Kuruduğumuzda evde oturmaktan sıkılıp yürüşe çıktık. Şehrin merkezinde oturmanın avantajlarını sonuna kadar kullanıp kısa mesafe yürümenin ardından Esat Dörtyol’a vardık, oradan sonrası da Tunalı Hilmi Caddesi zaten. Aheste adımlarla arşınladık caddeyi, insanları izledik, mağaza vitrinlerinde kendimizi izledik. Her ne kadar Dut kadınsal iç güdüsüyle vitrindeki kıyafetlere baksa da ben her vitrinde bize baktım, gün geçtikçe birbirimize benzemeye başlamıştık. Ben biraz daha salaş giyinmeye başlamıştım, sakal tıraşını daha seyrek yapar olmuştum, Dut ise saçlarının uzamaya başlamasıyla eski punk halinden çıkıp biraz daha hippi bir hal almıştı. Bestekar’daki punklarla da nadiren takılıyorduk, hoş, polis kovalıyordu artık dışarıda içenleri, öyle olunca da ergenler bir bir dağılmaya başladı, üniversiteliler kendine ortam yaratmışlardı, sokağı bırakanlar gün geçtikçe artıyordu. Liseliler ise kafalarına anca dank etmiş olacak ki onlar da sınava hazırlanmaya başlamıştı. Bilkent’te karşılaştığım Bestekar tayfasından insanlar gün geçtikçe çoğalıyordu, değişimleri de kaçınılmazdı. Bestekar’ı bırakmış değillerdi, sadece köpek öldürenden mekanlardaki pahalı içkilere terfi ettiler, hala arada barlarda rasladıkça şaşırırım. O koca memeli, iflah olmaz dediğim punk kız bile biraz pin-up, biraz retro hallere büründü gün geçtikçe. Her birinin elinde ya gitar, ya baget ya da fotoğraf makinesi vardı, zorunluluk gibi. Dükanının önünde alkol tüketen bir kaç ergeni kovalayan esnaf amcayı görünce gülümsedim, Cenk Taner’in bir sözü aklıma geldi “bizi anlamayanları dövmek gelirdi içimden, şimdi gülüyoruz olan bitene.” Yoksa büyüyor muydum?

“Sen de bazen hala büyüyemediğini düşünüyor musun?”
“Efendim?”
“Yok bir şey, birden kendi kendime konuşmaya başladım, bir yere oturalım ister misin?”
“Parka oturalım, hava güzel.”
“Tamam.”

Parka kadar Dut’un hararetli hararetli son çalıştığı konularla ilgili anlattıklarını dinledim, içimdeki sıkıntının sebebini bir türlü bulamadım yol boyu. İlk kez öpüştüğüm kafenin önünden geçerken istemsiz içeriye doğru başımı uzattım, kendimi orada Aslı ile öpüşürken hayal ettim, görüyordum neredeyse başımı uzattığımda o manzarayı. Gençliğin vermiş olduğu acemilik, ne yapacağını bilememek. Behlül’le beraber takıldığımız tepeyi gördüm parka girerken, bir an içim sızladı. Boş bakışlarımı Dut yakalamış olacak ki gözlerini bana dikerek;

“Emre!”
“Efendim.”
“Daldın, ne var o tarafta?”
“Hiç...”
“Neyin var bugün senin?”
“Bilmiyorum ben de. Söylesene tek çocuk olmak nasıl bir şey?”
“Bilmem, kıyaslayabilmem için diğer şartlar altında da yaşamam lazım ama genel olarak biraz ilgi arsızı olduğumu söyleyebilirim” dedi her zamanki gülümsemesiyle.
“O belli canım” dememle karnıma dirsek yemem bir oldu.
“Hem tek çocuk, hem de babasız olunca ilgi açlığın bir yerden sonra ilgi arsızlığına dönüşüyor sanırım.”
“Anladım. Peki cici baban? Ne zaman evlendi sizinkiler?”
“Ben 15 yaşındaydım, tam ergen çağlarım. Mükemmel bir insandır Suat Amca, kendi kızı olsam bu kadar sever ve ilgilenir sanırım” dedikten sonra durağanlaştı Dut, başını öne eğip bir süre kaldı öyle.
“Ne oldu?”
“Hiç. Peki erkek kardeşin olması nasıl bir duygu? Çok isterdim bir erkek kardeşim olmasını.”
“İyi” diyebildim sadece, bu sefer suskunlaşma sırası bana gelmişti “hatta mükemmel bir şey. Aslına bakarsan oldukça zıtızdır biraderle, anlaşamadığımız noktalar anlaştıklarımızdan epey fazla.”
“Uyumsuz olsanız da bir kardeşin var. İnsanlar en yakın arkadaşlarına kardeşim demezler mi? Yani bir kardeş edinmek için uğraşırlar hep, sen ona yıllardır sahipsin, kıymetini bilmelisin.”
“Bilmiyorum. Bilmiyordum, bunun bir nimet olduğunun farkına henüz varıyorum.”
“Nasıl yani?”
“Tüm hikayeyi baştan anlatmamı ister misin?”
“Tabii ki! Dinliyorum.”
“Dur iki çay alalım, öyle devam edelim” dedikten sonra zaten insanlara çay satmak için kıçını yırtan amcadan iki tane demli çay aldık, sigaralarımızı da ateşledikten sonra konuşmaya başladım:
“Ben hayatımda Behlül dışında hiç kimseyle kavga etmedim. Bir kere bir barda etmiştik, onu da elime yüzüme bulaştırdım ama tek kavgam o idi, geri kalan tüm kavgalarımı biraderle yaptım. Her neyse, Behlül doğduğu sıralarda da sevmezmişim ben onu, bizimkilere hep ‘bu sürekli sıçıp duruyor, bir şeye yaradığı yok, atalım bunu’ diyormuşum.”
Kahkahasına hakim olmadan uzunca güldü “ciddi misin?”
“Evet. Her neyse, çocukluk çağlarımızda iki düşman gibiydik. O kadar ki fırsatımız olsa birbirimizi öldürebilirdik. Hatta hala aklıma geldikçe içimin sızladığı bir hadise de bir keresinde yine lüzumsuz bir şeyden ötürü kavga ederken bisikletten itmiştim ben bunu, sokak ortasında saatlerce ağladı, ne kaldırdım, ne elimi uzattım. Öylece bırakıp gittim, sonradan öğrendik ki kolu çatlamış. Bendeki de nasıl bir kinse o zaman hiç üzülmemiştim, şimdi şimdi içimi acıtır.”
“Gerçekten yuh!”
“Dedim ya, daha yeni farkına varıyorum o nimetin. Neyse, sonra biraz büyüdük falan derken Ankara’ya taşınma işi çıktı, o zamanlar da kavga ederdik ama daha çok soğuk savaştı artık aramızdaki, yine de eskisine nazaran daha fazla kollardık birbirimizi.”
“Ankara’ya neden geldiniz?”
“Babamın işinden dolayı. Aslına bakarsan biraz karışık, o zamanlar beş kuruşsuzuz, babam, şans eseri burada bi görüşmeye geliyor, o sırada nasıl oluyorsa artık bakan danışmanı olarak geri dönüyor. Sonra bizi de alıp götürüyor yanında.”
“Oha! Baban bakan danışmanı mıydı yani?”
“Evet.”
“Hiç söylemedin.”
“Söylenecek pek bir şey yoktu da ondan. Politika, içine girdikçe daha da çirkinleşen bir şeymiş, bizzat içinde bulununca daha çok farkına vardım. Sonrasında yakın zamanda seçim olmuştu işte, bizim bakanın olduğu parti baraj altında kaldı, başka partiye de transfer olamayınca öyle ortada kaldı. Aslına bakarsan transferi babam engellemişti, hatta o dönem bir sürü iyi işe imza attı babam. Mesela Eti Bor Holding özelleştirilecekti, büyükçe bir panel düzenledi ATO ile birlikte, durdurdular özelleştirmeyi, hala özelleştirilemedi. Bu konuda her fırsatta iftihar ederim babamla.”
“Bor madeninden mi bahsediyorsun?”
“Evet.”
“Hadi ya? Gerçekten gurur duyulasıymış.”
“Babamın o bakanın transferini engellemesinin sebebi de babama olan maaşlarını ödememesiydi, bildiğin ailece mağdur olduk, kirayı ödeyemedik, evden atıldık, misafirhanede yaşamaya başladık. Şartlarımız baya ağırdı, yiyecek ekmeğe muhtaçtık desek yeri. Neyse iyice dağıldı konu. İşte o sıralar annem son ziynet eşyasını da satıp ekmek aldığında ailesinin yanına dönme kararını aldı, üç erkek başbaşa kaldık. Benim biraz aklım erdiği için atlatmam o kadar zor olmadı ama birader için çok zordu. İşte biraderle ilk yakınlaşma adımlarını o sıralar attık birbirimize. Ancak o adımları o kadar küçük atıyorduk ki bir süre sonra annemin bir şekilde Behlül’ü de yanına almasıyla araya giren meseafelerden dolayı o adımlar kifayesiz kaldı.”
“Doğrusunu yapmış annen.”
“Kesinlikle! Yalnız bunu o zamanlar idrak edemiyordum, çok öfkelenmiştim anneme. Şartlar burada istediği kadar ağır olsun, başa çıkabiliriz diye düşünüyordum ama doğrusu annemin yaptığıymış.”
“Annen için de zor olmalı.”
“Olmaz mı? Bir oğlu burada, ne yer ne içer diye sürekli aklında, diğeri de kendisi bile fazlayken ailesinin evinde, ergenliğe yeni girmeye başlamış fazlalık olarak görülen ve hor görülen torun olarak yanında. Annemin psikolojiyi tahmin bile edemiyorum o sıralar.”
“Bu kadar yokluk görebileceğini hiç tahmin etmemiştim. Ne de olsa burada bir nevi bir eli yağda bir eli balda yaşayan birisin.”
“Sayılır. Kardeşimle yakınlaşmamız o zamanlar daha da arttı işte. Telefonla arardı bizi sürekli, hıçkıra hıçkıra ağlayarak ‘kurtarın beni buradan’ demesi demin gibi aklımda, bir ömür de silinmeyecek sanırım. Telefon faturasının şişikliğinden şikayet eden dede sürekli aşağılıyordu kardeşimi, canımı, haksız yere. Biz de kendi derdimizden Behlül’e destek olamıyorduk. Misafirhaneden de atılmıştık. O zamanlar yeni yeni edindiğim arkadaşlarda kalıyordum sürekli, bir hafta birinde, diğer hafta diğerinde. Onların aileleri ailem olmuştu artık. Rıza, Laz, Mustafa falan hep o dönemden arkadaşlarım işte. Aileleri ailemdir. Babam da sığınabileceği arkadaşlarına gidiyor, orada kalıyordu. Bir şekilde işleri yoluna koyup o hıçkırıkların hesabını sormak için bekliyordum hep” dediğimde gözümden bir damla yaş düştü.
“Canım!” dedi Dut gözümü sildikten sonra yanağıma bir öpücük kondurarak “şimdi her şey yolunda ama bak!”
“O kadar da değil be Dut” dedim omuzlarımı silkerek. “Behlül, sırf benim okul masraflarım yüzünden okumamayı seçti, benim için kendini feda etti yani bir nevi. Bunun ağırlığını düşünebiliyor musun? Tamam okumayı sevmezdi ama sırf babama işlerde yardımcı olmak için bıraktı okulu.”
“Okuyor muydu?”
“Gazi’de iki yıllık kimya teknikerliği. Biliyor musun? Dünyanın en muhteşem insanlarından biridir Behlül.”
“Ne manada?”
“Mesela ergenken çok hırçındı, laf söz dinlemezdi, çok kavga ederdik ama benim arkadaşlarımın olduğu ortamda bir dediğimi iki etmezdi, saygıda kusur etmezdi.”
“Ne hoş.”
“Mesela kalıp olarak da kabadır Behlül ama o hırçın görüntüsünün altında o kadar büyük bir yufka yürek yatar ki şaşırırsın, Yeşil Yol’daki John Coffey gibidir. Sürekli kavga falan eder ama nerede terkedilmiş bir kedi görsün mesela alır gelir biberonla besler onu.”
“Hadi ya? Tanışsak keşke kardeşinle.”
“Keşke. Gelirse buralara kesin tanışırsın da bu ara işleri yoğun, o zor.”
“Biz gideriz.”
“Olabilir.”
“Şimdiden sevdim Behlül’ü.”
“Umarım ona layık bir abi olabilirim ileride, gerçi bir çok konuda o benim abim gibidir ya” dememden sonra sarıldı Dut sıkıca.
“Hava serinlemeye başladı, dönelim mi eve? Yeni banyo yaptık, üşütmeyelim sonra.”
 “Ben üşümem kızım, içten yanmalı motor gibiyim.”
“Bilmem mi! Beni de ısıt!” diyerek girdi kollarımın arasına.
“O zaman dönüşte Aspava’ya uğrayalım mı? Aç mısın?”
“Uğrayalım tabii, bana aç mısın diye sorulur mu? Ama sen ne yiyeceksin?”
“İkram olarak gelen patatesler bile yeter ama mutlaka sebzeli yiyecek bir şeyleri vardır.”
“Pekala, hadi ozaman.”

Aspava’nın kötü fikir olduğuna sonradan kanaat getirdim, benim ne işim olur kebapçıda, eskiden kalma alışkanlık tabii. Menüde aradığımı bulamayınca ocakbaşındaki adamla birebir pazarlığa girdim.

“Usta şöyle közün üstüne patlıcan atsan, sonra içine kaşar falan koysan? Yanına da domates, biber, olur mu öyle?”
“Olur tabi koçum, başka bir şey ister misin?”
“Ne bileyim, mantar falan da olur.”
“Neyse tamam sen geç, ben hazır eder gönderirim sana.”
“Eyvallah usta!”

Masaya döndüğümde Dut’un sırıtan suratıyla karşılaştım;

“Ne?”
“Hiç ya, komik geldi sadece.”
“Neymiş o komik olan?”
“Çaresizliğin, ustayla olan pazarlığın, çırpınışın. Bir kereye mahsus ye işte et, kimseye söylemem.”
“Çok komiksiniz küçük hanım, akşama görürüm seni ‘ay şişkinliğim var, sıçırtan yoğurtlardan alalım’ dediğinde” dememle omzuma alışıldık tokatlardan birini yemem mili saniye fark ile gerçekleşti. “Ayrıca o yediğin kuzunun canlı ve çimlerin üstünde koşan halini gözünde bir canlandır bakalım, el kadar hayvanı yiyorsun şu anda.”
“O konuya girme işte! Tamam canlıyken çok sevimliler ama yerken ben o hallerini gözümün önüne getirmiyorum.”
“Etobur cani şey seni!”
“Ya of tamam, yemiyorum ben de!” dedikten sonra bir hışımla ustanın yanına giderek siparişini iptal etti, bana yaptırdığımız tabağın aynısını sipariş etti ustaya “mutlu oldun mu?”
“Evet” deyip sırıttım, bir öpücük kondurdum yanağına “en azından azalt et yemeyi, bıraksam sadece etle besleneceksin.”
“Ne yapayım? En kolay yemek çeşidi o. Sizde kaldığımda ete hasret kalıyorum zaten, Bahadır’a yazık, hiç et pişmiyor değil mi sizin evde?”
“Yok canım bazen alıyor Bahadır, sosis falan.”
“Olur da bir gün beni terkedersen bir daha sevgili edinecek olursam vejetaryen mi değil mi diye soracağım. İşin kötüsü etkiliyorsun da, gerçekten vicdan azabı duyuyorum artık et yerken.”
“Sen o hayali unut” dediğimdeki mutluluğu gözle görülür düzeydeydi “aslına bakarsan...”
“Ne?”
“Yok bir şey.”
“Ya söylesene!”
“Patatesler geldi! Hadi yumul!”

Dut’a bu açıklamayı yapmak çok zor olacaktı ama yapmak zorundaydım, belki başka bir zaman, daha neşeli olduğu zaman yapmalıydım ama ne kadar geç söylersem o kadar tepkisi büyüyecek ve bana daha fazla alışacaktı. Daha ne kadar alışabilirdi ki zaten?

Patates kızartmasının ikinci tabağını yarılamışken geldi sebze tabağımız, cacıklarımız da bitmeli olmuştu neredeyse. Biz de boğazımızı ıslatmak için kolaya başvurduk. Ne kadar da sağlıklıydık(!) sebze yiyip kola içiyorduk.

***

Yemek sonu jesti olan uzun Marlboro ve çayımızı da tükettikten sonra evin yolunu tuttuk tekrar, yoldan da kötünün iyisi bir şarap alarak. Ertesi gün yapacak hiç birşeyimizin olmamasını fırsat bilmiştik, bir sonraki sınav haftayaydı ikimizin de takviminde. Hal böyle olunca bir günlük tatile kimse bir şey demezdi. Peynir tabağımızı ve kadehlerimizi yanımıza alarak salona kurulduk. Şişeden içmeyi daha çok sevse de Dut, bazen kadehten takılmamıza müsade ediyordu. Salonun köşesindeki büyük abajuru yakıp içeriyi de loşlaştırıp tüm atmosferi uygun hale getirdik.

“Bilkent’te iki Ferrari’nin kafa kafa girdiği doğru mu?” diye lafa girdi Dut, beklemediğim bir anda.
“Nereden çıktı şimdi bu?”
“Ne bileyim, aklıma geldi bir anda. Ona benzer efsaneler dolaşıyor ya ortalıkta Bilkent’le ilgili. Kuşlar giremez otoparkı, burslular ve köpekler giremez pankartı, helikopterle derse gelen öğrenciler, bursluları ezmeler falan.”
“Burslular ve köpekler giremez yazısı bir çocuğun ev partisinde kapıya yapıştırılmış, Kuşlar giremez otoparkı da sadece efsane olsa gerek ya da birisi öylesine bir otoparka asmıştır ama kaldırırlar onu da, müsade etmezler. Bursluları ezmeye çalışan kendini bilmezler var evet ama azınlıktalar, onlar da kampüste pek takılmıyorlar zaten. Helikopter olayı ise Bilkent tarihinde bir kere olmuş. Sınava yetişmek için kızın teki babasının helikopteriyle Müzik Fakültesi’nin oradaki büyük çimliğe inmiş ama o da ihtar almış. Ferrari olayı da tamamen efsane. Tamam lüks araçlar kaza yapıyorlar sürekli ama kafa kafaya gireni duymadım daha.”
“Anladım, peki senin gördüğün garip bir şey oldu mu?”
“Mesela bir keresinde kızı önceden Bilkent’te okuyan bir abla anlattığı bir olay vardı; Bilkent Köprü’de radar açıldığını haber alan öğrenciler köprü sonuna kadar yarışırlarmış, sonuncu gelen radar cezalarını ödermiş.”
“Gayet yaratıcı.”
“Bence de.”
“Peki o kadar tikinin arasında sen nasıl böyle kalabildin.”
“Nasıl kalmışım?”
“Alternatif işte. Gece kulüpleri yerine Sakarya’ya takılıyorsun, spor araban yok, sarışın hatunları götürmeye çalışmıyorsun, dünya görüşün, sorumluluğun var. Tiki değilsin yani.”
“Benim gibi bir sürü var.”
“Yok canım, senden bir tane daha yoktur” deyip öptü yanağımdan.
“Tamam da senin o saydıkların için tonla para gerek, bende o kadar yok.”
“Hiç yok da değil, özel okuyorsun.”
“Kıt kanaat. Hatta bizimkiler zorlanıyor artık. Bırakmak zorunda bile kalabilirim.”
“Yok artık!”
“Evet” dedim bakışlarımı yere indirerek.
“Hiç bahsetmedin.”
“Bahsedecektim ama ne bileyim, olmadı. Bu dönem doğru düzgün ders alamadım harcı vaktinde yatıramadığım için.”
“Hadi ya!”
“Alternatiflere bile baktım aslında.”
“Neymiş alternatifler?”
“Yurt dışı” dediğimde olduğu yerde öylece kaldı.
“Yurt dışı derken? N.. nasıl yani? Gidecek misin?”
“Yüksek ihtimalle. Dersleri falan kıyasladım, bir yılda bitiyor buradakileri saydırınca.”
“Nasıl yani?” dedi gözleri dolarak “gidecek misin ciddi ciddi?”
“Başvuruyu yaptım, cevabı bekliyorum ama geri çevrilen olmamış hiç, olumlu geleceği garanti gibi” dedim başımı kaldırmadan.
“Neresi peki?” diye sordu Dut sesi titreyerek.
“Avusturya, Viyana.”
“Her şey tamam yani, kararın kesin? Orada maddi açıdan rahat mı edeceksin? Para harcanmıyor muymuş orada?”
“Evet ama sadece bir yıl, belki bir de hazırlık falan okurum Almanca için. Yazın kursa gideceğim. Orada bir tanıdık var, yanında çalışacağım, konuştuk o abiyle. Okul harcı da yok zaten.”
“Bütün planlar yapılmış, başvurular yapılmış, her şey düzenlenmiş, biz daha yeni haber alıyoruz.”
“Yapma Dut, daha kötü hissettirme, nasıl söyleyebilirdim?”
“Benim nasıl bir duruma düşeceğimi hiç düşünmüyorsun tabi, sadece kendini düşün.”
“Saçmalama canım ama başka çarem kalmadı.”
“Buradaki üniversitelerin suyu mu çıktı? Ankara’daki üniversiteler olmasa bile Erzurum’a gitseydin, Adana’ya gitseydin. Yurt içinde bir yere gitseydin!” dedi sesini yükselterek.
“Ben istemedim mi sanıyorsun? Olmadı işte, tüm olasılıkları düşündüm.”
“Peki biz?”
“Asker yolu gözler gibi beni bekle diyemem ama bu şekilde bitmesini de istemiyorum.”
“Yani?”
“Bir yıllığına uzaktan sürdüremez miyiz?” dediğimde ayağa kalktı, çantasını toplarken gözünden damlayan yaşlar parkede “tıp tıp” diye sesler çıkarıyordu, iç çekişini her duyduğumda ben de kahroluyordum. Güçlü görünmek için yanımda ağlamıyordu, kendini kastıkça da hıçkırıklarını tutma sesi beni daha çok üzüyordu.
“Sence sürdürebilir miyiz?” diye titrek sesle bağırdıktan sonra kendine daha fazla hakim olamayıp yüksek sesle ağlamaya başladı, kapıdan çıkarken arkamı bile dönemedim, farkında olmadan sakallarım ıslanana kadar ağladığımı farkettim. Bitmiş miydi? Göremeyecek miydim artık Dut’u? Peki ya Viyana’ya gidince ne olacaktı? Düşünmesi bile yormuştu, burnumu çekip kadehteki kalan şarabı da kafama diktiğim sırada dış kapının sesi duyuldu tekrar, Dut olduğunu düşünerek elimde şarap şişesiyle kapıya koştuğumda Bahadır’ı bir kızla girerken gördüm.

“Hayırdır abi?”
“Yok bir şey Bahadır.”
“Gözler kızarmış, ne oldu? Dut’u gördüm çıkarken.”
“Yok bir şey, ben çıkıyorum, kusuruma bakmayın” dedikten sonra elimdeki yarım şarapla çıktım dışarıya. Elim telefona gitti, Dut’u aramak istiyordum ama söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu. Nasıl açıklayabilirdim ki zaten?

*Arkası yarından sonra*


Blogger tarafından desteklenmektedir.