Hayatımın ilk Gevende konserini anlatayım mı sizlere? Sanırım şimdiye kadar gittiğim en iyi Gevende konseriydi.



Sene 2002, Ankara'ya taşındık. Lise 2'ye gidiyorum. ilk arkadaşlarımı edindim, sonra da sonsuza kadar arkadaşlarım oldular. Onlardan bir tanesinin hikayesi aslında. Müzik zevkim o zamanlar daha yeni oluşuyor. Yeni yeni gruplar keşfetmece aşaması, ergen zamanlar tabii, daha bir hevesle tüketiyoruz müziği. Neyse...

O liseden arkadaşım benden bir sene sonra üniversiteyi kazandı, Hacettepe Kimya Öğretmenliği hem de Almanca eğitim veriyor. O arkadaşımın ailesi memur tabii, öğretmenlik de garanti meslek gibi görüldüğünden çok memnundular bölümünden. Hazırlık okudu arkadaşım, bir yılda verdi hazırlığı, sonrasında ise üç yıl boyunca 1. sınıfı okudu. Yok arkadaş, dersler zaten ağır, bir de Almanca olunca hepten ümitsizliğe kapıldı.

O zamanlar Hacettepe'de tanıştığımız başka bir arkadaş vardı, resim okuyan. Bizim bu arkadaşa ufak tefek perspektif, gölge, hacim nasıl çizilir gösteriyor, hobi olarak tabii. Ayrıca bu arkadaş çok çalışkan bi kızdı, köfteci, stantçı ne iş versen yapar, kendi harçlığını kendi çıkarırdı hep. Onu tanıdım tanıyalı çalışır bir şekilde.

Kafasına biraz geç de dank etse, etti hanım kızımızın, "sınava gireceğim" dedi, güzel sanatlara hazırlanmayı koymuştu kafasına, resimle hiç ilgisi yokken. Ailesine hiç açmadı bu mevzuyu, fazla anlayışlı oldukları söylenemezdi. Hele ki "para kazandırmayacak" bir bölümde okumalarına kat'iyen müsaade etmezlerdi.

Uzatmayayım. Girdi sınava. Desen kursuna ise kendi kazandığı parayla gitti. Sıra geldi yetenek sınavlarına girmeye. Sınavlar ücretli, şehirleri gezmesi gerek, ailesi hala bilmiyor. Etrafında kim varsa, ne kadar çıkabiliyorsa çıktı, sınavlara da girdi. Hacettepe Seramik. Tutturduğu bölüm. İnandı ve yaptı gerçekten. Ailesi hala bilmiyordu. Kayıt zamanı geldi, kaydını da yaptırdı. Ailesi bilmiyordu hala.

Ne mi yaptı? Annesine 8 sayfa mektup yazıp çıktı evden. Hayallerini, gerekçelerini, başarısını yazdı. İşte o akşam gittik Gevende konserine. Keyfi hiç yerinde değildi, belki gelir diye gitmiştik. Gelmedi tabii ama yine de kafası biraz dağılmıştı. Sınavları bitince gittiğimiz Olimpos tatili de tam yerine getirmemişti keyfini.

O konserin üzerinden 4 yıl geçti. Bölüm 2.'si olarak mezun oldu, araya erasmus sıkıştırdı, o sırada Türkiye'nin en bilinen hiperrealist heykeltıraşının atölyesinde çalıştı, okul masraflarını çıkarmak için. Ailesi mi? 2 gün sonra affetti tabii canım, döndü evine. Şimdi mi? Kendi alanında yüksek lisans yapıp araştırma görevliliği yapıyor.

O konserin üzerinden 6 yıl geçti. Başka konserlere de gittim, o da gitti. İstemediği bir bölümde çürümemeyi seçerek gitti konserlere, sevdiği işi yaparak gitti konserlere. Daha cesur olarak gitti...
dahası...


Şu an bu jileti bileğime dikine saplayamıyorsam hepsi çocukluk tramvamdan dolayıdır. Ne mi? Anlatayım.

Nispeten varlıklı bir tüccarın oğlu olarak doğdum. Annemin çalışmasına ihtiyacı yoktu o zamanlar. Üç yaşıma geldiğimde lösemi teşhisi koydular. ÜÇ! Şu anda gayet sağlıklı bir bireyim ancak o zamanlar çok meşakkatliydi bu durum. Şu anki halime gelmem 10 yıl kadar sürdü. Beni kurtarmak için ailem, hiç hesaplarında olmayan bir kardeş dünyaya getirdiler. Ondan alınan kök hücre ile tedavimi gerçekleştirebildim. Kemoterapiler, ilaçlar,..

Bu süre zarfında babam baya zarar etti, işlerle ilgilenemediği için. Battı desem yeridir. "Para sonuçta, yerine konur" diyordu her seferinde, koyamadı. Zamanın fırtına gibi esen tüccarı, artık başlarının işinde çalışıyordu. Annem de el işi, pasta börek, temizlik işlerini yapıyordu para karşılığı. Yılların ev hanımı iş kadını olmuştu. İkisi de mutluydu ama, beni iyileştirdikleri için. Ben de geri kaldığım derslerimden ötürü başarısız bir öğrenciydim. Bizimkiler bu durumu da hoş görüyorlardı. Hastalığım geçmesine rağmen, hala ölecekmişim gibi bakıyorlardı bana.

Okulu zar zor bitirdim, kafam almadığı için üniversite okumadım, ısrarlarım sonucu ise meslek lisesini tamamladım. Babama kalsa Anadolu lisesine gidip üniversite okumalıydım ama benim de kapasitem bu kadar işte. Tekniker mi teknisyen mi ne karın ağrısıysa ondan oldum işte. Bizim buradaki fabrikalardan birinde şef oldum, fena sayılmayan, buraya yetecek bir maaşla. Babamın Bağ-Kur'dan yatırdığı primleri de toplayınca birkaç yıla kadar emekli olması gerekiyor. Tek mal varlıkları şu anda yaşadığımız iki göz ev. O da dededen kalma... Bana çaktırmasalar da varlıktan yokluğa düşmenin zorluğunu gözlerinden anlayabiliyorum ama yine de beni hayatta tuttukları için mutlular, övünebilecekleri bir başarıları var.

Kardeşimin kafası ise zehir gibi çalışıyor. Bir insanın aklı hem derslere hem ticarete basar mı, basıyor işte. Hem madden hem manen ilgisizlikten zor şartlar altında sürdürüyor kendi gelişimini. Hala takdir getiriyor karnesiyle birlikte. Bir-iki yıla onun da lisesi bitiyor. Hocaların göz bebeği, üniversitede iyi bir yere yerleşmesine kesin gözüyle bakıyorlar. Beni de çok seviyor ancak ben ona her baktığımda gözümden pişmanlık akıyor.

Düşünsenize; bana harcanan emek ve para ile sıfırdan bir insan yaratılabilirdi. Hatta o insan geleceğin en büyük patronu olabilirdi, filozofu, bilim insanı, sanatçısı, sporcusu... Her şey olabilirdi. Bir de yatırım yaptıkları bana bak. Vasat bir fabrika şefiyim. Sormazlar mı insana, sen bunun için mi ölümden döndün diye? Her intihar fikrimde 3-13 yaş aralığım aklıma gelir. Sadece hayatta tutma güdüsüyle mi uğraşmışlardı benimle o kadar acaba? Yoksa benden, olduğum kişiden çok daha fazlasını mı bekliyorlardı?

Merak etme anne, o jilet bugün de saplanmayacak ama keşke benim yerime geleceği daha parlak birini kurtarsaydınız. Kendi hayatını bile toparlayamayan biri yerine, şu anda dünyayı değiştirme potansiyeline sahip bir birey yetiştirmiş olabilirdiniz.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.