Candır Halil Amca.” Son cümleyi yüksek sesle söylemişti, Halil Amca bize doğru döndü, gülümsedi.
“Burada yiyecek bir şey var mı?”
“Sen çay söyledin mi?” Yine duymazlıktan geliyordu söylediğimi.
“Hayır, sen gel, beraber karar veririz diye söylemedim.”
“Tamam o zaman.”

Kalktı, aheste adımlarla ihtiyarın yanına gitti, arkasından sarıldı. Aralarında derin bir muhabbet varmış gibi geldi ya da zaten Dut’un mizacı böyle olduğu için herkese aynı davranıyordu. Aralarında gülüşmeli kısa bir diyalog geçti, ardından bir çocuk neşesiyle gelip tekrar oturdu karşıma.

“Tost seversin değil mi?”
“Neli?”
“Karışık.”
“Ben et yemem.”
“Nasıl?”
“Vejeteryanım ben.”
“Yok artık!”
“Neden?”
“Entel misin sen?”
“Ne alakası var?”
“Allah Allah. Halil Amca! Tostun teki kaşarlı!” diye bağırdıktan sonra bana döndü, “ne kaçırdığını bilmiyorsun.”

Bir pirana sürüsü bile bir atı daha uzun sürede yerdi sanırım. Tostların masaya konmasıyla Dut’un bitirmesi bir oldu. Ben daha yarısına anca gelmiştim, çayım ise daha iki yudum azalmıştı. Dut’un çayı bile bitmişti.

“Halil Amca bana bir tost bir çay daha versene.”
“Derhal.”
“Yuh!”
“Ne oldu?”
“Ne ara yedin koca tostu?”
“Sen ağzını açarken. Sanada söyleyeyim mi?”
“Yok saol, bu yeterli.”
“Söyle bakalım, kimsin nesin lakapsız Emre?”
“Asıl sen söyle, nerede uyandığımı bile bilmiyorum. Sen kimsin onu da bilmiyorum. Tek bildiğim Mülkiyeli olduğun.”
“Ben Dut, 22 yaşındayım, Ankara Üniversitesi’nde okuyorum, Abidinpaşa’da bir öğrenci evinde kalıyorum, kahvaltıda iki tane yarım tost yiyorum. Başka sorun var mıydı?
“Bu kadar mı?”
“Ha bir de sigara kullanıyorum. Var mı sigaran? Benimki bitmiş.”
“Buyur.”
“Ateş? Biraz centilmen rolü yapamaz mısın?”
“Nasıl bu kadar rahat davranabiliyorsun? Nasıl güvenip eve aldın beni? Belki seri katilim, belki sapığım.”
“Hala yaşıyorum değil mi? Tecavüze de uğramadım, sorun yok. Ha tost geldi, sigaraya devam eder misin yoksa söndüreyim mi?”
“Ver.”

Parmakları çok nazik. O uzun ince on parmağıyla tuttuğu tostu bir çocuğun dondurma yemesi gibi tüketmesi, yanaklarının çatlayacak kadar dolması, ekmek kırıntılarının ve ketçabın her yerine bulaşması o kadar sevimli görünüyordu ki. Baş parmağında haki renginde taşlı bir yüzük vardı, sağ bileğinde ise 3-4 tane ip örgüsü bileklik. Saati yoktu. Ya zamanı hiç umursamıyordu ya da ihtiyacı yoktu. Kısacık kızıl saçları vardı, ona rağmen arkada ufacık bir tutamını ince bir lastikle bağlamış, önündeki perçemini de sağa yatırmıştı. Dağınıktı saçları ama özenle dağıtılmış gibi duruyordu.

“Yavaş ye, boğulacaksın!”
“Sono no?”
“Ağzındakileri yut da konuş.”
“Hah, şimdi gel. Boğulmam ben lakapsız! Hep böyle yerim ben.”
“İyi tamam nasıl yersen ye. Zaten ben neden hala burada oturuyorum ki? Ne bir şey anlattığın var, ne de düzgün bir cevap verdiğin.”
“Tavla atacağız çünkü.”
“Ne tavlası ya? Dün ne oldu onu anlat!”
“Tamam be aman, ne meraklı çıktın. Bardan kaldırdım seni.”
“Kaldırdım derken?”
“Düşürmek, kaldırmak, tavlamak... Argo kelime bilmez misin sen?”
“Bilirim de bir an senden beklemedim.”
“Neden beklemiyorsun ki?”
“Ya tamam, bir anlık boşluk işte. Sen anlat ne oldu gece?”
“Önce şu pulları diz.”
“Oof!”
“6-1! Hoop kapatalım şurayı. Hah ne diyorduk. Bardan kaldırdım seni. Aslında tam da bar sayılmaz. Evet seni barda gördüm ama o sıra kalabalıktınız, sen de bir kızın etrafında pervane gibi dönüyordun. İlgimi çekti sizin gurup, ben de izlemeye başladım.”
“Pelin.”
“Kim?”
“Pelin.”
“Her kimse işte. Sonra o, uzun iri bir eleman bir de sen bir ara tartışır gibiydiniz. İzlemeye devam ettim. Sonra onlar gitti, sen de orada öylece kalakaldın.”
“Evet. Piç Ali.”
“Ali mi o elemanın adı?”
“Evet. Adı batsın.”
“Şşş! Bir taraftan da elin işlesin, salla zarları. Zar tutma sakın!”
“Beceremem ben zaten tutmasını.”
“İyi, bir an ‘tutmadan atılmaz ki!’ diyeceksin diye ödüm koptu.”
“Tamam al sana 4-2 kapısı. Buraya kadarını ben de hatırlıyorum zaten. Devamında ne oldu?”
“Sonra sen içmeye devam ettin. O sıra gelmek istedim yanına ama karşıdan izlemesi daha keyifliydi ne yalan söyleyeyim. Oldum olası barda yalnız oturan adamlar çekici gelmiştir ancak çaresizliklerini ya da yüzüne kaybeden ifadesi takınıp dişileri kesmelerini izlemek daha çekici.”
“Ee sonra?”
“Ne sabırsızsın! Sonra sen baya kendini kaybettin. Resmen uçuyordun. Hırkanı aldın, son bardağını bitiremedin bile. Sonra sendeleyerek dışarı çıktın, doğru düzgün yürüyemiyordun bile. Sonrasında da kaçınılmaz son! Basamaktan aşağıya yuvarlandın. Sanırım suratındaki o çizik oradan geliyor.”
“Sen de sapık gibi beni mi takip ettin? Hadi ettin, neden gelip yardım etmedin?”
“Benim eve nasıl geldin sanıyorsun?”
“Nasıl?”
“Kolundan tutup kaldırdım, kusura bakma da biraz spor yapsan iyi olur, ömrümde tanıdığım en ağır insanlardansın.”
“Teşekkür ederim.”
“Rica ederim. Sonra bir taksiye bindik ve doğruca benim eve geldik.”
“Sonra?”
“Ne sonra? Erotik hikaye anlatmıyoruz burada, ne bu heyecan? Neyse, bende gereksiz bir titizlik hastalığı var. Özümde dağınık biriyimdir ama sokak kıyafetleriyle kimseyi yatağıma oturtmam bile. Seni bir güzel soydum, aslında kendin soyundun sayılır. Ben sadece yardım ettim.”
“Neden telefonum komidindeydi?”
“Çalınca açmak için cebinden çıkardın, sonra düşürdün. Yığıntının arasında kaybolmasın diye oraya koydum. Sağolsun sabaha kadar susmadı.”
“Sen neden benimle uyudun ki o zaman?”
“Sen benimle uyudun, ben seninle değil! Yatağa çöreklendin hemen soyununca, anında da uyudun. Kaldırmak ne mümkün. Yatağımdan başka yerde de uyuyamam ben. Dedim ya garip takıntılarım vardır. Yalnız düzgün oynamazsan bu oyun marsa gider.”
“Giderse gitsin. Sen neden çıplaktın peki?”
“Çıplak mı? Ne alaka be! Geceliğim vardı.”
“E sırtın açıktaydı, askı falan da görmedim, nasıl gecelik o?”
“Straplez gecelik canım.”
“O ne demek?”
“Oof dalga geçtim zaten. Ne bileyim, askım kaymıştır. Uyurken de kıyafetime dikkat edecek değilim.”
“Ha biz sevişmedik yani?”
“Yok canım, kafanı kaldıracak halin yoktu ki onu kaldırasın.”
“E neden kovalamadın beni evden? Ne bileyim, sabah olunca postalasaydın, buraya kadar sürükledin.”
“Bilmem. Tanımak istedim seni.”
“Neden ki?”
“Acı çeker bir halin vardı. Seviyorum öyle insanların hikayelerini dinlemeyi.”
“Sen Dövüş Kulübünü kaç kere seyrettin?”
“Carla’nın olayı bambaşkaydı canım. Ben sadece başkalarının dertlerini kendime derman ediniyorum.”
“Ne derdin var ki o kadar?”
“Sonra. Al bu da dört car, ben dedim sana oyun marsa gider diye.”

**Daha yeni başlıyoruz. Bu hikaye daha uzunda bir süre devam eder. Buraya kadarını 2 günde tamamladım. Sıkılmadan buraya kadar okuduysan seni mi kendimi mi kutlamam gerektiğine henüz karar veremedim. Her türlü eleştiriye açığım, hatta lütfen eleştir beni!
dahası...


"Ever tried, ever failed. No matter. Try again, fail again, fail better!" - Samuel Beckett - 

Adam haklı. Hep aynı hataları yapmaktan bıktım. Aynı hatalar yerimde saymama neden oluyor. Biraz da başka hatalar yapayım da başka şeyler öğreneyim.

Yaratıcı hatalar adına!
dahası...


"Behlüüül, Behlüüüüüüülllll!!"
"Hee?!"
"Oynamaya gelmiyor musun?"
"Yok ya pide yemeye gideceğiz biz!"
"Pide mi? Nereye?"
"Çarşıya, sonra gelirim."

Balkondan içeriye tekrar koşa koşa geldi, ağzı kulaklarında; "Hadi gidelim."
"Neden bağırdın balkondan?"
"Dışarıya çağırdılar ben de pide yemeye gideceğiz, gelmeyeceğim dedim"
"Biliyorum, onu diyorum işte. Neden pide yemeye gittiğimizi söyledin?"
"..."
"Oğlum öyle yiyip içtiğini sağda solda anlatma. Durumu olan olur olmayan olur. Alamaz özenir falan."
"..."
"Hadi giy üstünü de gidelim."
"Tamam."

Ayakkabılarımı bağlarken bu kısacık diyaloğu düşünüyordum. Aklım o kadar ermese de babamın söylediklerini kafama iyice kazıdım. O zamandan beri de benzer olaylarda bu sahne gözümün önüne gelir. Babam farkında olmadan neler aşılamış bize.

Yürümeye başladığımızda kardeşimin keyfi tekrar yerindeydi hatta kapının önünde çöp tenekelerinden kale yapmış çocuklarla "pas ver la pas ver" diye başlayan diyaloğunda yöneltilen "pide mi yiyeceksiniz?" sorularına "ya çarşıda bir işimiz var, onu halledip döneceğiz" şeklinde yanıtlar veriyordu. Alması gerekeni çabuk kapmıştı, zeki çocuktu vesselam.

Ve ben çocukluğumda hiç Mc Donald's, Burger King vb. besinler tüketmedim. Tavşanlı'da yoktu onlar. Benim fast food'um pideydi. Hep öyle kalsaymış ya...
dahası...


Önsöz
Bu yazı Aşk Tesadüfleri Sever filmini izlerken aklıma geldi. Oradaki Manhattan barında gerçekleşti bu olay. Sene 2004 sonu ya da 2005 başı olması lazım. Ergen yılları tabi. Keyifli okumalar.
____________________________________________________________

"Ee nasıl gideceğiz?"
"Yürürüz."
"Bulabilecek miyiz yürüyerek?"
"Buluruz ya, Cinnah'a yakınmış işte."
"Otobüse falan binseydik?"
"Otobüse para mı var? Zaten konser parasını zor denkleştirdik."

Başladık yürümeye. Laz navigasyon cihazı gibidir, en azından yanlış bile yapsa kayıtsız şartsız güveniriz ona. Gittiğimiz ilk Barışarock'tan beri önder belledik onu. Tüm kriz yönetimleri, konser, festival organizasyonları, etkinlik planları için Laz'a danışırız. Aramızda bir lider var ise o da Laz'dır. Yanlış kararları yok mudur? Epeyce fazla ama biz yönetsek o kriz ânını biz de o hatalara düşeceğimiz için sorgulamayız hatalarını. Biz ne ara ona böyle bir sıfat yükledik, o ne ara yüklendi hiç kimse bilmiyor. Tasarruf mevduat fonumuzdur kendisi.

- Gerçekten lan, Laz niye öyle?
- Ne bileyim, her şeyi o organize ediyor, toplanan para Laz havuzundan dağılıyor ihtiyaca göre.
- Laz havuzu iyiymiş.

"Abi buralarda Manhattan diye bir bar varmış, biliyor musunuz?"
"Ne? Menettın mı? Yok bilmiyorum, şurada taksicilere sorun."
"Selamın aleyküm abi, kolay gelsin. Buralarda Manhattan diye bir bar varmış, biliyor musunuz?"
"Şuradan 413'e binin, oranın önünde inersiniz, ya da atlayın, aynı para tutar zaten."
"Yok abi yürüyeceğiz biz."
"Yürüyecek misiniz? Çok uzak evladım orası, şu tarafa doğru yürüyün, yolun sonundan sola sapın, sonra tekrar sorun."
"Tamam abi sağolasın."

"Hakikatten yürüyecek miyiz oraya kadar?"
"Yürüyeceğiz tabi, daha konserin başlamasına epey var, erken gidip ne yapacağız."
"Tamam o zaman."

- Dur bekle, kola soğumuştur, doldurayım da öyle anlat.
- Tamam tamam. Biz de epeydir İzmir Caddesi'ne gitmiyoruz, eve tıkıldık kaldık.
- E abi hava soğuk.
- Biliyorum lan, yazın falan.
- Ne bileyim unuttuk gerçekten. Hep kafelerde takılıyoruz.
- Bir ara gidelim de orada muhabbet edelim, oranın havası ayrı.
- Tamam.

Epey bir yokuş çıktıktan sonra vardık mekanın önüne. Saat 20:00 civarıydı, hala kapıları açmamışlar. Aylin Aslım bile gelmemiş. Mekan yol üstünde bir yer olmayınca biraz ter döktük tabi bulana kadar. Kaldı ki Kızılay'da vakit geçiren insan topluluğuyuz, buralara yolumuz doğru dürüst düşmemiş bile. Kendimizi de eğreti hissettik zaten. Bir süre kapının önünde kendi aramızda sohbet ettikten sonra Aylin Aslım'ın arabası geldi. İndiğinde mekandan birkaç insan ve biz karşıladık. Kliplerinde göründüğünden çok daha güzeldi, büyüleyici resmen. Güleryüzlü bir de. Tek tek selamladı bizi de. Yerlere saçılmış konser afişlerini görünce biraz yüzü düştü, söylendi. Haklıydı. Aylin Aslım'a sorduk posterlerden alabilir miyiz diye. O da "alabilirsiniz tabi, baksanıza yere saçılmış zaten" dedi. Sonra o posterleri imzalatmak istedik ancak çoktan içeri girmişti ve henüz dinleyici almıyorlardı. Bodyguarddan müsade istedik, sadece iki kişiye izin verdiler. Yiğit ve Can daldılar içeriye. Hem posteri imzalattılar hem de biraz sohbet etmişler. O an ben niye atlamadım diye hayıflandım.

Kapıların açılmasına hala bir buçuk saat varmış. Biz de cebimizdeki kalan paralarla bira alıp dışarıda demlenmeye karar verdik. İçeride içki muhtemelen ateş pahasıydı. Tuborg kırmızılarımızı alıp bir binanın önüne çöreklendik. Muhabbet ne ara kavga etmeye geldi hatırlamıyorum ancak kavga etmenin gerekliliğine geldi çevirdiğimiz geyik.

- Yuh o saatte konser mi başlarmış.
- Ne bileyim oğlum, zenginlerin adeti öyle herhalde.

"Neden abi? Ben ömrümde kavga etmedim hiç, ihtiyacım da olmadı."
"Ne demek oğlum. Birisi sataştı diyelim."
"Abi yoluma giderim, ne hali varsa görsün."
"Olur mu lan! Biri anana küfretti diyelim?"
"Abi küfretmekle eline bir şey geçmez, etse ne olacak?"
"Ne demek ne olacak? Anan lan!"
Alkol de etki göstermiş olacak ki insanların sorgulayan bakışlarına daha fazla direnemedim;
"Ana ayrı abi, o zaman dalarım tabi." Bu kesinlikle ben değildim. Resmen mahalle baskısı.
"Tabii ki oğlum. Anaya laf söyletilmez."

- Ahaha nasıl gaza getirmişler.
- Sorma. Ben ömrümde kavga etmemişim, ben bile kavga olsa da girsek diye bekliyorum.
- Nereden çıktı oğlum kavga dövüş?
- Ne bileyim. Muhabbet ne ara oraya geldi farkına bile varmadım.

Kapılar açıldı. Hafif çakırkeyf olmuştuk. Kabanlarımızı vestiyere bırakmamızı istediler ancak inat edip vermedik. Can'ın evi mekana yakın olduğu için o sonradan katıldı aramıza. Böylelikle ben, Can, Yiğit, Yasin, Laz olarak daldık mekana. Konser parası karşılığında verdikleri pullarla bir içki alabilme hakkımız vardı. Biz de votkadan yana kullandık o tercihi.

- Ankara'nın Konur ve Bestekar punkları olarak ayrılmasını orada anladım. Gerçekten biz Konur punklarıyız.
- Nasıl lan?
- Akay Caddesi'nden yukarısı bize göre değil abi. İnsan çeşitliliği bile farklı.
- Can uyar ama. Aramızda maddi durumu en iyi olan o, zaten mahallesi sayılır.
- Aynen ama bize göre değil oralar.

Aylin Aslım henüz sahne almamıştı. Ortam ısıtılmak için çalınan dj şarkılarıyla eğleniyorduk. Bir ara Laz, Yiğit ve Yasin eğlencenin dozunu epey kaçırdılar, mekan kendilerininmişçesine eğleniyorlardı. Ses etmedik. Sonuçta eğleniyorlardı, kimseye zararları yok.

Ve tüm güzelliğiyle Aylin Aslım sahneye çıktı.
- Sütlü'yle çıktı değil mi?
- Evet evet, çok iyi oğlum. Gel Git albümündeki şarkıları rock tınısıyla söylüyorlar. Kendi şarkılarını coverlamış yani.
- Çok iyi ya. Albüm çıkartacaklarmış nisan gibi.
- Bekliyoruz hevesle.

Şarkılar bir bir akıyor, bizimkilerin kendini kaybetmiş eğlencesi de sürüyordu. Mekan tıklım tıklımdı, hal böyle olunca da diğerlerini rahatsız etmesinler diye tampon görevi görüyordum, diğerlerini rahatsız etmesinler diye. Sanırım tam da Benim Hala Umudum Var çalıyordu ki arkadan itmeye başladılar. Öncelikle kafanın güzelliğinden hiç bir şey anlamadım. Sonrası ise film şeridi gibi. İteklemelere bizimkiler de karşılık verdi ve ardından birisi "orospu çocukları!" diye bağırdı. Şartlı refleks! Böyle bir şey yaşayacağımızı biliyorlarmış gibi öncesinde beni bu kelime karşı şartlamışlardı. Öncesinde ortalığı yatıştırmaya çalışırken o kelime ile birden bire adamlara dalmaya başladım. Ömrümde kardeşimle ettiğim kavgalar haricinde ilk kavgamdı. Bizden sayıca üstünlerdi ancak 16-17 yıllık ömrümün ilk kavgası olunca nasıl bir gazla girdiğimi hatırlamıyorum. Sahnenin hemen önündeydik ve gördüğüme vuruyordum. Güvenlik hemen kavga çıkaran adamları dışarı aldı. Müzik durdu, kısa bir sürenin ardından bizi de aldılar. Giderken son bir kez sahneye baktım ve Aylin Aslım'ın "onlar bir şey yapmadı, benim davetlim, arkadaşlarım onlar, bırakın onları" dediğini işittim mikrofondan. Gülümsedim.

- Oha öyle mi dedi?
- Evet oğlum! Nasıl tatlı biri bir görsen.
- Gelemedim işte ya, biliyorsun ev ile olan durumu.
- Bi' dahakine gelirsin.
- Ee sizi attılar mı yani mekandan?
- Dur dinle, anlatıyoruz işte.

Kapının dışına kadar sürüklediler hepimizi.

"Abi adamlar başlattı kavgayı, biz bir şey yapmadık. Kendi halimizde eğleniyorduk."
"La oğlum tamam, gidin işte, buraya kadar."
"Abi biz konser izlemeye geldik, yapmayın ya. Taa nereden geldik."
"Oğlum yapacak bir şey yok, adamlar daimi müşteri."

Son cümle sınıf farkını ortaya koydu. Biz Ankara'nın ucuz barlarında eğlenen birer "it kopuk"tuk, onlar ise "bu mahallenin çocukları". Bu konuşmayı yapan görevli gittikten sonra başka bir bodyguard geldi.

"Abi n'olur girelim, bırakın. Tamam içeride bir köşede izleriz konserimizi."
"Ya yürüyün gidin asabımı bozmayın."
"Onlar neden çıkmadı o zaman? Ne yapmışız biz?"
"Ellemişsiniz."
"Abi yok öyle bir şey, yanlışlıkla elimiz falan çarptıysa da girer özür dileriz, elleme falan yok. Kız yoktu ki zaten arkamızda."
"La yok oğlum adamların sikini taşağını ellemişsiniz!" Can'ın bardağını taşıran son damlaydı, hepimiz afallamıştık.
"İbne miyiz la biz! Ne diyorsun?" deyip iki metrelik adama dalmaya başladı. Adam kollarından tutup ayaklarını yerden kesti, biraz sallayıp ileriye doğru itti.
"La oğlum siktir git bak kulağını ısırır koparırım."
"Gel kopar lan! Senden korkan senin gibi olsun." Can'ın gözü dönmüştü. Kendi sinirimizi unutup onu sakinleştirmeye çalıştık.
"Can tamam, adam öldürecek şimdi seni."
"Ya bırak abi ya, adamları ellemişiz de, falanmış filanmış."
"Tamam Can boşver."

- Oha! Nasıl lan? Adamları mı ellemişsiniz?
- Yok oğlum ellemedik, ne ellemesi? Neden elleyelim hem?
- Ne bileyim eliniz çarpmıştır.
- Yok be abi, adamlar müdavimmiş, bizi de çapulcu gördüler attırdılar işte. Yalnız elleme olayını ben de anlamadım.

Bodyguarda laf anlatmak güç, dinlemiyor bile. Hala kapının önünde titreye titreye bekliyoruz. Biraz daha düzgün bir adam çıktı içeriden.

"Gençler boşuna beklemeyin, almayacağız içeriye."
"Bekleriz biz de, adamlar çıkınca bir daha döveriz." Muhtemelen tiplerini hatırlayanımız bile yoktu.
"Saçmalamayın gençler, hadi gidin evlerinize."
"Abi gidecek paramız yok. Konser paramızı geri verin o zaman."
"Verin pulları, ben de paranızı iade edeyim."
"İçki aldık biz onunla."
"O zaman para iadesi de yok."
"O zaman mecbur burada bekleyeceğiz."
"Konser bitince nasıl gidecektiniz eve? Madem paranız yok."
"Sabaha kadar Kızılay'a yürüyecektik, o zamana kadar da otobüsler çalışmaya başlar."
"Neyse tamam taksi paranızı ben vereyim."
"Uzakta oturuyoruz ama."
"Farketmez" dedikten sonra bir taksi çağırdı. Tanıdığıymış.

"Ne tarafa?" diye sordu taksici. Can'ın evi yakın olduğu için ilk onu bırakacaktık, sonrasında ise uzunca bir yol bizi bekliyordu. Taksici başta "o kadar yol gidilir mi be? Kızılay'a bırakırım sizi" demişti ancak hala kavgaya hazır gazımız üzerimizde olunca hiç alttan almadık, Abidinpaşa'ya kadar bıraktırdık kendimizi. Eve gelir gelmez de sızdık zaten.

- Yuh oradan buraya kadar taksiyle mi geldiniz?
- Tabi. O kadar attılar, konser yalan oldu, paramızı da vermediler.
- Dünya para tutmuştur lan.
- Umrumuzda mı sanki?

Ertesi gün uyanır uyanmaz "ibne miyiz la biz!" diye bağırdım, herkes uykusundan kahkaha ile uyandı...

Konserde biz gittikten sonra ne oldu, hangi şarkılar çalındı, insanlar nasıl eğlendi hiç bilmiyorum. Merak ediyordum aslında çünkü Aylin Aslım'ı ilk kez canlı izleyecektim, olmadı. Can'ın sayko yanını ilk kez görmüş olmanın verdiği şaşkınlıkla konserden çok Can'ın nidaları hatırlandı ve benim ömrümde ettiğim tek kavgam. Demek ki insanlar birbirlerini bu şekilde gazlayıp şiddete teşvik ediyorlar.

- Ee nasıl bari sevdin mi kavga etmeyi?
- Yok lan nesini seveceğim. Ben hala konuşup anlaşma taraftarıyım.
- Nasıl bir adamsın sen? Neyse şu kül tablasını boşalt gel, puroyu koyacak yer yok, izmaritler yanıyor.
- Niye ben?
- Ben kolaları doldurdum da ondan.
- İyi be tamam.

Soldaki başucumda duran turuncu poster, hala evin bir yerlerinde duruyor olması lazım. Diğer posterlere takılmayın, ergen zamanlar o zamanlar :)
dahası...


Noktalama işaretlerinde hiç iyi değildim yazı yazarken. 
Bu da hayatıma yansımış olacak ki virgül koymam gereken zamanlarda nokta, 
ünlem işareti yerine soru işareti kullanmışlığım var ilişkilerimde. 
Üç nokta konulması zamanlarda ise hiç bir işaret koymadan bıraktım öyküyü. 
Noktalı virgül nerede kullanılıyordu?
dahası...




Epeydir bardağın hep boş tarafına bakıp dolu tarafının farkında bile olmuyordum. Şimdi ise aynen resimdeki gibi bardakta boş kısım göremiyorum. Bardak tamamen dolu! Yarısı hava ile, diğer yarısı su ile. Bir şeyin dolu olması için illa göz ile mi görülmesi lazım? O bardak her zaman dolu. Yarısını görebiliyoruz, diğer yarısını ise fikirler, hayaller, planlar, düşünceler, iyi niyetler ve daha nice güzellikler dolduruyor, görebilene.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.