Yemek merasiminden sonra sigaraları da içip sofrayı topladık, evden çıkıyoruz diyene kadar saat 8’e geldi. Yolda Dut’tan arta kalan koluma da Kuru girdi, “bunların muhitte adet sanırım” diye düşündüm yol boyu. 10 dakikalık yürüyüşün ardından Bestekar Sokak’a vardık, köşedeki tekelden lezzette ağır, pahada hafif şaraplardan üç tane kapıp, mantarlarını açtırarak başka bir tekelin bahçe duvarına oturduk, birkaç kişi daha toplandı o anda. Ben mekana gideceğimizi düşünürken onların planı meğerse sokakta takılmakmış. Şaraplar tükenmeye başladıkça insan sayısı da artıyordu ya da ben çift görmeye başlıyordum da kalabalık geliyordu insanlar. Bir ara kafa sayımına gireyim dedim 12’de bıraktım. Etrafıma çok yabancıydım. Köpek balıkları tarafından sarılmış gibi hissettim o kadar mohawkın arasında. Hemen hemen hiç birinin kendi adı yoktu, Kuru ve Dut gibi bir çoğunun da kendi lakapları vardı. Bir kısmı ergen çocuklar olsa da aklı başında insan sayısı daha fazlaydı. En çok şükrettiğim ise Dut’un bir an bile yanımdan ayrılmamasıydı. Tamam diğerlerinin muhabbeti de iyiydi ve rahat insanlardı ama Dut da kalabalığa karışsa hepten gerilirdim o ortamda. Bir kaç kez kızların muhabbet girişimlerinde Dut araya girip baltaladı, ne olduğunu anlamak için Dut’a döndüm ama sadece kaşlarını çatarak bakmakla yetindi. Şişeler boşaldıkça tekelden tazeliyorduk. Muhabbetin akışına kendimi kaptırdığım ve ikinci şişenin de yarılarına geldiğim sıralarda telefonum çaldı, kafasına bir kere vuararak kulağıma götürdüm;

“Efendim Muhterem.”
“N’aber Emre?”
“İyidir, senden n’aber?
“İyi ya, canım sıkıldı, bugün de cumartesi, bir şey yapalım diyecektim.”
“Ben zaten yapıyorum abi, bize katıl istersen.”
“Neredesiniz?”
“Bestekar Sokak’ta, öyle sokakta şarap içiyoruz.”
“Hava soğuk değil mi ya?”
“Yok ya, içtikçe ısınıyor zaten insan, gel, eğlenceli burası.”
“Tamam, yirmi dakikaya falan orada olurum, bir şey lazım mı?”
“Kendine şarap al gelirken.”
“Tam olarak neredesiniz?”
“Benzinlikten kebapçıya doğru yürü Bestekar’da, görürsün zaten kalabalık gurubu.”
“Tamam görüşürüz.” Dedikten sonra Muhterem, telefonu kapayıp cebime koydum, o sırada Dut’la göz göze geldik.
“Hayırdır?”
“Bir arkadaş” dedim “canı sıkılmış ben de çağırdım.”
“İyi yapmışsın, ne zamana kadar gelirmiş?”
“Yarım saate kadar gelir, neden?”
“Sıkılmaya başladım da.”
“E sürekli takıldığın insanlar değil mi?”
“Vakit dolduruyorum ben bunlarla” dedi kulağıma eğilerek “isimlerini bile hatırlamıyorum neredeyse. Bir kaç yıl önce eğlenceliydi ama artık sıkıyorlar.”
“Olmazsa Muhterem gelsin bir çaresine bakarız.”

Saat 10’u geçerken Muhterem geldi, o saate kadar da sadece Dut, ben ve Kuru muhabbet ediyorduk, ortamdan biraz soyutlanmıştık. Muhterem gelince kısa bir tanışma merasiminin ardından yüzümüzü güldüren bir teklif geldi: Bu gece Queen Tribute grubu geliyormuş bilinen bir yere, oraya gitmeyi teklif etti Muhterem, bizim kızlar tam balıklama atlayacaklardı ki girişin biriz tuzlu olduğunu duyunca geri adım attılar. Birkaç telefon görüşmesinin ardından o da halledildi, bir arkadaş daha bizimle gelecekti ve gelecek olan kızın erkek arkadaşı o barda baş barmendi. Giriş ücretleri ve içeride içeceğimiz biralar bedavaya gelmişti. Sevinç nidalarıyla karşıladık bu haberi. Konsere daha bir saat kadar olduğu için önce şarapları bitirmek için bu güzel haberin şerefine kaldırdık şişeleri, Muhterem yanında iki tane bira getirmişti, şarap pek sevmediğinden ve araba kullanacağından.

Herkesin şişleri bitince millete usulca veda edip Muhterem’in arabaya doğru yol aldık. İçeri giriş biletimiz olan arkadaşı da yoldan alarak arabayı Esat Dörtyol’da uygun bir yere park ettik, Kuru’ların evine de yakındı burası, çıkışta Kuru’ya gidebilirdik. Kız önden girip “bunlar benim arkadaşlar, Çağlar haber vermiştir, içeride bekliyor” demesiyle elimizi kolumuzu sallayarak girdik içeriye. İlk şarkıları ayakta dinledik fakat sonrasında şarabın ve içeride bedavadan gelen votkaların da etkisiyle iyice bitkin düşüp Dut’la ikimiz koltuğa bıraktık kendimizi, o kadar rahattı ki neredeyse uyuyacaktım. Dut omzuma yaslanınca kolumu omzuna attım, o da göğsüme doğru indirdi başını sonra birden bire ayılmış gibi kafayı kaldırdı, göz göze geldik;

“Şu anki yapacağım şey için bana kızar mısın?” dedi gözlerini gözlerime dikerek.
“Şu anki yapacağın şey?” dediğimde gülümsedi, ben de elimi omzundan çekip önüme döndüm.
“Ne oldu?” dedi biraz telaşlı ve üzgün bir halde.”
“Bir şey yok” dedim biraz bozulmuş bir ruh haliyle.
“Ya özür dilerim, kırdım mı seni?”
“Hayır ama o yapacağın şeyi şu anda yapma!” dedim kararlı bir tonda.
“Neden?”
“Şu anda kafan güzel, yarın bunu hatırlamayacaksın belki de, hatta kendini kötü bile hissedebilirsin.”
“Hayır hissetmem kötü falan.”
“Ben hissederim ama!” dedim “gerçekten istediğin için mi yoksa kafan güzel olduğu için mi öptüğünü anlayamam! Kaldı ki kafa karışıklığım tam çözülmüş değil.”
Önüne döndü, biraz mahcup bir şekilde “haklı olabilirsin ama benden hala emin olmadın mı? Daha bu sabah konuştuk durumumuzu, ne olduğumuzu netleştirmeyelim mi artık?” dedi yarı üzgün bir şekilde.
“Sen benden oldun mu? Ayrıca bu kafayla hiç bir şeyimizi netleştiremeyiz.”
“...”
“Ayıldığında tekrar yatıralım bu konuyu masaya.”
“Yasa tasarısı gibi bahsetme durumumuzdan!” dedi biraz bozularak.
“Tamam neyse, germeyelim ortamı. Hadi kalkıp tepinelim biraz, kendimize geliriz” dedim gülümseyerek.

Ayağa kalktım, Dut’un da elinden tutup kaldırdım. Dut’un neşesini yerine getirmek kolaydı, öyle çabuk canı sıkılmıyordu zaten. Sahnenin önünde Muhterem ve Kuru’ya katıldık, bol bol dans ettik, kurtlarımızı döktük, arada bir hala içki geliyordu. Grup sahneden indi, dj müzikleriyle hala dans ediyorduk. Saat 3’e gelirken mekandan ayrıldık, hepimiz dans etmekten bitkin düşmüştük zira. Kuru’lara gideriz diye düşünürken Kuru, cep telefonuna gelen mesajı okudu. Bahar eve arkadaşlarını toplamış, dolayısıyla bize yer kalmamıştı. “Gelin yatacak yer ayarlarız” diye ısrar etse de Kuru, hazır altımızda araba varken eve gitmek daha mantıklı geldi. Muhterem de bizim tarafta oturunca, yolu tekrar tekrar değiştirmeyelim diye Dut’la bizde kalmaya karar verdik. Ertesi günkü kahvaltı vaadim de etkili olmuştu bizde kalma fikrinin kabulünde.

Dut’un ısrarı, Muhterem’in hoşgörüsüyle şoför mahallini boş bırakıp ikimiz de arkaya bindik. Dut gidene kadar kucağımda uyudu herhalde, biz de Muhterem’le sohbet ettik, bir taraftan da Dut’un saçlarını okşuyordum. Muhterem kapının önüne kadar bırakmakta ısrar etse de biraz ayılmak için yürümenin iyi olacağından otobüs durağında indik. Muhterem Çayyolu’nda kalıyordu, yolunu değiştirmiş olmadı bizim için.
Dut tekrar koluma girdi yürürken, hava serin olunca ikimizin de kafadan eser kalmadı. Sitenin bahçe duvarını atlamadan önce birer sigara daha içelim diye oradaki banklardan birine oturduk, çıkardık sigaraları sessizce tüttürmeye başladık. Dut’un üşüdüğünü farkedince açtım kollarımı, hemen arasına girdi, o da sarıldı. İnanılmaz bir huzurdu Dut’a sarılmak. Sigaralar bitince kafasını kaldırdı;

“Girelim mi? Ben biraz üşüdüm de.”
Sırtını sıvazladım biraz ısınsın diye “Ayıldın mı?”
“Evet” demesinin ardından başka hiç bir söze mahal vermeden öptüm Dut’u. Önce afallasa da sonradan o da karşılık verdi. Yarım saatten fazla bir vakit bankta dudak dudağa kaldık, kafamı geri çektiğimde biraz çekingen bir şekilde kafasını öne eğerek “barda ne demek istediğini şimdi anladım” dedi muzip bir gülüşle.
“Hadi girelim artık” dedim gülümseyerek.
“Tamam” deyip kafamı ellerinin arasına alıp son bir kez uzunca ve içtenlikle öptü “oh! Hadi girelim.”

Dut’un eteği dar olduğu için bu seferlik duvardan atlamadık, sitenin etrafından dolaşarak vardık apartmanımıza, hoş, o yolun bitmesini istemiyorduk zaten. Yürüdüğümüz kısa mesafe boyunca bu sefer Dut koluma girmek yerine elimi tutmayı tercih etti, ağzı kulaklarında, benim de.
Yukarı çıktığımızda Ali ve Samet pişirdikleri makarnayı yiyorlardı. Uyku düzenleri olmadığı için yeme düzenleri de hiç yoktu ama işimize gelmişti bu durum, biz de birer tabak kaptık hemen, yanında kola da vardı. Afiyetle yiyip tabaklarımızı da suya tutup tezgaha bıraktıktan sonra Ali ve Samet’e iyi geceler dileyip benim odaya geçtik.

“Öyle yatar mısın yoksa üstüne bir ş...” derken tekrar yapıştı Dut.
“Giyinik mi yatmayı planlıyordun?” dedi kafasını nefes almak için çektiğinde.
“Ne bileyim” dedim ne bileceğimi bilmez bir şekilde.

Gereksiz cümleleri bir tarafa bırakarak ışığı kapatıp abajurun düğmesine bastım, kapıyı da kitleyip fona da müzik koydum ki gelebilecek taciz ateşlerinden korunalım. Şimdiye kadar evdekilerin böyle bir şeyde densizliklerini görmedim ama bu geceyi mahvetmelerini istemiyordum. Telaşsız bir şekilde bir taraftan öpüşürken, bir taraftan da üstümüzdeki ağırlıkları tene ulaşana kadar atıyorduk. Saatlerce sadece seviştik, hiç beraber olmadık. Tanıyorduk birbirimizi, sözlerle, kelimelerle değil, dudaklarla, ellerle. Soluk alış verişimizin haricinde odada sadece bilgisayardan gelen cool caz radyosunun rasgele şarkıları yankılanıyordu.

Tanışma faslı bittikten sonra yatakta sırt üstü yatıyorduk, Dut kolumun üstündeydi, bir sigarayı paylaşıyorduk yattığımız yerden. Gözlerimizi önce tavana ardından birbirimize diktik, çevik bir hareketle Dut sigarayı da söndürünce tekrar kenetlendik birbirimize, her zamanki yatış pozisyonumuzu aldık: Dut göğsüme sırtını dayadı, ben de onu kollarımın arasına aldım. “Çıplak iki tenin birbirine sarılması cinsellikten çok daha fazlası olmalı” diye geçirdim aklımdan. Kollarımda bana güvenen, güvendiğim ve tüm çıplaklığıyla yanımda uzanan birisi var, mutlu, huzurlu, keyifli... Aynı duyguları ben de hissediyordum, eğilip kulağına, bana daha önce teklif ettiği şeyi bu sefer ben teklif ettim: “Her zaman birlikte uyuyalım.” Gülümsedi, dönüp bir kez daha öptü, sonra alt dudağını ısırarak gülümsedi: “Tamam.” Sonrasında ise 24 yıllık ömrümün en huzurlu uykularından birinin kollarına bıraktım kendimi.

Dut’un öpüşüyle uyandım. Gözlerimi açtığımda tüm olan bitenin rüya olmadığını idrak edince gülümsemem yüzüme yayıldı. Beni uyandırdıktan sonra Dut giyinmeye başladı, bir taraftan da saate bakarak “hadi kalk!” dedi. Ben de uzanıp saate bakınca henüz 09:27 olduğunu görüp “daha çok erken, acelen ne!” diye sitem ettim “bir yere mi yetişeceksin?” Sitemime kolumdan çekiştirerek karşılık verdi “evet!” Aynı şiddette kolundan çekip tekrar yanıma yatırdım, bir taraftan öpüp, bir taraftan da ellerimi vücudunda gezdirirken kafasını kurtarıp “ya yaramazlığa çok vaktimiz var, hadi kalk” dedi ağlarmış gibi rol yaparak. Kıyafetlerini giymeye devam ediyordu, ben ise okula gitmeyi reddeden ilkokul öğrencisi gibi yılgın bir şekilde kalkıp giyinmeye başladım;

“Bari kahvaltı yapsaydık, nereye gidiyoruz?” dedim sitemkar bir şekilde.
“Salona” diye yanıtladı gülümseyerek.
“Hangi salon?” dedim. Henüz kendime gelemediğim için anlamamıştım ne demeye çalıştığını.
“Sizin salona! Bugün Pazar ve saat 10’a gelmek üzre.”
“Ee?”
“Trt’de Western kuşağı var!”
“Aa sen de mi takip ediyorsun?”
“İmkanım oldukça kaçırmıyorum, sen?”
“Babamla çok izlerdik, kim erken kalkarsa diğerini uyandırırdı.”
“Yaa?” dedi hafif hüzünlenerek.
“Hatta biliyor musun babamların Gavur Ali dedikleri, kan bağı olmayan bir akrabaları, yiyecek yemeği, yatacak yatağı olmamasına rağmen koli koli kovboy filmleri alır gelir ‘hey gidi be! Şunlara bak, nasıl koşuyorlar ! Deehh dıgıdık dıgıdık!’ diye büyük bir keyifle izlermiş. O zamandan beri babam ne zaman bir Western filmi görse Ali Amca aklına gelir, bize de her seferinde anlatır. Sanırım kovboy filmleri tutkusu o zamanlar başlamış babamda. ‘O adam kadar fukara ve mutlu insan tanımadım ben’ der izlerken.”
“Sizde de deli çokmuş desene” dedi gülümseyerek.
“Daha neler var, bir ara anlatırım hepsini” dedim gülümsemesine karşılık vererek.
“Neyse, bunu kaçırmayalım, giy şu şortunu da.”
“Tamam tamam, sen geç, ben de kahve suyu koyayım.”
“Anlaştık” diyerek odadan çıktı.

Ardından ben de çıkıp banyoya gçetim, Dut yüzünü yıkıyordu, belinden sarılarak boynundan bir öpücük aldım, Parfüm kullanmayan birisine göre çok güzel kokuyordu. “Benim kokum değil parfüm, yapay geliyor, o yüzden kullanmıyorum” demişti bir konuşmamızda ama ona rağmen şimdiye kadar kokladığım tüm parfümlerden güzel kokuyordu. Yüzümü yıkayıp ısıtıcıya su koyduktan sonra kaynayana kadar Dut’un yanına gittim. Trt’yi açıp filmin başlamasını beklerken ben de kahveleri doldurdum. Geri geldiğimde Dut doğrulup bana yer açtı, televizyona doğru dönerek oturduğumda Dut da göğsüme yaslandıp yerini aldı. Sigara, kahve ve kovboy filmi! Dut, daha önce yaşamadığım deneyimleri yaşattı son bir haftada. “Aha! İyi, Kötü, Çirkin çıktı!” dedi Dut heyecanla “çok zaman oldu izlemeyeli!”

Dut kendinden geçerek izledi tüm filmi, ben de çok keyif aldım. Film bittikten sonra kahvaltı faslına geçmek için mutfağa yöneldik. Elde neler var diye bakınca krep yapmak için uygun malzeme olduğunu gördüm, Dut da yapabileceğime inanmaz bir halde baktı suratıma;
“Krep de yapıyorum deme bana!”
“Hala iyi bir aşçı olduğuma ikna olmadın mı?”
“Ya şimdiye kadar yaptıklarına bile inanamıyorum.”
“O zaman yürü markete gidiyoruz, sana kreplerin kralını yedireceğim” dedim üstüne basa basa.
Ardından marketten krebe meze olarak böğürtlen reçeli, nutella, krem peynir, bir kaç tane muz ve biraz çilek aldık. Bu mevsimde alınan çilek ne kadar sağlıklı olurdu tartışılır ama lezzet için bir müddet sağlıktan ödün verilebilirdi. Eve döndüğümüzde Dut masayı hazırlarken ben de çırptığım yumurta, süt ve unu tavaya vermekle meşguldüm. Krebi havaya atıp çevirmemi sirk gösterisi gibi izledi Dut. Sofraya oturduğumuzda ise ne yiyeceğini şaşırdı. Krebin üstüne ve içine konulacak o kadar fazla malzeme vardı ki; tereyağ, bal, iki çeşit reçel, krem peynir, beyaz peynir, nutella, meyveler... Üzerine tereyağ ve bal sürdüğü bir parçayı ağzıma tıkmaya çalışırken durdurdum;

“Ben bal sevmem.”
“Nasıl ya?” dedi Dut hayretler içerisinde.
“Çok uğraştım, hep istedim sevmek ama sevemedim.”
“Yapma ya! Et de yemiyorsun, neyle besleniyorsun Allah aşkına?”
“Geri kalan her şeyle” diyerek gülümsedim.

Kahvaltı bittikten sonra Dut bulaşıklara girişti, ısrar etsem de durmadı. Çok biriken bulaşık da yoktu iyi ki. Dut köpürtüyor ben duruluyordum, bir ara köpük savaşına dönmek üzereydi ki işbirliğimiz, o sırada Ali uyandı. Sanırım biraz fazla gürültü yapmışız. Kafasıyla selam verip banyoya geçti, biz de bir birimize bakıp tekrar bastık kahkahayı. Dut ile ev işi yapmak bile güzeldi.

*Arkası yarından sonra*
dahası...


İyice sokuldu yine, ben de halimden memnun bir şekilde karşılık verdim. Sarmaş dolaş uzandık. Sanki o kadar konuşmayı boşuna yapmış gibiydik, hala ne olduğunu bilmeden beraber yatıyorduk. Memnundum memnun olmaya, yalnız hala tamamlanmayan parçalar vardı ve o parçaların nasıl tamamlanacağı, tamamlanıp tamamlanmayacağına dair tek bir fikrim bile yoktu. “Kervan yolda düzülür” diye düşünerek yine akışına bıraktım olayları, bir yerde rayına girecekti nasıl olsa. Yakın zamanda olsa daha iyi olurdu tabi.

Düşünmek uykumu daha da getirmiş olacak ki farkına varmadan uyuyakalmışım, gözümü açtığımda yanımda Dut yoktu, saate baktım 2’yi geçiyordu, hala sersem gibiydim, tuvalete gitmek için ayağa kalktığım sırada mutfaktan sesler geliyordu. Hiç adetim değildir ama merak edip kulak kabarttım, Kuru’nun sesi geliyordu kısık bir sesle;

“Abi nereden buldun bunu? Çok garip biri.”
“Öyle deme, çok tatlı değil mi ama?”
“Allah için hoş çocuk da senlik biri değil.”
“Zaten aramızda bir şey yok, yani şimdilik.”
“Olması için can attığın her yerinden belli oluyor zaten” dedi Kuru ve gülüştüler. Diyalog gittikçe ilginçleşiyordu, kulak kabartmaya devam ettim.
“Ya öyle tabi de ben bunu yaralı buldum, zaten tanışalı daha iki hafta oldu, tanımaya çalışıyorum.”
“Sen tanımaya mı çalışıyorsun? Dut ne oluyor sana? Önceden olsa işini görür yol verirdin?”
“Bu farklı, çok şefkatli bir kere. Bir de dediğin gibi çok farklı, merak ediyorum onu.” İstemsiz gülümsedim.
“Allah Allah, Lakapsız’a bak hele, Dut’u ne hale getirmiş” dedi Kuru. “Bu isim üzerime yapışmasa bari” diye geçirdim içimden.
“Yaa” dedi Dut utangaç bir ses tonuyla, ilk kez böyle bir şey sezdim Dut’ta.
“Neyse Zehra Teyze ile görüşüyorsun değil mi?”
“Evet, geçenlerde konuştuk telefonda.”
“Soğuk musun hala?”
“Kapatalım ya bu konuyu, ne güzel Emre falan diyorduk?”
“Ona da geleceğiz de sen şunu bir anlat.”
“İyi gibi ya aramız, özlemişler işte, gel diyor.”
“Git işte hatun, etme kadına.”
“Tamam gideriz ya!” dedi Dut ve ayağa kalkma sesi geldi, ben de beni farkederler diye kaygılanıp o yakalamadan önce mutfağa gireyim diye ayak seslerimi duyulur hale getirerek mutfağa doğru yürüdüm.
“Günaydın, sen ne ara kalktın ya?” dedim Dut’a dönüp “uyumadınız mı siz?”
“Uyku tutmadı” dedi Dut.
“Aynen” diye ekledi Kuru.
“Ben işeyip tekrar yatacağım hanımlar, size iyi dedikodular.”
“Ne dedikodusu?” dedi Dut afallamış gibi “bizi falan dinlemedin değil mi?”
“Sizi mi? Ben daha yeni kalktım” dedim kayıtsızca.
“Neyse git hadi sen yat, dedikodu yapacağız biz!” dedi Dut bir taraftan da eliyle kış kışlayarak.

Vücudun gereksinim fazlalıklarını salıvermenin rahatlığıyla vurdum kafayı uyudum tekrar. Bir ara Dut’un yanıma gelmesine uyandım;

“Bitti mi dedikodunuz?”
“Hı hı” deyip sırtını göğsüme dayadı, elimden tutup, karnına bastırdı, bırakmadı sonra elimi.
“Kaldır kafanı” deyip diğer elimi de başının altına koydum. Alışkanlık yaratabilirdi bu uyuma şekli, gerçi Dut başlı başına alışkanlık yaratıyordu günden güne.

Gözümü açtığımda odaya sessizlik hakimdi, hava da kararmıştı, sağıma döndüm, Dut tüm masumiyetiyle yatıyordu hala kolumda. Kalksam uykusu bölünecekti ama daha fazla da yatamazdım, hafifçe kolumu çektim, biraz kımıldadı ama uyanmadı, güzel. Yastığı başının altına koyup çekyatın ayak ucundan kalktım, olabilecek en yavaş hareketlerle. Kapı hemen çekyatın ayak ucundaydı. Ortalık henüz zifiri karanlık olmadığından ve perdelerin de açık olmasından dolayı mutfağa kadar gitmeye yetecek ışık vardı ortamda. Kısa koridoru adımlayıp, mutfağa geçip ışığı yaktım, üçüncü denememde bardakların olduğu dolabı buldum, genelde lavobonun hemen üstünde olurdu bardaklar ama bunlar köşeye koymuşlar, ilginç. Damacanadan pompalayarak su doldurdum bardağa, ses çıkarmamaya çalışınca su gelmiyordu ben de abandım pompaya, sonra da sessizliği dinledim, uyanan olmamıştı. Sandalyeye oturdum, sigarayı içerde unutmama hayıflanıp usulca Dut’un yattığı odaya girdim, montun cebinden sigara ve çakmağı alıp tekrar geçtim mutfağa. Dayanılmaz bir merak hissi ile buzdolabını açtım. Bir şey yiyecek olmasam bile buzdolapları her zaman çekici gelmiştir, kurcalamayı en sevdiğim yerdir. Ortalama bir öğrenci dolabından daha doluydu, yarım kalmış rakı ve votka şişesi bile vardı. Neredeyse ilk kez karşılaşıyordum. Öğrenci evlerinde bir içkinin bitmeden dolaba girmesi pek alışıldık değildir.

“Dünden kalma tavuk var, ısıtayım mı?” sesiyle irkildim. Sanki hırsızlık yaparken yakalanmış gibi hissederek yavaşça arkamı döndüm, dönerken dolabı kapatmayı da ihmal etmedim.
“Yok, canım sıkıldı da öylesine bakıyordum, afedersin.”
“Affetmem!” dedi Kuru gülümseyerek “saçmalama be, aldın mı uykunu?”
“Aldım aldım, sen?”
Gerinip esnedi “çok bile uyudum, normalde bu kadar uyumam. Siz yattıktan sonra odamda biraz kitap okudum, biraz da internette takıldım sonra uyuyakalmışım. Siz de kalkmak bilmediniz arkadaş!”
“Ya dün gece düzgün uyuyamadık da” diye yanıtladım biraz mahcup.
“Hayırdır” dedi gülümseyerek imalı bir şekilde.
Mahcubiyetim daha da artmıştı “ya Dut’un stüdyoda uyuduk da dardı biraz yattığımız yer, bir de sabah gelen olur diye erken kalktık ondan.”
“Hımm” dedi yine gülerek.
“Sigara?”
“Ver yanalım.”
Gergin bekleyişin ardından sessizliği yine Kuru bozdu. Aslına bakarsan tek gerilen bendim ortamda “ne zamandır berabersiniz Dut’la?”
“Beraber? Yok canım ne beraberliği, daha yeni tanıştık sayılır” elim ayağıma dolandı.
“Ne zaman tanıştınız?” diye sorduğunda “sanki cevapları bilmiyorsun?” diyesim geldi, hakkımda muhabbet ettiklerini biliyordum ama iyi rol kesiyordu.
“Daha iki hafta oldu.”
“Nasıl tanıştınız? Kusura bakma sorguya çekiyor gibiyim ama merak ettim, çok farklısınız da Dut’la, yollarınız nerede kesiştiğini merak ettim.”

Hikayeyi başından anlattım. Pelin’i, o geceki sarhoşluğumu, Dut’ta kalışımı, sonraki muhabbetlerimizi, bizim okulda sabahlamamızı, dün geceki konseri. Kâh gülerek, kâh şaşırarak dinledi. Dut muhabbeti bittikten sonra havadan sudan konuşmaya başladık, Dut gibi Kuru da göründüğünün aksine bilgi deposuydu, bir çok konuda bilgisi vardı, özellikle sanat konularında derya deniz! 3.20 ortalamaya şaşmamalı. Muhabbetin koyuluğunu kahveyle pekiştirdik, baya iyi anlaştık Kuru’yla da. Gerçekten mizaç olarak çok farklıydık Dut ve Kuru’yla ama gayet iyi anlaşıyorduk. Sanırım kahkahalarımızın desibel ayarını tutturamadık, Dut gözlerini ovuşturarak mutfağa girdi;

“Allah muhabbetinizi artırsın gençler, neymiş bu kadar komik olan?” diye çıkıştı Dut mutfağa girer girmez.
“N’oldu? Kıskandın mı hatun?” dedi Kuru hala gülerken.
Dut ters bir bakış atmakla yetindi.
“Tamam kızma gel sana da anlatırız” deyip yanıma sandalyeyi çektim “gel bakalım.”
“Yüzümü yıkayıp geliyorum, bana da kahve yapın!” deyip esneyerek çıktı mutfaktan, Kuru da ısıtıcıya su eklemek için kalktı.

Dut geri gelince yanımdaki sandalyeye geçti, Kuru da kahveyi hazır etti o vakte kadar. Başını omzuma koyarak konuşmaya başladı: “Kahkahalarınız içeriye geliyordu, neyden konuşuyordunuz?”
“Havadan sudan” diye yanıtladı Kuru.
“Havanın suyun nesi komikmiş bu kadar?” dedi hala uykulu haliyle.
“Sen uyanınca hep böyle huysuz musun? Al yak bi tane de keyfin yerine gelsin” deyip sigarayı ağzına tutuşturdum “emzikli çocuk gibisin zaten, ağzından düşmüyor.”
“Sen farklısın sanki” dedi ağzında sigarayla. Her kelimesinde sigara bir aşağı bir yukarı sallanıyordu, Kuru’yla birbirimize bakıp bastık tekrar kahkahayı çünkü az önce böyle bir muhabbet geçmişti. “Ne gülüyorsunuz be!” diye bağırdı kafasını omzumdan çekerek. Aramızdaki geyiği ona da açıkladıktan sonra gülümseyip muhabbete ortak olmaya başladı.
“Daha yeni tanışmışsınız Emre’yle” dedi Kuru Dut’a dönerek. “İyi rol yapıyorlar” diye geçirdim içimden. Zaten dedikodumu yapmışlardı ben uyurken.
“Hee.”
“Bu sefer iyisini düşürmüşsün.”
“Ne yani sürekli düşürüyor musun da?” dedim biraz bozularak.
“Yok be, bakma bunun lafına.”
“Yalan mı? 3-5 ay önce bi’ eleman daha vardı, onu da bardan düşürmedin mi?” dedi Kuru alaycı bir ifadeyle. “Bu kadar dobra olunmamalı” diye düşündüm içimden. Gerçi Dut ile aramızda hiçbir şey yoktu ama yine de kötü hissetmiştim kendimi, kıskanıyor muydum ne?
“Ben o elemanı okuldan gözüme kestirmiştim, o gün düşürmedim, zaten kovalıyordum.”
Kafam önde atışmalarını dinliyordum ama dayanamayıp muhabbeti değiştirmek istedim; “kalın uçlu Nokia şarj aletin var mı Kuru?”
“Hala kalın uçlu şarj aleti kullanan insanları görmek, dünyada kalan tek neandertalin ben olmadığımın farkına varmamı sağlıyor, dur getiriyorum.”
“Ne dedi o?” dedim Dut’a dönerek.
“Ne bileyim” dedi Dut omuz silkerek “neandertalli bir şey dedi.”
“Buyur” dedi Kuru elinde şarj aletiyle.
“Sen demin ne dedin ya?”
“Demin mi? Ha, dokunmatikler falan çıktı ama hala eski telefon kullanan benden başka insanlar da varmış onu diyorum. Senin telefonun ne?” diye açıkladı Kuru.
“Haa! Bu işte” deyip telefonumu çıkardım, gözleri parladı.
“Ohaa! N-Gage değil mi bu?” deyip telefona sarıldı “oyunun var mı?”
“Var baya, gir bak oyunlarda.”
“Nereden buldun bunu?”
“Benim emektar, epeydir beraberiz.”
“Vay be! Bir zamanlar efsaneydi bu! Hep almak istedim, satsana bana.”
“Satmam.”
“Helalinden 200 veririm.”
“Daha fazlasını bile teklif ettiler satmadım.”
“300 vereyim?”
“İstediğim büyüklükte dövme bile teklif eden oldu, satmam! Git bul telefonculardan ya! Niye benimkine göz diktin?”
“Bunların temizini bulması zor oluyor, sen kız gibi bakmışsın.”
“Ya bakma, kafasına vurmadan çalışmıyor, mikrofonda sorun var. Şarja takar mısın?”
“Tamam, oynayayım mı bir taraftan?”
“Oyna tabi.”

Kuru oyuna daldı, biz de Dut ile sigara tüketmeye devam ettik. Hava karardığına göre artık dışarı çıkabilirdik Dut’a göre. Kuru araba yarışında son kez yarışırken Dut da içeride kıyafetlerni değiştiriyordu, ben de yatak kurmayı ve kaldırmayı kendime asli görev edinmiş gibi çekyatı eski haline getirmeye gittim. Sabah tepişirken ortalığı da dağıtmışşız, onlara da biraz el attım, mont ve gömleğimi de elime alıp mutfağa geri döndüm. Elimdekileri sandalyenin arkasına atıp sigarayı çıkardım, karınımın gurultusunu dinleyip geri soktum sigarayı;

“Kuru ya, yiyecek bir şeyin var mı?”
“Tavuğu ısıtayım mı?”
“Ben et yemiyorum, başka neyin var?”
“Hmm, peynir zeytin?”
“Çok iyi olur, ekmek var mı yeterince?”
“Var var, Bahar gelmeyince ekmek arttı, yemek de.”
O sırada Dut girdi içeriye “ben yerim tavuk!”
“Tamam sana tavuğu ısıtalım, ben de yerim, Emre’ye de peynir zeytin yediririz.”
“Nasıl ya? Sen hiç tepki vermedin Emre’nin vejeteryanlığına.”
“Hayır, vermem mi gerekirdi?”
“Ne bileyim, ben öğrendiğimde şaşırmıştım.”
“Neyse yiyelim de çıkalım, millet toplanmaya başlar bir saate.”
“Nerede toplanacaksınız?” dedim merakla.
“Bestekar’da” diye girdi araya Dut.
“Neresinde tam?”
“Gidince görürsün.”

*Arkası yarından sonra*
dahası...


Bir süre daha gözleri yumuk vaziyette bana sarıldıktan sonra gözlerini araladı;

“Günaydın” dedi olanca neşesiyle.
“Günaydın!”
“Rahat uyudun mu?”
“Evet, bebek gibi, sen?”
“Aynen, sıcacıksın sen ya! Hiç üşümedim sayende. Beraber uyuyalım hep, üşüyorum ben.”
“N...Nasıl?” kayıtsız bir şekilde bu konular hakkında konuşmasını ciddiye alsam mı bilemiyordum hiç, utandım yine.
“Kahvaltı?” dedi yine lafı değiştirerek.
“Mükemmel olur!”
“Hadi o zaman, poğaçaya talim!” diyerek bir çırpıda hazırlandı, battaniyeyi yerine kaldırdı, koltuğu düzeltti, saat daha 8’e geliyordu, baya erkenciydik.
Meşrutiyet Caddesi’ni üst geçit kullanmadan geçip Ormancı’ya ulaştık, birer iskemle kapıp, çay ve poğaçalarımızı ısmarladık. Tam sigara çıkaracaktım ki bittiğini farkettim, almak için kalkacaktım Dut durdurdu “poğaçalardan sonra içeriz” dedi ve ikna etti. Gülüşmelerle geçen bir kahvaltının ardından birer çay daha söyledik, sigara almaya kalkınca Dut uzattı bir dal;
“Alıp gelseydim.”
“Bunu iç, alır gelirsin.”
“Light mı bu?”
“Evet, biliyorum sen soft seviyorsun ama şimdilik idare et, sonra kalkarız.”
“Tamam o zaman.”
İlk sigaranın ardından bir koşu üstgeçidin ayağındaki büfeden bir paket sigara kapıp tekrar yerime kuruldum, çayları yenilediğimizde muhabbet de yenileniyordu;
“Dut” dedim soran bir ses tonuyla.
“Canım.”
“N’apıyoruz biz?”
“Çay içiyoruz, sohbet ediyoruz” dedi anlamaz bir bakışla “neyi kastediyorsun?”
“Yani tam olarak ne yapıyoruz? Aşağı yukarı on beş gün önce yatağında uyanmamla başladı her şey, sonrasında her gün görüşür olduk. Ben daha kafamdaki Pelin’i bile bitiremeden ne olduğunu anlamadığım bu ilişkiye doğru sürükleniyorum. İlişki de denemez, ne yapıyoruz biz?”
“Hımm anlayalım artık diyorsun. Açık olayım o zaman, seni tanımaya başladığımdan beri ilgim var sana. Neyin ilgisi, neden ilgi onu ben de bilmiyorum, senden çok da farklı değil halim. Ne olduğunu anlamış değilim. Evet iki haftadır nereye gittiği belli olmayan bir arkadaşlığımız var, orası ortada, hatta gittiği yol da ortada. Şikayetçi misin bu durumdan?” dedi. Konuyu gayet ciddi bir şekilde tartışıyorduk, ilk kez Dut ile bu kadar ciddi muhabbetimiz oluyordu.
“Değilim canım, niye şikayetçi olayım ancak kafamın daha çok karışmasına neden oluyorsun. Pelin’e aşıktım ben düne kadar. Tamam o on sekiz günlük bekleme sürecinde soğumaya başlamıştım ama hala içimde Pelin vardı, hep vardı, hala bir yerlerde var. Sonra o alt üst olmuş halimin hemen ertesi günü sen çıktın, sürüklendim durdum. Yaram daha çabuk kapandı, kabul ediyorum. Tam iyileşmiş sayılmam ama gün geçtikçe Pelin’den çok seni düşünür buluyorum kendimi” dedim çaresiz bir yüz ifadesiyle. Gülümsedi bu halime.
“Aynı durumdayız” dedi gülümseyerek.
“Nedir yani bizim durumumuz? Beraber uyuyoruz her fırsat bulduğumuzda, geri kalan zamanlarda da bir yakınlık söz konusu ama tedirginlik de var.”
“Bir şey olmamız gerekiyor mu? Böyle iyiydik.”
“Bravo! Hoşgeldin Pelin.”
“O ne demek?”
“O da demişti ‘adını koymayalım, bir şeye isim verince büyüsü kaçıyor’ falan gibi şeyler. Sonrasında ise ‘arkadaşız biz’ deyip kestirip atmıştı. Senin ondan ne farkın kaldı şu anda?”
“Çok ağır bir itham yalnız bu söylediğin.”
“Bir düşün, aynı durum değil mi?”
“Değil!” dedi Dut kararlı bir ses tonuyla. “Şu anda hala seni tanıyorum, sen de beni ve aramızdaki bu münasebetin arkadaşlığa evrilmesi neredeyse imkansız, en azından benim açımdan. Ben Pelin kadar kaypak davranamam. Sana ilgim var evet, sadece balıklama atlamak istemiyorum. Olur da seninle bir şeyler yaşayamayacağımı anlarım, o an giderim zaten. Gönlümü eğleyip ‘arkadaşız biz’ diyecek insanlardan değilim.”
“Şimdiye kadarki ilişkilerinde nasıldın sen?”
“Şimdiye kadarki ilişkilerin derken?”
“Yani önceki sevgililerin falan.”
“Olmadı hiç.”
“Nasıl yani? Kimseyle birlikteliğin olmadı mı?”
“Ciddi bir şekilde bir ilişkim hiç olmadı. Ara ara takıldığım insanlar oldu, birkaç kez de tek gecelik” dediğinde şaşırdım. Aslına bakarsan şaşacak bir şey de yoktu, Dut’un fıtratı ortadaydı. “Peki ya senin?” dedi, sıra ona gelmişti.
“Çocukken mahallede birisi vardı, Deniz. İki yıla yakın çocukça bir ilişkimiz olmuştu. Mektup yazıyorduk birbirimize, mahallede görüşüyorduk ama ne bir elini tutma ne de bir öpme, öyle birbirimize olan sevgimizi anlatıyorduk mektuplarda. Kavga ediyorduk mahalledeki oyunlar yüzünden, gereksiz kıskançlıklardan falan. Ben de inşaatlardan bulduğum kireçlerle sokağına yazı yazıyordum geceleri, sabah görsün diye. Şiirler yazıyordum, hala tüm mektupları ve şiirler durur evde. Doğum tarihi bile aklımda, 13 Nisan. Evlenmiş ama geçen yaz” derken birden çok eskilere gittiğimi farkettim.
“Sen baya romantik bir insanmışsın! Hiç çaktırmıyorsun.”
“Birkaç kişi daha aynısını söylemişti. Neyse sonrasında 2-3 kişi daha oldu, hatırlamıyorum tam, sonra Damla var işte 6 yıllık platonik aşkım ve Yeliz.”
“Yeliz’den hiç bahsetmedin.”
“O da iki yıllık bir beraberlikti.”
“Canlı kanlı?”
“Evet.”
“Sen de ne aşk adamı çıktın arkadaş, iki yıl nasıl aynı kişiyle çıktın?”
“Bilmem, oldu işte. Hiç tek gecelik ilişkim olmadı, oldum olası da aklım almaz onu.”
“Nasıl yani? Hiç olmamasına mı şaşsam, aklının almamasına mı bilemedim.”
“Şaşacak bir şey yok, neyine şaşırdın?”
“Erkeksin sen, ihtiyaç ayağına yine olmuştur, cidden hiç olmadı mı?”
“O ihtiyaç meselesi de saçma gelir bana. İhtiyaç neymiş ki? İnsan sekse ihtiyaç duyar mı hiç? Seks, sevgi göstermenin bir yoludur kendi kanaatimce. Hal böyle olunca da sevmediğim, ilgilenmediğim, beni sevmeyen biriyle birlikte olmaktan uzak durdum. Sevmeden sevişilmez, benim düsturum budur.”
“Alemsin Emre, gerkçeten. Sen neredeydin bunca zaman?”
“Sağda solda benimle aynı fikirleri savunan insanlar aradım, uzun sürdü arayışım, belki de hiç yoklar.”
“Eğer hiç yoksa şaşırmam, türünün son örneği olabilirsin.”
“Neyse sulandırmadan konuya geri dönelim, nedir yani durumumuz?”
“Birbirimizi tanıyoruz, uygun vakit geldiğinde ki onu da yaşayarak farkederiz diye düşünüyorum, ne olacağını hep beraber göreceğiz.”
“Zamana bırakalım diyorsun.”
“Aynen öyle.”
“Öyle olsun bakalım.”
“Söyle bakalım, buradan sonra ne yapalım?”
“Eve gidip uyuyalım! Gerçi şu an dincim ama az uyuduğumuzdan yorulacağız bir süre sonra.”
“Ohoo ne evcimen çıktın ya! Benim ortamıma gidelim mi bugün de?”
“Orası neresiymiş? Bir de param bitiyor ya, bizimkiler ne zaman harçlık yollar belli değil.”
“Doğru düzgün para harcamayız, hadi nazlanma!”
“Peki öyle olsun bakalım ama çok erken şu anda, nasıl vakit geçireceğiz?”
“Buluruz çaresini, hadi yudumla çayını.”
“Emredersiniz hanımım!”

Kalktık, sokaklarda biraz avare dolaştıktan sonra bir kitabevine girip mizah dergilerinin olduğu kısma yöneldik, 15-20 dakika birbirimize karikatürleri göstererek eğlenmenin ardından biraz kitap bakınıp ve hiçbir şey almadan kitapçıdaki serüvenimizi noktaladık. Dut’un Esat’ta bir arkadaşının öğrenci evi varmış, oraya gitmeyi önerdi, daha parlak bir fikrim olmadığı için yine yönlendirmesine izin verdim. Tırmandığımız bir kaç yokuşun ardından arkadaşının evine vardık, gelirken de aramadı, çat kapı dayanıyorduk kapılarına.
Zili ısrarla çalıyordu Dut, ben de ev sahibini tanımadığımdan biraz çekinerek “pes edelim” dedim ama dinlemedi, zilin canını çıkarmaya devam ediyordu. Sonunda kapı otomatiğinin sesi duyuldu, teker teker tırmandık merdivenleri, 2. Kata gelince kapıda saçları dağılmış, yeşil askılı bodysi, kırmızı kalpli pijaması ve kırmızı ev terlikleriyle bir kız karşıladı;

“Darbe mi oldu amına koyayım? Ne bu telaş?”
“Uyanmıyorsun hatun, ne yapalım?”
“Saat kaç?”
“Dokuz buçuk, ona geliyor.”
“Yuh! Dut harbi dayaklıksın, ben siktirip gidiyorum yatağıma, tek kelime daha etme! Kusura bakma abi ya, hatuna patladık seni unuttuk, sen aldırma benim laflarıma, şikayetim Dut’a, Kuru ben.”
“Kuru? Memnun oldum, Emre ben, malesef lakabım yok” dedim çekinerek, ne diyeceğimi bilemedim.

Kuru ve Dut birbirlerine bakıp kahkahayı bastı “girin hadi içeri” dedi Kuru. Koridordan geçerek salona ulaştık, ortalık biraz dağınık olsa da pasaklı bir hali yoktu. Kül tablalarını topladı Kuru, pencereyi araladı, mutfağa gidince de içeriye seslendi;

“Kahve içen!”
Dut’la birbirimize baktık, “olur” dercesine başımı salladım.
“Bi’ sade bi’ sütlü!” diye bağırdı Dut.
“Sadeyi Lakapsız mı içiyor? Ağzının tadını biliyormuş, tuttum.”
“Teşekkürler!” diye bağırdım içeriye. Dut güldü bu lafıma “ne? Ne demem lazımdı?” dedim kısık sesle.
“Yok canım benim, misafirliğe gelmiş uslu çocuk gibisin de ona güldüm.”
“Ne kaynatıyorsunuz fısır fısır?” diye girdi içeriye Kuru, elinde tepsiyle.
“Akşam çıksak bizim bebelerle diyorduk.”
“Dut ağzına bebe lafı da hiç yakışmıyor, Ankara’lı bile değilsin.”
“Neyse, çıkar mıyız bu akşam?”
“Niyetimiz vardı zaten, sana da haber edecektik, uyanınca” uyanınca kelimesini vurgulayarak söyledi Kuru.
“Tamam ya, bir gün de erken kalkmış ol işte.”
“Kızım ben senin gibi değilim, her sabah düzenli okuluma gidiyorum.”
“Ha bu arada Kuru Hacettepe’de grafik okuyor, ortalaması da 3.20, cidden okuyor hatun” diye açıkladı Dut.
“Vay be!” dedim hayretle, “kaçıncı senen?”
“Seneye bitiyor, bir şey kalmadı.”
“İyiymiş.”
“Emre de Bilkent’te Peyzaj okuyor ama ilginçtir güzel sanatlar bünyesinde” diye beni de tanımladı bir çırpıda.
“Burslu mu?”
“Yok ya, nerede!”
“Ee şimdi benim de uykuyu açtınız, ne yapalım? Kahvaltı ettiniz mi?” dedi Kuru.
“Ettik ettik” dedi Dut “sen uyumaya çalış istersen, biz de PES atarız birkaç el, sonra belki uyuruz biz de.”
Dut lafını açana kadar farketmemiştim, plazma tv ve altında da PS3 vardı, bir de bana ensesi kalın derler “hangi oyunlar var?”
“Ne ararsan” dedi Kuru “biraz düşkünüz de biz.”
“PES atar mıyız?” dedi Dut, kendine güvenir bir ses tonuyla.
“Tavlaya benzemez ama, ezerim!” dedim.
“Elinden geleni ardına koyma!” diyerek televizyona yöneldi, cdlerin arasından PES 12’yi bulup yerleştirdi play stationa “hadi gel.”

Futboldan çok anlamazdım, futbolcu isimlerini bile bilmezdim ama pesi iyi oynardım, hal böyle olunca da ilk maçı 3-1 almasını bildim. Rövanşı da 4-0 aldım, Dut hepten delirmeye başladı, yenilgiye hiç gelemiyordu, Kuru da bizi izleyerek iyice keyiflenmişti. El Clasico’da da Madrid’le 6 atınca Dut delirip üstüme atladı, yastıkla boğmaya kalktı ama aikido bilen birine bu hamlelerin sökmeyeceğini acı bir şekilde gösterdim hanım kızımıza. Kuru da girince işin içine zaptetmesi zor oldu ama ikisini de dizginlemeyi başardım. Son bir maç oynamak için anlaşıp kalktım üstlerinden. Ülkeler arası yapacaktık maçı, ben Jameika’yı seçtim, Dut da Arjantin’i. Kuru tarafından ağır taciz altındaydım, doğru düzgün ekranı bile göremiyordum neredeyse ama o halde bile 0-0 berabere kalmayı başardım! Uzatma ve penaltıları kapadıklarından maç berabere sonuçlandı, Dut da iyice küplere bindi;

“Üçgen düzgün basmıyordu, kaç tane ara pası kaçırdım o yüzden!”
“Hı hı, tabi tabi, hep aynı mazeret, kol bozuktu değil mi?”
“Sen sussana! Sana mı diyorum ben!”
“Oyy tamam tamam, gel oynayalım bir daha, yenileceğim bu sefer, söz.”
“Ya bak bir de taşak geçiyor!” deyip yine atladı üstüme, omzumu ısırdı bu sefer.
“Ben sana böyle yaptım mı Dut tavlada?”
“Yapsaydın!”
“Ya tamam oyun bu.”
“Neyse tamam, geçti sinirim. Saat kaç oldu?”
“12’ye geliyor.”
“Benim uykum geldi ya” dedi Dut esneyerek “ne yapsak? Kuru sizde yeterli teçhizat var mı uyumak için?”
“Bahar dün sevgilisinde kaldı, odası boş, biriniz de burada yatabilir.”
“Ya kızın odayı hiç işgal etmeyelim, bana zaten biraz gıcık, ne zaman geleceği belli olmaz şimdi onun. Biz ikimiz şurada kıvrılsak?”
“Paşa gönlünüz bilir, teklif var ısrar yok. Durun ben pike falan getireyim, Pijama ister misiniz? Gerçi Lakapsız’a göre yoktur ama sana verebilirim.”
“Valla hora geçer hatun, etekle uyumak hiç rahat değil, bir de üst versen bana.”
“Gel, burada giyinirsin hem” diyerek Dut’u odasına götürdü Kuru, ben de çekyatı açmakla meşguldüm o sırada.
“Oh hazır etmişsin yatağı, buyur bu da pike ve yastıklar” dedi Dut, üstünü değiştirip geldikten sonra.
“Hangisine yatacaksın? Buna mı yoksa karşıdakine mi?” dedim diğer çekyatı göstererek.
“Buna sığardık ikimiz de” dedi Dut, hayal kırıklığı sesinden anlaşılıyordu.
“Sen rahat uyu diye demiştim ben.”
“Ben seninle rahatım” dedi Dut yüzü tekrar gülerek.
“Peki o zaman, duvar kenarı benim!”
“Geç bakalım.”

*Arkası yarından sonra*
dahası...


“Selam delikanlı” dedi olanca neşesiyle, içi içine sığmaz bir hali vardı.
“Selam. Söyle bakalım nasıl gireceğiz içeriye?”
“Bunlarla!” dedi elindeki küçük kareler halinde kesilmiş iki tane birinci hamur kağıdı göstererek, üzerinde konserin tarih ve yeri ve bir de etkinliğin kaşesi basılıydı.
“Önden buyrun.”

Biletleri gösterince elimizi kolumuzu sallaya sallaya geçtik Pentagon gibi korunan ODTÜ nizamiyesinden. Daha önce ODTÜ’ye gelmediğim için yürümeyi teklif ettim fakat kabul görmedi, biz de Dut’un yöntemini uyguladık tekrar, otostop. Mimarlık anfiye yakın bir yerde indik, önce bir şeyler atıştırdık, ardından da yine Dut’un ince düşüncesiyle yanında getirdiği biraları içtik, benim neden aklıma gelmediyse gelirken alkol almak? Gerçi Ali ile atışıp çıkınca evden, aklıma hiç bir şey gelmedi, cüzdan ve telefonu aldığıma şükrediyordum. İnsanlar yavaş yavaş kapıya doğru ilerliyorlardı, biz de elimizdeki biralarla kuyruğa girdik. İçeride alkol tüketilmesi yasakmış, o yüzden biraz daha hızlandırdık yudumlarımızı, sıra bize geldiğinde de son yudumları kafamıza dikerek biletleri çıkardık.

Orta halli bir girişin ardından bir kapıdan geçerek küçük sayılabilecek bir anfiye geldik, tiyatro gibi oturum düzeni ve küçük bir sahnesiyle lise müsameresi gibi bir hava vardı ancak oturulacak yerlerin haricinde merdivenlerin bile dolu olması o havayı dağıtıyordu. Biz de merdivenlerde, sahneyi güzel gören yerlere göz gezdirdik, bir nevi keşif sürüşüydü.

Konserin başlamasına daha yarım saat kadar vardı, biz de sigara içmek için anfinin giriş kısmına geçtik tekrar, orada müsade ediyorlardı sigara içilmesine. Bir taraftan sigaralarımız içiyor, bir taraftan da gurup hakkında bilgi alıyordum. O sırada Dut, orada karşılaştığımız bir kaç arkadaşıyla tanıştırdı beni ayak üstü. İçeriden sesler yükselmeye başladığına göre grup çıkıyor olmalıydı, biz de sahneyi net görebileceğimiz bir yere geçtik.
Soluksuz izledim konseri, Dut ise çıldırdı resmen. Uzun zamandır izlemeyi istediği bir grupmuş, arada bir İstanbul’da konser veriyorlarmış, o yüzden konserleri çok değerliymiş, ben Dut’un yalancısıyım. Yalnız solistin davulcu olduğunu görünce çok şaşırdım, emsali pek yoktur sanırım. Basçılarını Kurban grubundan tanıyordum, orada da çok iyi çalıyordu ama bu grupta daha fazla fırsat bulmuş kendisini göstermek için.
İki saatlik müzik ziyafetinin ardından ayrılma vakti gelmişti kampüsten;

“Saat daha erken, ne yapalım?”
“Ya bizim otobüs bitince eve dönmesi sıkıntı, takılmasak bugün?”
“Kaçta bitiyor?”
“00:20 gibi son otobüs var, sarhoş otobüsü olarak da bilinir” dedim gülümseyerek.
“Hmm, o zaman bizde kalırsın.”
“Yanımda yatacak bir şeyim yok, soyacak mısın beni yine” diyerek ellerimi göğüs hizama getirerek çıplak yakalanmış kadın rolü yaptım, utangaç bir ifade takınarak.
“Yok be deli!” dedi omzuma vurarak ve gülerek, “buluruz bir çaresini.”

Yine kandırmayı başarmıştı, Dut’un aklına uyup yine otostop çektik, Kızılay’a kadar tek vesaitle varmayı bildik. İlk hedef Sakarya Caddesi, mutlaka eğlenilecek bir yer vardır. Sezgilerimiz yanıltmadı, İstanbul’da sokak müziği yapan bir grubun konseri vardı, giriş de yok pahasına olunca “madem alkol tüketeceğiz, güzel müzik eşliğinde olsun” diyerek içeri girdik. Vestiyere para vermeyelim diye montlarımızı elimize aldık, diğer elde de biralar ile sahnenin tam karşısında ayakta müziğin keyfini çıkarmaya başladık. Bu sefer de ben arkadaşa rastladım, ayak üstü onunla da muhabbet ettik;

“Aa n’aber Murat?”
“İyidir Emre, dinler miydin sen bunları?”
“Dinlerdim tabi de özellikle konseri beklemiyordum. Aslında ODTÜ’den geliyoruz arkadaşla, rock şenliği vardı. Bu arada Dut, Murat.”
“Rock şenliği mi? Nekropsi izledik demeyin bana! Bu arada memnun oldum, Dut muydu?” dedi Dut’a dönerek.
“Evet Dut, ben de memnun oldum.” Diye yanıtladı Dut içtenlikle.
“Nekropsi konserinde miydiniz?” diye sordu Murat heyecanla.
“Evet.”
“Keşke haber verseydin ya!” dedi hayıflanarak “ben unuttum o konseri, gitmek istiyordum çok!”
“Ben grubu bile bugün tanıdım, Dut ısrar etti, öyle gittik.”
“Sanki beğenmedin!” dedi Dut sitemkar bir şekilde “Ben ısrar etmişim.”
“Beğendim tabi Ak Dut’um, olur mu hiç öyle!” diyerek sarıldım Dut’a, olduğu yerde donup kaldı.
“Ne dedin sen?” dedi hayret ve öfke karışımı bir duyguyla.
“Ak Du..”
“Tamam, tekrarlama, bir daha da deme bana öyle!” dedi kararlı bir ses tonuyla.
Dut’a soru sormanın manası yoktu, istemedikçe kendi hakkında konuşmazdı, ısrarı da sevmiyordu, o yüzden “tamam, afedersin” demekle yetindim.
“Abi sınava hazırlanıyor musun? İki hafta sonra 6. kyu sınavı var biliyorsun, girecek misin?” diye tam vaktinde araya girdi Murat.
“6. kyu ne demek?” dedi Dut anlamaz bakışlarla.
“Aikidoda kuşak renkleri yerine kyular var. 6’dan başlayıp 1’e kadar yükseliyor, sonrasında danlar başlıyor işte.”
“Aikido mu yapıyorsun sen?” dedi hayretle.
“Evet, Murat’la beraber işte. Söylememiş miydim? Her çarşamba akşamı okulun spor salonunda dersler var.”
“Hiç söylemedin ya! Nasıl bir şey aikido? Hep savunma sporu derler ama tüm bilgim o kadar.”
“Murat anlatsın, o 4. kyu, sempaim benim” diyerek topu Murat’a pasladım.
“Ya hep savunma sporu olarak bilinir, öyledir de, hatta saldırı tekniği hiç yoktur aikidoda ama her Japon savaş sanatı gibi bunun da felsefesi var.”
“Hepsinde felsefe var mı bu sporların?”
“Evet var. ‘Do’ var ya bu sporların hepsinin sonunda, o yol demek, ai; uyum, harmoni, ki; ruh, içsel enerji demek. Yani hepsi beraber ruh ile uyum yolu anlamına gelir. Beden ile birlikte ruhu geliştirmek için uygulanır aikido.”
“Yuh! Bu kadar çok manası mı var bu sporun?”
“Evet” diye yanıtladım gülümseyerek.
“Bir hareket göstersene bana!” dedi hevesli bir şekilde.
“Tamam, tut bileğimden.”
“Böyle mi?”
“Evet” diyerek sağ bileğimi elinden kurtardım, diğer elimle havada kalan elini tutup arkasına geçtim, elimle başını göğsüme yasladım, derin bir nefes çektim. Öylece kaldım, hareketin devamını getiremedim.
“Ee bu kadar mı?”
“Ha? Haa sonra işte kafanın yaslı olduğu taraftan itiyorum seni, yuvarlanıp gidiyorsun.” Dedim biraz afallayarak.
“Bu kadar mı? Basitmiş.”
“Evet. Bu hareketin tam adı tachi waza katate dori ai hamni iriminage.”
“Oha! İsmi hareketten daha uzunmuş.”
“Tachi waza ayakta yapılan hareketlere deniyor işte, katate dori, bilek bükme hareketleri, ai hamni, karşılıklı aynı eller kullanılması, iriminage de çevirip, omuzdan destek alarak itmek.”
“Oo baya öğrenmişsin Emre” dedi Murat.
“Arigatou sempai!”
“Tamam tamam bu kadar bilgi bana yeter ama daha önce hiç söylememiştin aikido yaptığını.”
“Fırsatım olmamıştır” dedim gayri ihtiyari.

Kısa bir aikido dersinin ardından Murat arkadaşlarının yanına döndü, biz de müziği dinlemeye devam ettik, bir taraftan da bittikçe biralarımızı yeniliyorduk. Mekandaki üçüncü biralarımızın bitimi, müziğin de bitimine denk geldi, biz de saat

3’e gelirken mekanı terkettik. Dut yürürken yine koluma girdi, önceden sadece şaşırtırken artık kalbimin de ritmini bozmaya başlamıştı bu durum, alkolün de etkisi olsa gerek.

“Nereye gidiyoruz?” dedim bir taraftan da aheste aheste yürüyerek.
“Gel bizim dükkana gidelim, ev çok gözümde büyüdü, taksiye de binmeye gerek yok.”
“Neresi sizin dükkan?”
“Konur Sokak’ın devamında, müzik stüdyosu.”
“Müzik stüdyosunda mı çalışıyorsun? Çok iyiymiş ya! Ne yapıyorsun orada?”
“Randevu saati alıyorum, prova sonraları da aletleri kontrol ediyorum. Boş zamanlarda da kendi kendimize bir şeyler doğaçlıyoruz.”
“Ne çalıyorsun?”
“Davul.”
“Hadi canım?” dedim şaşkınlıkla “davul mu?”
“Evet, niye şaşırdın?”
“Ne bileyim, davulu hep erkekler çalar da...”
“Ya lisede gitara heves ettim de hiç kafama yatmadı telliler, ben de vurmalılara geçtim, hatta lisede kızlardan oluşan bi punk grubumuz bile vardı.”
“Sende de ne cevherler varmış, helal!”
“Mersi canım” dedi şımararak.
“Şımarma hemen, valla bittim ben, orada yatacak yer var mı?”
“Bir tane üçlü koltuk var, yeter bize” dedi ve adımlarını biraz daha sıklaştırdı.

Kısa bir yürüyüşün ardından binanın girişine geldik, çantanın içini biraz yokladıktan sonra anahtarı buldu. Stüdyo alt kattaydı, harekete duyarlı ışığı yakana kadar türlü şebeklikler yaptık, şunun ayarı her ne ise hiç bir zaman tutturamıyorlar. Giriş katta deli bir teyze oturuyormuş, o yüzden çıt çıkarmadan indik merdivenleri. Ellerini duvarda gezdirerek ışığı buldu, kısaca tanıttı iş yerini; sağ tarafta stüdyo, ondan hemen önce kayıt odası, karşımızda mutfak, hemen solumuzda tuvalet ve solda, koridorun sonunda bekleme odası. Bizim de konaklayacağımız yer o odaymış. Önce mutfağa girdik, dolaptan iki bira daha çıkardı “içer miyiz?” dedi, midem tıka basa dolu olduğu için reddettim, ben içmeyince o da boynunu “peki” der gibi büküp biraları yerine koydu.

“Hadi uyuyalım, çok yoruldum ben, bana fazla bu tempo.”
“Aman çok yaşlı sanki hasbam.”
“İdmansızım ben, çabuk kesiliyorum.”
“Tamam, gel” diyerek içerideki odaya yönlendi, üçlü koltuğun sırt kısmındaki minderleri çekti, bir yerlerden de battaniye buldu “imkanlarımız bunlar” dedi koltuğu göstererek.
“Yatış pozisyonumuz nedir?”
“Fatih Akın’ın Im Juli diye bir filmi vardı, orada kaşık pozisyonunun en elverişli pozisyon olduğunu söylerdi Juli, küçük yatakta yatılırken, biz de onu deneyelim.”
“Göster bakalım nasılsa.”
“Geç bakayım köşeye, sırtını da daya koltuğa.”
“Tamam.”
“Aç bakayım kollarını.”
“Böyle mi?”
“Evet” deyip atladı koltuğa, dayadı sırtını göğsüme “ver bakayım şu elini de, haah” diyerek üstte kalan elimi karnına koyup battaniyeyi üstümüze çekti “rahat mısın.”
“Evet, sen?”
“Çook” dedi ve yerine yerleşir gibi gerindi, ardından da iyi geceler dileyip yumdu gözlerini.

Ben de olup bitenlere anlam veremez halde gözlerim fal taşı gibi açık Dut’un ensesine bakıyordum, uykum da kaçmıştı “Dut!”

“Hıı” dedi uykulu biçimde.
“Sen yatağından başka yerde uyuyamazdın hani.”
“Uyuyamam demedim, uyumayı sevmem dedim, elden gelen bu şu anda.”
“Tamam o zaman. Sen ayakkabılarını çıkarmadın mı ya?”
“Yok, ayaklarım üşüyor sonra.”
“Ben ısıtırım, çıkar ayakkabılarını, nasıl rahat ediyorsun öyle?”
“Öff, tamam anne” dedi sitemli bir şekilde ve doğruldu koltukta, bağcıklarını atik bir hareketle çözüp ayakkabılarının topuklarına basarak, ellerini kullanmadan çıkardı, attı koltuğun kenarına. Alelacele tekrar koltuğa girip elimi karnına, ayaklarını da ayaklarımın arasına koydu “hakikatten rahat oldu, dünya varmış.”

“Dut.”
“Hıı”
“Uyudun mu?”
“Hı hı.”
“Ya ne diyeceğim...”
“Ne?”
“Ak Dut’um deyince neden kızdın?”
“Ne zaman?”
“Aikido muhabbeti yaptığımız sırada.”
“Sonra anlatırım” dedikten sonra odaya sessizlik hakim oldu. Sadece soluk alıp verişlerimiz bölüyordu sessizliği.

Dut’un bana karşı olan rahatlığını ben ona karşı takınamıyordum. Elimi nereye koyacağımı bilemez şekilde gergin bir halde kımıldamadan yattım, yanlışlıkla göğsüne falan değer ellerim diye gerildim resmen, yanlış anlar diye. Dut da iyice yerleşti koltuğa, başını da çenemin altına yerleştirdi, iyice sokuldu. Pelin’i düşündüm o sırada, “ne olurdu sanki bir kere böyle uyusaydık” dedim içimden. Özlemiştim Pelin’i, ne yapıyordu acaba şimdi? O arabasına bindiği sakallıyla mıydı acaba? Dut ile günler o kadar yoğun geçiyordu ki Pelin’i daha az aklıma getirir olmuştum ama yine de güneş bizim şehrin üzerinden uzak diyarlara yol aldığında aklıma düşüyordu. Hemen hemen her gece.

Nereye sürüklendiğimin farkında değildim hala. İçimdeki Pelin yaşıyorken Dut ile yakınlaşıyordum. Aslına bakarsan yakınlaşmak da değildi bu, saçma sapan bir ilişkimiz oluşmuştu Dut ile aramızda. Arkadaş olmak için fazla samimi, sevgili olmak için fazla uzaktık. Kafa karışıklığı da cabası. Bir de neden bu kadar üstüme düşüyordu ki? Evinde uyandığım günden bu güne kadar olan beraberliğimizi düşünürken başım döndü. Hem olayların seyrinden hem de alkolün etkisinden olsa gerek. Ne kadar süre Dut’un ensesini izleyerek düşüncelere daldım bilmiyordum, tek bildiğim gözleri yumma vaktinin geldiğiydi, direnmedim.

Sabah uyandığımda Dut sırt üstü yatıyordu kolumun üstünde. Korktuğum başıma gelmişti, sağ elim Dut’un göğsündeydi, utanıp hemen çektim elimi, karnına koydum tekrar. Ben hareket edince Dut da kımıldadı yerinden, uyurken ne kadar da tatlıydı. Ses etmeden ve kımıldamadan bir süre izledim o şekilde. Zayıf olmasına rağmen yanakları biraz dolgundu, tam sıkmalık! Bir süre daha izledikten sonra dayanamayıp öptüm yanağından, o da beni öpmüştü hem, ödeşmek lazımdı, göze göz, dişe diş, öpücüğe öpücük! Öpünce gözlerini araladı, gülümseyerek yüzünü bana dönüp sarıldı “beş dakika daha!” dedi uyku mahmuru haliyle. Bir süre daha gözleri yumuk vaziyette bana sarıldıktan sonra gözlerini araladı;

*Arkası yarından sonra*
dahası...


Devam eden günlerde Dut ile daha sık görüşür olduk, bu görüşmeler genelde internet ve telefon üzerinden olsa da giderek birbirimize alışıyorduk. Onun iş güç, benim okul, ödev derdine üç boyutlu görüşemez olduk, sadece kitle iletişim araçlarını kullanıyorduk. Aslında iyi geliyordu Dut, onun sayesinde Pelin daha az aklıma düşer olmuştu. Okulda da yemeklerimi yalnız yiyordum artık. Zaten bu hafta sadece bir kere aramıştı beraber yiyelim diye, onu da ben reddettim. Bir gün dersteyken Dut aradı, ara verilmesini bekleyerek geri aldım;

“N’aber Emre?” dedi her zamanki neşesiyle.
“İyilik Dut, dersteydim açamadım. Senden n’aber?”
“Sorun değil, haftasonu ne yapıyorsun?”
“Ödev!” dedim yılgın bir sesle.
“Beynin eriyecek ders çalışmaktan, dünyayı sen mi kurtaracaksın? Biraz ara ver de dışarı çıkalım. Hava durumunda haftasonu güneşli diyor, hatta hava 22 derece olacakmış!”

Gerçekten de bu hafta hava hep kapalıydı ve bunalmıştım bu havadan “oha! Çok güzel olurdu, ben de bıktım bu havalardan ama işte teslim etmem gereken bir maket var, çizimler falan tamam da kes yapıştırlar kaldı.”
“Yardım lazım mı?” dedi hevesli bir şekilde.
“Hayır demem” dedim gülerek “ama bu gece sabahlamayı düşünüyordum okulda, buraya gelir misin?”
“Gelirim tabi! Bana da eğlence olur.”
“Tamam o zaman, istediğin vakitte gel, ben burada olacağım.”
2 saat sonra Dut damladı, fakültenin önüne kadar gelmiş. Dersten çıkınca karşımda belirmesine şaşırdım: “Ne işin var burada?”
“Sen çağırdın ya!”
“Yok öyle değil, fakülteyi nereden buldun?”
“Sordum” dedi muzip gülüşüyle.
“Aç mısın?”
“Her daim!”
“Burada mı yiyelim yoksa Ankuva’ya falan inelim mi?”
“İnelim! Akşam için de bir şeyler alırız.”
“İyi düşündün, benim aklıma gelmemişti. Nizamiyeye kimliğini bıraktın mı?”
“Yoo.”
“Nasıl girdin peki içeriye?”
“Otostop!” dedi baş parmağını kaldırarak “ODTÜ’ye, Hacettepe’ye başka türlü almıyorlar, alışkanlık.”
Gülümsedim “Servise daha var, oyalanalım o zaman biraz.”
“Ne gerek var ya? Alt tarafı Ankuva, şuradan otostop çekeriz.”
“Burası Bilkent, pek duran olmaz.”
“Ben otostop çekeceğim de durmayacaklar ha? Yürü gidiyoruz, yolu göster!” dedi kendine güvenir bir şekilde. Dut’un tekliflerine karşı koyamıyordum, bunu da kabul ettim.

Gerçekten de söylediği gibi oldu, beş dakika bile beklemeden bir araç durdu, hem de Jaguar! Ankuva’ya gidiyormuş, bizi de oraya kadar bıraktı. Önce yemek yenecek yerleri dolaşıp ikimize de uyacak yemek aramaya başladık. İyi ki Dut çok etobur değil de sebzeli bir şeyler yemeye kolay ikna oluyordu. Yemekten sonra dışarı çıkıp keyif sigaralarımızı tükettik, markete gitmek için tekrar girmiştik ki uzaktan Pelin’i gördüm, bizim olduğumuz tarafa doğru yürüyordu;

“Hasiktir!” dedim kısık bir sesle.
“Ne oldu?” dedi Dut, baktığım yöne bakarak: “Kim o?”
“Pelin” dedim sesim titreyerek.
“Hadi ya? Sen bu kız için mi yamuldun? Tamam çirkin değil de Prenses de değil yani.”
“Öyle” diyebildim sadece.

Mesafe gittikçe kapanıyordu ama henüz beni farketmemişti. Tam birbirimizin görüş mesafesine girmiştik ki Dut elimi tuttu, her bir parmak arama parmakları denk gelecek şekilde! Pelin’le göz göze geldiğimizde bakışlarını istemsiz elime indirdi;

“N..n’aber Emre?” dedi şaşkın bir şekilde.
“İ..iyidir Pelin, senden? Dedim aynı şaşkınlıkla “tanıştırayım, Pelin, Dut.”
“Merhaba” dedi Dut ve Pelin aynı anda.

Söylenebilecek söz yoktu, Dut hariç hepimiz şok içerisindeydik. Dut’un da keyfi yerinde olacak ki etrafına gülücükler saçıyordu. “Peki o zaman” dedi Pelin “Ben sizi tutmayayım, sonra görüşürüz” sonra Dut’a döndü “tanıştığımıza memnun oldum” dedi.
“Bilmukabele” diye yanıtladı Dut, çok eğlendiği belliydi bu durumdan.

Hepimiz gitmekte olduğumuz yönlere doğru yürümeye devam ettik. Dut elimi bırakmadan ve bana yakın olan omzunun üzerinden bir kez daha arkaya dönüp baktı ve gülerek “hala bakıyor” dedi ve yanağıma bir öpücük kondurdu: “umarım bunu da görmüştür.”

Daha önce de yürürken koluma girerdi ama bu daha başkaydı, resmen sendeledim. Alış veriş arabasını aldım, sanki hiçbir şey olmamış gibi alış verişe başladık. Ne ben ne Dut mevzunun üzerine konuşmadık. Dut arabayı aldı elimden, reyonlar arasında gerçek araba sürer gibi sesler çıkararak ilerliyordu. Abur cubur reyonuna geldiğimizde neredeyse tüm rafları boşalttı;

“Dut bu ne?”
“Bir sürü çikolata, gofret!” dedi çocuksu bir neşeyle.
“Kim yiyecek bu kadarını?”
“Ben!” dedi gülerek.
“Nerene yiyorsun anlamıyorum ki! Nasıl böyle zayıf kalabiliyorsun?”
“Sibel Can diyeti uyguluyorum” dedi ciddi bir ifade takınmaya çalışarak ama kendine hakim olamayıp güldü “yok ya bak göbeğim var” dedi göbeğini şişirerek.
Yine güldürmeyi başarmıştı “başka ne alalım? Şarap falan ister misin?”
“Hayır, ödev yapacağız!” dedi despot öğretmen edasıyla “kahve, kola falan alırız.”

Alış verişi tamamlayıp yine otostopla okula geri döndük. Herkes ödevi son dakikaya bırakmış sanırım, atölye epey kalabalıktı. Bilgisayarlar kurulmuş, maket malzemeleri masalarda, kağıtlar, bilgisayar çıktıları, herkes hazır. Sabahlayacak öğrenciler bir kağıda isimlerini yazıyorlardı, Dut’u da Tuğçe olarak yazdık. Tuğçe, o gün sabahlamayacak, sevdiğim bir arkadaştı, sorun yapmazdı yani ismini kullanmamızı. Aldıklarımızı pencerenin önüne koyduk, bilgisayarı masanın üstüne yerleştirip kullanacağımız malzemeleri hazırlarken Dut da etrafı süzüyordu.

“Ne kadar büyükmüş burası, hangi dersler oluyor burada?”
“Tasarım ve çizim dersleri.”
“Anladım. Ee nereden başlıyoruz?” dedi ellerini ovuşturarak.
“Dur, önce elimizde neler var onlara bakalım, millete de danışalım” diyerek elimdeki eşyaları bırakıp ayağa kalktım.

Ben önde, Dut arkada masaları dolaşmaya başladık. Dut ellerini arkadan kavuşturmuş, denetleme memuru gibi geziyordu masaları. İlgiliydi yapılan işlerle, herkese sorular soruyordu, anlamaya çalışıyordu. Atölyedeki herkesle tanıştı, kendisini çabuk sevdirdiği için ara sıra benden vakit kalan zamanlarda diğerleriyle muhabbet ediyordu. Sadece bana değil, atölyedeki herkese ufak tefek yardım ediyordu.

Artık hepimizin enerjisinin düşmeye başladığı gece geç bir vakitte Dut, hoparlörlerin bağlı olduğu bilgisayardan Cem Karaca – Bindik Bir Alamete şarkısını açtı. Önce hiç birimiz anlamadık, sesi yükseltip ortada oynamaya başladı, sızmak üzere olan kim varsa tuttu kolundan ortaya aldı, hep beraber göbek atmaya başladık. Şarkının sonlarına doğru tüm atölye ayaktaydı, oynamayanlar, oynayanları çembere alıp el çırpıyordu, bir taraftan da kahkahalar yükseliyordu. Şarkının bitiminde ise “kahveler şirketten!” diye bağırıp ısıtıcının düğmesine bastı “biraz mola verin yahu! Uyuyorsunuz hepiniz!”

Gerçekten de ilaç gibi geldi. Herkesin motivasyonu tekrar yükseldi, benim de. Son bir gazla hafta sonu yapmam gereken ödevleri bile tamamlamıştık Dut’la. İşlerin bitmesinin rahatlığıyla bir ara koridora çıkıp bizimkilerle mini kale maç bile yaptık, yorulunca da kendimizi pencere önündeki kaloriferin üstüne bıraktık, oturmak için elverişliydi. Birer sigara yaktık, başını omzuma koydu;

“Bitti değil mi ödevlerin?” dedi uykulu bir ses tonuyla, dudakları iyice büzüşerek.
“Sayende” dedim derin bir nefes alarak.
“O zaman hafta sonu çıkmamak için mazeretin kalmadı” dedi başını omzumdan kaldırmadan.
“Evet kalmadı” dedim gülümseyerek “uyumak istersen alt katta rahat koltuklar var.”
“Yok, dolmuşlar başlamıştır, eve gideyim, biraz uyuyayım sonra duş falan derken akşamı ederim zaten. Akşam ODTÜ’de konser var, gidelim mi?”
“Olur, ben de öğleden sonra gider biraz uyurum.”
Dut’u durağa bırakıp servisle uğurladıktan sonra atölyeye dönüp 1-2 saat kestirdim. Bitkin bir şekilde dersi de bitirdikten sonra soluğu evde aldım. Uyumadan önce duşa girdim ki hem uykuya daha fazla vakit kalsın hem de daha rahat uyurdum. O kadar yorgundum ki kafayı koyar koymaz uyudum, taa ki Dut’un aramasına kadar;
“Alo” dedim uykulu bir sesle.
“Uyuyan güzel, hala uyuyor musun?”
“Hı hı” dedim uyku mahmurluğuyla, gözlerimi bile açmadan.
“Hadi kalk, hazırlan! Konseri kaçıracağız!”
“Saat kaç?”
“6’yı geçiyor, konser sekiz buçuk, dokuz gibi başlar.”
“Daha varmış. Bu arada konser kimin?”
“Daha yok! Hadi anca hazırlanırsın! Konser Nekropsi’nin.”
“Hiç dinlememiştim, nasıl müzik yapıyorlar?”
“Ya onları gelince konuşuruz, hadi ben bir buçuk saate ODTÜ’de olurum.”
“Dur kapama!” diyemeden kapadı.

Kalktım, ayılmak için yüzümü yıkadıktan sonra bir kahve yaptım, sigaramı da yakıp Ali’nin yanına oturdum. Her zamanki gibi bilgisayar başında canavar kesiyordu, kırip miymiş neymiş o kestikleri, ben de anlamadan izlemeye koyuldum, bir taraftan da sohbet ediyorduk;

“Kimle konuşuyordun kanka?”
“Dut’la, konsere gideceğiz de.”
“Allah muhabbetinizi artırsın” dedi bıyık altından gülerek “daha dün Pelin Pelin diye ağlıyordun, hemen başkasını buldun. Sen de az yere bakan, yürek yakan değilmişsin kanka” dedi imalı bir şekilde.
“Yok be oğlum, arkadaşım benim Dut.”
“Sen o Dut’tan pekmez yapmadın mı geçen gün bizdeyken?”
“Saçmalama lan! Filmden sonra uyuduk, Yerde yattım ben.”
“Hadi ya? Çakmadın mı sen buna?”
“Oğlum çakmak falan nasıl konuşuyorsun? Arkadaşım diyorum!”
“Ya bırak kanka ya! Kız vermedi demiyorsun da.”
“Ağzını topla Ali!” sinirim tepeme çıktı, aldım kahvemi odama geçtim. Ali’ye katlanamıyordum artık. Üstümü değiştirip çıktım dışarıya. Yolda tekrar Dut’u aradım, nizamiyede buluşmak için sözleştik, o da çıkmış evden.
Nizamiyede kısa bir bekleyişin ardından Dut küçük pembe çiçekli, basma, diz hizasında mor elbisesi, pembe taytı, turuncu converseleri, hardal rengi kaşe montu ve rengarenk beresiyle dolmuştan indi. Benim ise üstümde kanvas, kahverengi pantolon, süet spor ayakkabı, sarı tişört üstüne kareli kırmızı oduncu gömleği ve deri mont vardı. Dut’un yanında çok sade kalıyordum. İnsanın Dut’a bakınca bile içi ısınıyordu, bir de bana bak!
“Selam delikanlı” dedi olanca neşesiyle, içi içine sığmaz bir hali vardı.
“Selam. Söyle bakalım nasıl gireceğiz içeriye?”

*Arkası yarından sonra*
dahası...


Sadece gülümsemekle yetindim. Son cümlesinin sonu işitilmeyecek yükseklikteydi, sanırım uykuya yenik düştü.

Dizimi başından hafifçe uyandırmadan çekerek yastığa koydum. Yine de uyandı “nereye?” diye sordu, “geliyorum” deyip çıktım odadan. Ali ve Samet her zamanki gibi oyunlarının başındaydı yalnız bu sefer gürültü yapmıyorlardı. Başımı salona uzattım, Ali kaş göz yaptı, “yok bir şey” gibilerinden başımı salladım. Mutfağa geçip iki bardak su kapıp tekrar odaya döndüm. Dut yatağa iyice yayılmıştı, rahatsız etmemek için suları komidine koyup, yorganı üstüne yavaşça örttüm. Yerdeki minderleri birleştirip, battaniyeyi de üstüme çektim. Ellerimi başımın arkasında birleştirip sırt üstü yatarak durum değerlendirmesi yaptım. Kimdi bu Dut? Nasıl hayatıma bu kadar hızlı giriyordu? Gerçi Pelin de bu hızla girmişti hayatıma, ne olduğunu bile anlamadan gelişivermişti olaylar. Göz ucuyla baktım Dut’a, mışıl mışıl uyuyordu, uyurken de çok tatlıydı. Acaba yanında mı uyusaydım diye düşündüm, sonra yatağın darlığı aklıma gelince iyi bir fikir olmadığının farkına vardım. Çok deli uyurdum zaten, kıza rahat vermezdim. Ben de uykuya daha fazla direnmedim. Sudan bir yudum alarak bıraktım kendimi uykunun kollarına.

Sabah uyandığımda Dut hala uyuyordu, hem de nasıl uyumak! Yastığı yere düşmüş, üstü yarı açık, kolunun teki de neredeyse yere değiyordu. Yanağının üzerine yattığı için ağzı yarım açık kalmış. Uyurken bile gülümsetebiliyordu. Pencereyi açık unutmuşum dün gece, içerisi biraz soğumuş. Kalkıp onu kapattım, sonra çıkıp yüzümü yıkamaya gittim. Buzdolabını açtığımda tek eksiğin yumurta olduğunu görünce sevindim, cepte pek para kalmamıştı zira. Hırkamı üstüme geçirip markete gittim. Hazır gelmişken omletlik malzeme alayım da güzel bir kahvaltı yapalım diye düşünüp mantar, yumurta ve süt aldım. Sonra dünden kalan sütün yeteceği aklıma gelince bıraktım sütü yerine. Evde peynir zeytin vardı, mısır gevreği falan karın doyurmadığı için nadiren alırdım zaten, bakındım, başka alacak bir şey bulamayınca kendime küçük bir çikolata aldım. Adetimdir, ne zamanmarkete alış verişe girsem, çıkarken kendimi ödüllendiririm, bunu da genelde çikolata ile yaparım. Eve döndüğümde Dut hala uyuyordu, Ali ve Samet de öyle. Saate bakmak hiç aklıma gelmemişti. Saate baktım daha 10’a geliyordu. Sigara almak için odaya girdim elimdeki poşetleri mutfağa bırakarak. Tekrar Dut’a baktım, yorgana sarılmış yatıyordu. Acele etmedim, yaktım sigaramı ve omlet malzemelerini çıkardım. Severek yaptığım şeylerin başında geliyordu yemek yapmak, bulaşık olmadığı sürece. Mantarları doğradım, yumurta, süt ve baharatlarla çırpıp, yağlanıp kızdırılmış tavaya gönderdim. Annemin mutfağı olsa asla izin vermeyeceği omleti atarak çevirme hareketini, kendi mutfağım olduğundan beri oyun haline getirmiştim. Omletleri hazır ettikten sonra, bir taraftan sigaramı içiyor, bir taraftan da masayı hazırlıyordum. Çayı da demlenmeye bırakıp kitabımı açtım. Samet ve Ali’nin bu saatlerde uyanmayacağını bildiğimden ötürü rahattım. Yarım saat, kırk dakika sonra Dut geldi balkona:

“Günaydın.” dedi uyku mahmuru haliyle.
“Günaydın.” diye yanıtladım kitap ayracını kaldığım sayfaya iliştirirken.
Gerinip esnedi “Donatmışsın yine.”
“Nacizane” dedim, biraz da eserimle gurur duyarak, “hadi elini yüzünü yıka, ben de çayını doldurayım.”
“Tamam geliyoaaayhhh! Amma esnedim. Tamam yüzümü yıkayıp açılayım ben” dedi esneyerek.

Söndürdüm sigarayı, çaydanlığı yanıma aldım. Omletleri de mikro dalga fırında ısıtıp tabaklara servis ettim. Dut bir ayağını altına alarak oturdu masaya. Omletten ilk lokmayı aldıktan sonra yine yutmadan konuşmaya başladı:

“Sen neymişsin ya!” dedi ağzı tıka basa dolu halde.
“Abartma Dut, omlet bu.”
“Benimle evlenir misin?”
Güldüm: “sen de bir omlete kanıyorsun, daha önce kaç kişiye teklif ettin bunu?”
“Reçel ne reçeli?”
“Çilek. Annem yaptı.”
“Maşallah ana oğul ne marifetliymişsiniz.”
“Teşekkür ederiz, bir bardak daha çay?” dememle bardağını uzatması bir oldu. Resmen yemeği bırakıp Dut’un telaşını izliyordum. “Boğulmasan bari bir gün.”
“Yok conom, boğolmom.”
Kahvaltıdan sonra tekrar salondaki koltuklara uzandık. Yattığımız yerden sigaralarımızı tüttürüyorduk.
“Oof çatlayacağım!” dedi göbeğini ovuşturarak.
“Ben dedim sana insan gibi ye diye! Soda getireyim mi?”
“Var mı?”
Yanıtlamadan ayağa kalkıp buz dolabından iki tane soda kaptım “buyur.”
“Çok sağol ya!”
“Ne demek.”
“Saat kaç oldu bu arada?”
Doğrulup telefona baktım: “Onbir buçuk, neden sordun?”
“Salı değil mi bugün?”
“Evet, hayırdır?”
“1’de dersim var, sonra da işe gideceğim.”
“Tamam o zaman ben seni durağa bırakayım, bugün de ben tatil yaparım, ödevim vardı zaten.”
“Gerek yok ya, ben giderim.”
“Yok ya, kaybolursun falan. Hem çıkayım da sigara alayım, bitmek üzre.”
Üstüme hırkamı geçirirken Dut da odadan eşyalarını topluyordu, çabuk bir hamleyle üstünü de değiştirmişti.
“Hazırım, gidebiliriz.”
“Tamam.”

Dut’u durağa bıraktıktan sonra sigara alıp eve döndüm, kirlileri toplayıp attım makineye, ders çalışma hevesi henüz gelmediği için ortalığı toplayarak değerlendirdim vaktimi. Bulaşıkları da yıkayıp yerlerine yerleştirdikten sonra tekrar kitabıma döndüm, çamaşırların yıkanması bitene kadar.

Makinanın sıkma sesine dayanamayan yarı evcil canavarlar sırayla salona döküldüler. Ufak tefek muhabbetlerle geçiştirdiğim bu birliktelik zamanlarını makinanın durma sesiyle yarım bıraktım. Çamaşırları asarken evde dursam da ders çalışamayacağımı farkedip, asma işleminin ardından giyinip çıktım evden. Okula gitmeyecek olsam da buluşacak birilerini bulurdum. Mustafa’yla görüşürdüm belki.

Aradım Mustafa’yı, vakti varmış. İzmir Caddesi’nde buluşmak için sözleştik. Buluşma vaktinden erken gediğim için bir süre yalnız başıma bankta müzik dinledim, çok geçmeden de Mustafa damladı;

“Hayırdır lan? Böyle dertli gibi çökmüşsün” dedi omzuma vurarak.
“Yok lan ne derdi” dedim kulaklığı çıkarırken.
“Ne var ne yok?” dedi yanıma oturduktan sonra.
“Aynı demeyi isterdim de epey gelişme var. O değil de sen neden buradasın?”
“Ya ananem rahatsızlanmış, duramadım ben de. Zaten sıkılmıştım Kıbrıs’ta, nefes alırım diye bir hafta astım dersleri geldim.”
“İyi etmişsin, nasıl şimdi ananen?”
“İyiye gitmiyor ya Emre. Önceden bilirsin hayat dolu kadındı, şimdi kanseri iyice yayılmış, gün sayıyor neredeyse.”
“Üzüldüm ya” dedim elimi omzuna koyarak “bende bile hakkı çok kadının, bir ara beraber gidelim hastaneye.”
“Ailesinden olmayanı almıyorlar ama sağolasın. Ee sen anlat, epeydir görüşmüyoruz, Pelin ne oldu?”
“Ne olmadı ki.”
“Anlat işte çatlatma.”
“Tamam dur, kola alalım, şu aşağıdan da bir puro kapalım da uzun uzun anlatırım.”
“Tamam.”
“Aç mısın?”
“Yok ya, yedim geldim.”
“Hadi o zaman.”

Havadan sudan muhabbetlerle büfeye doğru yürüdük, iyi soğutulmuş bir litre kolayı aldıktan sonra Necatibey Caddesi’ne doğru inen sokaktaki seyyar satıcılardan iki tane güzel vanilyanlı puroyu da kaptıktan sonra eski yerimize dönüp banka bıraktık kendimizi.

“Ee başla bakalım anlatmaya.”
“Başlayayım” dedim koladan bir yudum alarak “geçen hafta Pelin’in bir ödevi vardı, seçmeli ders mi almış ne almış, Autocad’e benzer bir programda çizim yapması gerekiyordu, ben de Pelin’i görürüm diye gittim yanına, hem de bir yardımım dokunur belki diye. Uğraşıyor bu falan, bir türlü işin içinden çıkamadı, kafayı yiyecek. Birkaç ufak komut girdim, Autocad ile aynıymış mantığı, hallolunca bu havaya uçtu resmen sevinçten, ne yapacağını bilemedi falan, ben de yanağımı uzattım, öpücüğümü aldım. Buna benzer bir kaç tane daha sorununu çözünce her seferinde uzattım yanağıma, her seferinde de içten bir şekilde öptü” dedim iç geçirerek.

“O zaman aranız iyi” dedi purodan bir nefes çekerek.
“İyiydi.”
“Ne oldu peki? İyisi mi sen şunu en başından anlat.”
“İlk zamanları biliyorsun zaten, en baştan anlatmama gerek yok. Ortak arkadaş ile tanışmıştık Pelin ile. Ben ilk gördüğümden beri beğeniyordum ama o pek yüz vermiyordu, yani nasıl desem, herhangi bir partiye, konsere çağırdığımda gelmiyordu. Sonra bu güz dönemi başında birkaç kez Kızılay’da, Tunalı’da karşılaştık ama beklenmedik bir şekildeydi, bunun da ilgisini çekmiş olacak ki sonrasında arada bir görüşür olmuştuk. Sonrasında bir barda karşılaşınca muhabbetimiz koyulaştı iyice.”

“Sonra?”
“Sonra işte daha fazla vakit geçirmeye başladık. Beraber ödev yapmalar, okuldan sonra takılmalar derken bir baktım gecem gündüzüm Pelin olmuş. Çok da yakın davranıyor diye ben hepten hem umutlandım hem de gönlümü kaptırdım. Beni de biliyorsun, tutamadım içimde. Vakti miydi, değil miydi hiç bakmadan bir gün haykırdım ben seni seviyorum diye.”
“Nasıl yani? Açık açık söyledin mi? İlan-ı aşk yani?” dedi bir taraftan da gülerek.
“Ne gülüyorsun lan?” dedim tersleyerek. “Aynen öyle yaptım.”
“Tamam kızma, o ne dedi?”
“Demedi bir şey.”
“Nasıl lan? Doğru düzgün anlatsana.”
“Demedi cidden bir şey.”
“Sana bölümündeki arkadaşın da dememiş miydi, söyleme, git öp, bir şey yap ama söyleme diye.”
“Ne yapayım, ben planla yürütemiyorum o işleri, nasıl geliyorsa öyle taşıyor içimden.”
“Sen bu kafayla devam et Emre, daha çok yalnız kalırsın. Sığır gibi atlarsan, açılırsan alacağın sonuç hep böyle olur. Biraz ağırdan sat kendini, cool ol, biraz yanaş, sonra uzaklaş bir süre. Biraz yi davran sonra arayıp sorma. Kendine iyice bağladıktan sonra da bir punduna getirip öpersin, bir şey yaparsın hoop oldu bitti işte.”
“Ben onu yapamıyorum işte.”
“Neyse nasıl açıldın peki?”
“Açılmaya karar verdikten sonra ben evde şaraplanmaya başladım, sonra aradı, kısa sürecek bir işi varmış, beraber o işini hallettik, ardından Sakarya’da ufak bir puba gidip oturduk. Happy hours mu ne varmış, içkiler ucuzdu, biz de birbiri ardına devirdik kadehleri. Masada sadece biz varız, neredeyse mekanda bile sadece biz varız. Bir çift daha vardı ama onlar köşede yiyiştikleri için pek görünmüyorlardı. Ben söylemek için yanıp tutuşuyorum ama cesaret de edemiyorum bir türlü. Biradan devam ettim içmeye, kaçıncı bardaktı hatırlamıyorum, saat geç olmaya başlayınca kalkmaya karar verdik, ben hala söyleyemedim tabi. Kalktık. Kızılayın yolunu tuttuk, tam bir sokak mesafe kalmıştı durakların oraya, ben orada patladım. ‘Yeter ya! Buraya kadar’ dedim biraz sesimi yükseltip. Ne olduğunu anlamadı tabi ama beni kendime getiren cümle bu oldu. ‘Şimdi söylemezsem daha da söyleyemem’ dedim ‘ben seni seviyorum!’ kaldı öylece, bir gülümsedi, bir ifadesiz kaldı, tam anlayamadım. Yüzüne baktım bir karşılık versin diye, ne bileyim ‘ben de seviyorum’ desin, öpsün, sarılsın, bir şey yapsın yani. Yapmadı” purodan derin bir nefes çekip anlatmaya devam ettim “sonra ne dedi biliyor musun? ‘teşekkür ederim’ sadece bunu dedi. Dedim ‘öyle değil, bildiğin seviyorum! Seni düşünmek, seninle görüşmek, konuşmak dışında yaptığım her şey fuzuli geliyor. Senden ayrı olduğum vakitlerde evin içinde volta atıp ofluyorum sadece. Kafayı yemek üzereyim.’ Neymiş efendim, ben onu doğru düzgün tanımıyormuşum, çok boş bir insanmış aslında. Dedim ‘ben de o yüzden bunca zaman bekledim, hemen açılmadım’ diye, ‘tanıyabildin mi bari?’ dedi, dedim yok, nereye tanıyorsun bu kadar zamanda.

‘Keşke içerken söyleseydin bunu, uzun uzun konuşurduk’ dedi, konuşalım hadi diye girdim koluna, otobüs kalmazmış şimdi başlarsak konuşmaya. Farketmez desem de dinlemedi, postaladı. İki yanağımdan da öpmeyi ihmal etmedi.”
“Allah Allah. Başka bir şey demedi mi?”
“Demedi” dedim derin bir nefes puronun ardından.
“Sonra konuşmayı kestiniz mi?”
“Yok, aksine daha da samimi olduk. O muhabbetin akşamına internetten sohbet ettik ki hiç adeti değildir. Sonra ben bunu bizim eve çağırdım yemek yiyelim diye, geldi. Yemekten sonra birer birer çekyatlara uzandık, çok samimi davrandığından ben dedim oldu herhalde bu iş. Farklı çekyatlarda yatarken müasde isteyip yanına geçtim, beraber yatmaya başladık, kolumu başının altına koydum, öylece yattık bir süre. Burun burunayız, nasıl mutluyum, heyecanlıyım. Telefonum çaldı o sırada, açmam gerekiyordu. Konuşurken elimi kaldırdım, bir şeyler anlatıyordum, elini elimin yanına getirdi, öylece baktı bir süre, telefonu kapatınca da ‘ufacık ellerin var’ dedi, ‘ekmek gibi’ sonra da güldü kendince, ufak falan da değil ellerim, anlam veremedim. Sonra elimin üstüne koydu elini, parmaklarımızı ölçüyorduk. Bana hep masum ve sevimli gelir o hareket, içim ısınmıştı resmen o sırada, öpmemek için kendimi zor tutuyordum.”

“Öpseydin oğlum. Kız tüm fırsatları önüne sermiş, neyi bekledin?”
“Ne bileyim, henüz üzerine de konuşmamışız ya, bir tedirgin oldum, ters teperse diye.”
“Ee sonra?”
“Sonrasında ben 18 gün bekledim.”
“Neyi bekledin?”
“Konuşmamızı. 18 gün boyunca o mevzuyla ilgili tek kelime konuşmadık. Yakınlığından zerre eksilmedi, hatta arttı, ben de sandım ki...”
“Ne sandın?”
“Çıkmaya başladık sandım, hep beraberdik yine ama ne bileyim huzursuz da olmaya başlamıştım. Ufaktan huysuzluk çıkarmaya başladım artık, 3-4 gün önce de bir bara gittik. Pelin, ben, Ali, birkaç tane de Pelin’in arkadaşı falan.”
“Ee” dedi gözlerini benden ayırmadan.
“Eesi benim bozuk atmam yüzünden konuşmak zorunda kaldı.”
“Ne dedi?”
“Arkadaşmışız.”
“Nasıl?”
“Bildiğin arkadaş. Hatta abisi gibiymişim, babası gibi. Beni hiç o gözle görmüyormuş, benim de görmemem lazımmış. Birbirimizi kadın erkek ilişkisi haricinde çok seviyormuşuz, böyle kalmalıymış. İsim koymamalıymışız.”
“O nasıl iş ya?”
“Ben de anlamadım.”
“Ne oldu sonra?”
“Sonra ben o barda yığıldım kaldım. Baya bildiğin içime oturdu bu durum. Ben neredeyse çıkıyoruz bile sanarken, arkadaşmışız meğerse. Öyle arkadaşlık mı olur? Resmen taciz ediyordum kızı. Öpüyordum durduk yere, sarılıyordum. Bunlar bardan gitti, beni de götürmeye çalıştılar ama inat edip gitmedim, içmeye devam ettim, kafam nal gibiydi.”
“Evin yolunu nasıl buldun?”
“Bulamadım.”
“Nasıl yani? Beni arasaydın, Rıza’yı falan, ne bileyim, birimiz toplardık seni.”
“Dut topladı sağolsun.”
“Dut ne lan?”
“Bir kız. Beni bardan o gece o toplamış.”
“Nasıl yani?” dedi, anlamamıştı.
“Ya işte ben yere yığılmışım o kadar içtikten sonra, Dut beni evine götürmüş.”
“Seni?”
“Evet.”
“Evine?”
“Evet.”
“Götürmüş?”
“Her kelimeyi tek tek soracak mısın?”
“Hayır da nasıl yani? Anlamadım ben. Sen baya sarhoş oldun Pelin gittikten sonra, kızın teki de aldı seni evine götürdü. Böyle mi cereyan etti olay?”
“Aynen öyle ama sandığın gibi bir sevişme, yatıp kalkma olayı yok. Ertesi gün beraber kahvaltı yaptık, dün de o bizde kaldı. Seni aramıştım ya kek var gel diye, işte sen gelmeyince aklıma Dut geldi, onu çağırdım onunla yedik keki. Sonra da film izleyip, şarap içip uyuduk.”

“Bir şey geçmedi yani aranızda?”
“Hayır geçmedi. Ne geçebilir ki? Kafam hala Pelin ile dolu.”
“Vay be Emre’ye bak! Bardan kız düşürmüş! Pardon kız bizim oğlanı düşürmüş. İlginçmiş ya.”
“Öyle, bu ara gündem karışık.”
“Nasıl peki o kız? Neydi Dut mu? Dut diye isim mi olurmuş?”
“Ya Dut lakabı, herkes öyle bilirmiş Dut’u. Aslında baya güzel, biraz başına buyruk ama bir taraftan da çekingen gibi, tam anlamadım.”
“İlginç gerçekten, neyse benim birazdan kalkmam lazım, dayımlarda yemek var, ona geç kalmayayım. Ne gündem varmış sende de arkadaş, saatlerdir anlatıyorsun bitmedi.”
“Sorma, hadi kalkalım o zaman, yavaş yavaş gideriz.”

*Arkası yarından sonra*
dahası...


Yarım saat kırk dakika kadar sonra Dut aradı.

“Emre Ümitköy Köprü’yü geçiyoruz şu an.”
“Tamamdır Dut, 3. Durakta ineceksin, ben de evden çıkıyorum.”
“Tamam, ben AVMnin önünde beklerim.”
“Aç mısın?”
“Aslında açım ya, kek o yüzden cezbetti biraz da.”
“Tamam, yemek de var.”
“Ev hanımı olmuşsun iyice.”
“İş başa düşünce mecbur. Hadi kapatıyorum, görüşürüz.”
“Görüşürüz.”

Hırkamı ve ayakkabılarımı giyerek çıktım dışarıya, Süheyla Teyze görevinin başındaydı, selamlaşmanın ardından yine duvardan atlayarak ve komşu sitenin binaları arasından Dut’un indiği durağa geldim. Ben vardığımda otobüs ayrılıyordu, Dut’u gördüm, rengarenk bir beresi vardı, diz altı şile bezinden etek, turuncu uzun bir hırka, turuncu converseler ve sırt çantası. Bereninn önünden perçemlerini çıkarmış, beni görünce gülümsedi, el salladı. İçten bir öpüşmenin ardından eve doğru yürümeye başladık.

“Çok uzak mı ev?”
“Yok, değil.”
“Sana ne oldu? Niye keyfin yoktu?”
“Kız meselesi ya, anlatırım bir ara.”
“Ohoo beyimiz aşık mı olmuş?”
“Gibi. Gel şu duvardan atlayacağız.”
“Bu ne ya? Ciddi olamazsın. Nasıl gidiliyor sizin eve? Bir daha gelmeye kalksam bulamam evi.”
“Ben de o yüzden seni bu şekilde getiriyorum zaten.”

Ben anahtarı ararken omzuma bir tane vurdu. Bu kızın neşesi hiç eksilmiyor her halde. Çantasını bulduğu bir köşeye attı ve hemen koltuğa kuruldu.

“Ee evin hanımı, donat bakalım masayı!”
“Sizi balkona alalım o zaman hanımefendi.”
“Tamam. Elleri nerede yıkıyoruz?”
“Hemen orada, banyoda.”
“Ben daha şaşalı ev beklemiştim, bildiğin öğrenci eviymiş burası.” bir taraftan konuşuyor, bir taraftan da odaları geziyordu, “Hop pardon, bu oda doluymuş.”
“Samet o. Uyanmış mı?” dedim kafamı Dut’un olduğu tarafa uzatarak.
“Yok uyuyor hala. Bilgisayar niye kucağında? O nasıl uyumak?”
“Aldırış etme” deyip ocaktaki yemekle ilgilenmeye devam ettim.
“Hangisi senin odan?”
“En sondaki.”
“İki kişi mi kalıyorsunuz burada?”
“Yok üç. O gün yanımda gördüğün uzun eleman da burada kalıyor, Ali.”
“Anladım. Odan güzelmiş. Benimkinden geniş hiç yoktan.”
“Yetiyor ya işte. Gel yemek ısındı.”
“Geldim. Ne kadar buranın kirası?”
“Maliyeden mi geldin sen? 500.”
“İyi fena değilmiş. Oo yemek de güzel görünüyor. İçecek bir şeyin var mı?”
“Dur, kola soğumuştur” dememin ardından bardakları da masaya koyup kuruldum sandalyeye. “Ee nasıl olmuş yemek?”
“Muhtöşöm!”
“Ağzındakileri bitir önce! Kıtlıktan çıkmış gibisin.”
“Ne yapalım, bizim evde yemek yapan yok.”
“Siz kaç kişi kalıyorsunuz evde?”
“İki ama bu ara Aylin’in sevgilisi de bizde. Bir bardak daha kola versene.”
“İyice doyurma karnını, kek var daha.”
“Sen cidden kek mi yaptın şimdi? Bunu da mı sen pişirdin?”
“Evet, neden şaşırdın ki?”
“Ne bileyim, maşallah.” dedi lokmasını yuttuktan sonra “Ellerine sağlık, çok güzel olmuş.”
“Kek?”
“Dur biraz nefes alayım! Off amma yedim, çatlayacağım!”

Yemek bitince içerideki koltuğa uzandı, yemeği fazla kaçırdı sanırım ya da birden yüklendiği için böyle oldu. Ben de fırından keki çıkarıp tabaklara servis yaptım. Salondaki orta sehpasına koyup diğer çekyata uzandım. Kolayı, bardakları ve Dut’un yeme alışkanlığından dolayı peçeteyi de ihmal etmeden sehpaya bıraktım. Bir süre televizyondaki saçmalıklarla dalga geçerek uzandığımız yerden geyik
yaptık. Sonra galiba Dut’un midesinde kek için yer açılmış olacak ki tekrar doğrulup keke yöneldi.

“Emre bunu kendin yaptığına emin misin?”
“Evet, neden?”
“Bunlar inanılmaz! Türk kahvesi mi bunun içindeki?”
“Evet ve ceviz.”
“Çok iyi ya!”
“Afiyet olsun ama şu yanaklarını sil, peçete getirdim bak.”
“Ya karışmasana! Böyle tadı çıkıyor bunun” derken yanağındaki kek kırıntıları tabağa düşüyordu, her yerinin sosa bulandığını söylemeye gerek bile yok.
“Peki sen bilirsin.”

Kapı açıldı, gelen Ali’ydi: “Ekildim amına koyayım ya!”

“Hayırdır?” dedim, bir taraftan da kaş göz yapıyordum yalnız olmadığımı göstermek için.
“Yok işi varmış, yok zaten gün boyu berabermişiz. Kafeden sonra şutladı beni, eve gitmedik. Ah çok pardon ya, misafirim var deseydin ya kanka, gelmezdim ben.”
“Yok sorun değil, merhaba Dut ben.”
“Dut mu? Ben de Ali.”
“Memnun oldum.”
“Ben de.”
“Neyse kanka ben odama gidiyorum, siz takılın.”
“Yok ya farketmez, biz geçeriz benim odaya, geç sen bilgisayarına. Kek var fırında.”
“Eyvallah kanka.”
“Geçelim mi odaya?”
“Olur.”

Dut çantasını kaptı ve odaya benden önce girdi. Kapıyı kapatıp üzerini değiştirmek için müsade istedi. Ben de o sırada mutfak dolabındaki zulama baktım ama şarabın yerinde yeller esiyordu!

“Ali! Burada şarap vardı, gördün mü?”
“Nerede kanka?”
“Burada, dolapta.”
“Kanka onu içtim ben ya, kusura bakma, yerine koyacağım ama.”
“Aferin Ali, aferin.” dedim sinirlerime hakim olarak. Tam ağzımı açıp bir şeyler söyleyecektim ki Dut içeriden seslendi, giyinmesi bitmişti. Bu sefer gecelik değil bir pijama altı ve eski soluk bir tişörtü vardı üstünde.
Biraz çekingen gibiydi odaya girdiğimde, öylece ayakta dikiliyordu. Çoraplarını da çıkarmış, ayak baş parmaklarını birbirinin üzerinde gezdiriyordu. Misafirliğe gelmiş çocuk gibi mahcup, elini ayağını koyacak yer bulamıyordu. Dut’tan beklenmeyecek bir tutum.
“Otursana, ne dikiliyorsun?”
“Nereye oturayım?”
“Geç yatağa otur işte.”
“Ne bileyim, belki sevmezsin yatakta oturulmasını, yerdeki minderlere de oturabiliriz diye düşünmüştüm” dedi yerdeki minderleri göstererek.
“Yok canım, keyfine bak. Dur ben kül tablası getireyim, Ali hepsini yıkamış. Kola falan getireyim mi? Aslında şarabım vardı ama bitmiş, kusura bakma. Tek ikram edebileceğim kola” dedim biraz mahcup bir şekilde.
Çantasını açtı, iki şişe kırmızı şarap çıkardı: “Ben hazırlıklıyım” dedi yine muzip bir gülümsemeyle.
“Süpersin! Kadeh getireyim ben.”
“Gerek yok ya! Şişeden içerdik, içersin değil mi?”
“Olur, dur ben tirbişonla kül tablası getireyim” diyerek odadan çıktım, döndüğümde yatağa kurulmuştu.
“Biraz yerleştim ama...”
“Yok canım yerleş ama bana da yer aç” yatağın baş tarafına geçtim, yastığı ve yorganı uygun şekillerde katlayarak ikimiz için de rahat bir şekle soktum yatağı, “rahat mı böyle?”
“Rahat rahat. Ne izleyelim?”
“Anime sever misin?” dedim. Bir taraftan da bilgisayarı açıyordum.
“Çok fazla izlemedim. Sadece Death Note izledim, o da iyiydi. Sonra istedim izlemek ama ne bileyim, hiç fırsatım olmadı.”
“İster misin izlemek?”
“Olabilir ama kaç bölüm? Uzun sürmez mi?”
“Yok sinema şeklinde, uzun metraj. Hayao Miyazaki filmi.”
“Aa duymuştum o adamı, hatta izledim bir tane filmini. Neydi adı? Hah, Ruhların Kaçışı!”
“En meşhur filmi o zaten. O zaman Ponyo’yu izleyelim mi?”
“Hadi başlat!” deyip iyice kuruldu yatağa.

Komidini ikimizin de rahat görebileceği bir yere çekip bilgisayarı da üzerine koydum. Şarabı açtım, kül tablasını ve şarabı aramıza aldım. Çakmak, sigara ve battaniyeyi de Dut’a verdim, ışığı kapatıp büyük abajuru fişe taktım. Her şey tamamdı, ihtiyaç molası haricinde yataktan kalkmaya gerek yoktu. Filmi başlatıp
yerime mevzilendim. Alt yazı başlarda sıkıntı yaratsa da biraz çabanın ardından düzeltmeyi başardım.
Kıkır kıkır gülüyordu: “Saçlara bak! Benimkilere benziyor, ne tatlıymış Ponyo.”

“Aynen.”
“Valla yenir bu.”
“Ee saat daha erken, bir film daha?”
“Olur” dedi. Sanırım şarap mayıştırmıştı, iyice yayıldı yatağa.
“Toparlan biraz ya! Miyazaki’den devam ediyoruz o zaman. Sıradaki film Komşum Totoro.”
“Gönder gelsin.”

İkinci filmi de bitirdiğimizde ikinci şarabı da yarılamıştık. Yatağın rahatlığı ve battaniyenin verdiği sıcaklık şarapla birleşince hepten mayıştı. Normal şartlar altında bu kadar erken uykum gelmezdi ama erken kalkınca benim bile uykum geldi. Uykuyu dağıtmak ve sigara dumanını bir nebze olsun odadan arıtmak için kalkıp pencereyi araladım, başım hafiften dönüyordu, ayağa kalkınca farkına vardım. Yatağa geri döndüğümde Dut tüm battaniyeyi üstüne çekti, dizime yattı. Kolumu omzuna koydum, gözleri kapalı bir şekilde konuşmaya devam etti:

“Anlat bakalım aşık, derdin ne senin?” dedi gözlerini açmadan.
“Derdim falan yok.”
“Sabah canın sıkkınmış, öyle dedin.”
“Ha onu diyorsun.”
“Evet, onu diyorum.”
“O zaman sana bir masal anlatayım” diyerek şaraptan bir yudum daha çektim. İlgisini çekmiş olacak ki gözlerini açıp yüzünü bana doğru döndü.

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde Kaf Dağı'nın ardında bir krallık varmış. Bu krallıkta herkes sevgi, barış, kardeşlik içinde yaşamasa da hayatlarından memnun bir şekilde yaşayıp gidiyorlarmış. Günün birinde yolu krallıktan geçen bir ozan, hem para kazanmak hem de uzun yolun yorgunluğunu atmak için bir süre orada konaklamaya karar vermiş. Önce hana gitmiş, kalacak yer ayarlamak için. Hancı ile yemek ve kalacak yer karşılığı geceleri orada çalmak için anlaşmış.
Kısa bir sürenin ardından aklına gitmek düştüğü zamanlarda, pazarda kimsenin dilinden düşürmediği beyaz tenli, turuncu bukle bukle saçlı, minyon, güleç yüzlü Prenses’e rastlamış. Kızıl Prenses derlermiş ona, herkes çok severmiş, o da herkesi. Beğenisini gizleyememiş Ozan. Hayranlıkla seyretmiş Prenses’i. Kısa bir süreliğine göz göze gelmişler, gülümsemiş Prenses herkese gülümsediği gibi. Gidememiş Ozan. Hancıyla olan anlaşmasını bir süre daha uzatmış. Tekrar görebileceğinden emin olmasa da öyle bir olasılığın varlığı bile Ozan’ı krallıkta tutmaya yetmiş. Birkaç kez daha pazarda rastlamış Ozan Prenses’e. Prenses’in de dikkatini çekmiş Ozan.

“Aaa evet, Pelin de kızıl saçlıydı, şu bardaki kız.”
“Evet ama seninkinden koyu.” dedim elimi saçlarında gezindirerek.
“Vay be! Bu arada sen bunu şu anda mı uyduruyorsun yoksa yazdın mı bir kenara?” dedi gözlerini kocaman açarak. Uykusu açılmıştı sanırım.
“Yazdım. Aslında ben böyle ufak tefek hikayeler, masallar yazıyorum arada bir.”
“Süper! Beni de yaz!” dedi gülümseyerek ve gözlerini kısarak.
“Neden olmasın? Devam edeyim mi?”
“Et et!” dedi çocuksu bir telaşla.

“Merhaba!” demiş narin bir ses ile.
O kadar diyar gezmiş, o kadar farklı dillerde şarkılar işitmiş Ozan için Prenses’in sesi şimdiye kadar söylenmiş tüm şarkıların melodisinden çok daha güzelmiş. Aklını başına toparladıktan sonra cevap verebilmiş Ozan “m.. merhaba!” heyecandan sesi titriyormuş.
“Krallığımıza yeni geldin herhalde, daha önce sana rastlamamıştım.”
“Evet leydim, birkaç haftadır buradayım, yolculuğuma devam etmeden önce biraz para kazanmak, biraz da dinlenmek için krallığınızda konaklamaya başladım.”
“Anladım, ne iş tutarsın?”
“Ozanım leydim, diyardan diyara şarkılarımı gezdiririm.”
“Ne mutlu bize ki senin gibi bir ozan krallığımıza şeref vermiş. En son dört yıl önce gezici bir tiyatro ile gelmişti bir gurup müzisyen. O günden beri yeni müzik dinleyememiştim. Saraydaki müzisyenler hep aynı şarkıları çalıyorlar. Bir gün benim için çalmak ister misin?”
“Büyük bir zevkle leydim!” yüreğinin atışını tüm vücudunda hissediyormuş Ozan.
Hemen parşömenlerini çıkarıp daha önce yazdığı, diğer diyarlarda dinlediği şarkıları tekrar etmeye başlamış. Günlerce çalışmış. Gece handa çaldığı sıralarda ise bu tekrar ettiği şarkıları çalıyormuş. Hancı bu değişimi fark edince gösterisinin ardından kenara çekip;
“Hayırdır genç, şarkıların değişmeye başladı? Yanlış anlama, bu şarkıların ilklerinden çok daha güzel ancak kulak aşina olmayınca merak ettim." diye babacan bir tavırla Ozan’ın omzuna elini koyarak sormuş.
“Prenses için şarkı listesi oluşturuyorum, yarın akşam onun için çalacağım” demiş ağzı kulaklarında.
“Çok güzel!”
“Hancı da bizim Halil Amca mı?” dedi gülümseyerek.
“Hiç öyle düşünmemiştim ama olabilir.”
“Baksana babacan, tatlı bir adammış! Kesin bizim Halil Amca o.”
“Hadi öyle olsun.”

Prenses daha önce hiç duymadığı şarkılar karşısında hayranlığını gizleme gereksinimi duymadan kendinden geçmiş. Daha önce hiç duymadığı diller ve tınılarda şarkılar varmış Ozan’ın listesinde. Bu yüzden Prenses daha sık çağırır olmuş Ozan’ı. Sadece şarkılarını dinlemiyor aynı zamanda daha fazla vakit geçiriyormuş. Derdini, sevincini, öfkesini paylaşıyormuş. Babasını da ikna ettikten sonra Ozan’ın saraya taşınması için gerekli olan her şey yerine getirilmiş.

Ozan çok neşeliymiş. Prenses’le sürekli görüşebiliyor, içten içe yaşadığı aşkı da gitgide alevleniyormuş. Tanımak istemiş Ozan Prenses’i. İzlemiş, gözlemlemiş, ne anlattıysa dinlemiş, ezber etmiş. En ufak detayına kadar ağzından çıkan her kelimeye dikkat etmiş. Duyarlı olmuş, iyi insan olmuş, güvenilir olmuş Prenses’e karşı. Ancak Prenses’e dokunmak istiyormuş Ozan. Daha yakından sevmek. Sarılmak, koklamak. Dayanamamış, beraber çıktıkları bir gezintiden dönerken açmış ağzını yummuş gözünü. İlan-ı aşk yapmış. Haykırmış hatta aşkını. Onu düşünmeden edemediğini, aklını yitirecek gibi olduğunu bazen. Prenses ise teşekkür etmekle yetinmiş. Akşam yemeğine geç kalmamak için acele etmesi gerekiyormuş;

“Oha! Harbiden ilan-ı aşk mı yaptın?”
“Evet. Ben biraz fazla açık sözlüyüm de böyle durumlarda. Garip garip oyunlara gelemiyorum, ne hissediyorsam, ne demem gerekiyorsa söylüyorum.”
“Helal olsun!” dedi coşkulu bir sesle.
“Dalge geçme be!”
“Ne dalgası, senin yaptığın olması gereken işte. Herkes bu kadar açık olsa ya!”
“Neyse devam ediyorum.” deyip şaraptan bir yudum daha alıp anlatmaya devam ettim.
“Bunu neden gezimizin başında söylemedin?”
“Söyleyemedim, şu an bile dile getirmesi çok zor inan.”
“Bunu bir ara uzun uzun konuşalım.”
“Hadi konuşalım.”
“Yemeğe katılmam gerekiyor, sen odana git, sonra konuşuruz.”

Boynu bükük kabul etmiş Ozan. Elinden daha iyisi gelmiyormuş. Ondan sonraki her gün için çalgısının üzerine bir çentik atmış Ozan, konuşacakları günü bekleyerek. Bu arada da Prenses Ozan’a olan yakınlığı ve ilgisinden hiç bir şey kaybetmemiş, daha önceden nasılsa hala aynı, bilakis çok daha yakın davranıyormuş. Çimlerde uzandığında Prenses de yanına uzanıyormuş, sevgi dolu bir biçimde. Bu ve benzeri durumlardan ötürü Ozan sürekli aklından olumlu düşünceler geçirmiş. 18. çentiğin olduğu gün Ozan çekine çekine Prenses’i hana çağırmış. Ne de olsa bir prenses için çok farklı ve soyluların olmadığı bir ortammış. Ozan, 18 gündür duyguları hakkında tek bir kelime etmemesinden dolayı Prenses’ten bir kelime alabilirim umuduyla gözünün içine bakıyormuş.

Sonunda “seninle bir ara konuşmak istiyorum.” demiş Prenses, kararlı bir ses tonuyla.
“Ne hakkında?”
“O günkü söylediğin şeyler hakkında” demiş Prenses.
“Peki, konuşuruz” demiş Ozan. Kırgınmış çünkü bu zamana kadar beklediği için. Kırgın bir vaziyette oturmuş tabureye.
“Yani o gün söylediklerinle alakalı, daha önce kimse bana bu kadar değer vermedi.”
“...”
“Ben de seni çok seviyorum ama abimmiş gibi, en yakın arkadaşımmış gibi, babammışsın gibi. Sürekli yanımda ol istiyorum, sürekli sana dokunmak istiyorum, her şeyimi seninle paylaşmak istiyorum. Çok iyi bir insansın.”

“Bunu dedi mi cidden?”
“Dedi.”
“Cık cık cık. O ne demekmiş ya?”

“Zaten iyi bir insan olduğum için yıllardır yalnızım ben” demiş Ozan, biraz sitemli, biraz kırgın bir ses tonuyla.
“Seni cinsiyetsiz olarak görüyorum ben. Eğer seni erkek olarak görsem ve ilişkimizi bunu üzerine kursam bir gün gidersin. Adını koyunca bir şeylerin, ölüyorlar.”
“Adını koymayız biz de. Böyle severiz birbirimizi.”
“Ben seni, senin beni sevdiğin gibi sevmiyorum ama.” demiş Prenses.
“Sevme!” demiş Ozan. “Ben daha önce birisini tam 6 yıl hiç bir karşılık beklemeden ve yılmadan sevdim. Ben bıkmam sevmekten.”

“Yok artık!”
“Nasıl yok artık?”
“6 yıl platonik mi takıldın?”
“Evet.”
“Hadi ya? Gerçekten ilginçmişsin. Dur bakalım daha neler öğreneceğiz.”

“Öyle olmaz!” demiş Prenses. “Ben o sevginin altında ezilirim.”
“Elimden daha iyisi gelmez” demiş Ozan, “tek yapabileceğim seni kendi kendime sevmek.

Sonrasında arkadaşlarıyla birlikte gitmiş Prenses. Ozan da orada öylece kalakalmış. Kafası allak bullak, düşünemez vaziyetteymiş Ozan. Prenses gittikten sonra kendini hanın barındaki tabureye bırakıp bir testi daha şarap istemiş hancıdan. Onun da yarısını tükettikten sonra Ozan, testinin sonunu getiremeden çıkmış mekandan. O kadar sarhoşmuş ki ayakta duramıyormuş. Basamaklardan yuvarlanmış, tam orada sızacakken onu uzaktan izleyen ve o handa kalan bir kız onu kendi odasına kadar götürmüş. Ozan, şarabın da etkisiyle nerede olduğunu bile farketmeden uyumuş kalmış.

“Aa ben!” dedi gülümseyerek, yalnız artık gözleri kapanmak üzereydi.
“Evet, sen” dedim gülümsemesine karşılık vererek.

Sonraki gün Ozan Prenses’i görmek için krallıkta dolaşmaya başlamış, sormuş soruşturmuş ancak Prenses’ten ses soluk yokmuş. Her gün buluştukları vakitte, her zamanki yerlerine gitmiş ancak orada da yokmuş. Tam artık saraydaki odasına gidecekmiş ki yolda bir arkadaşına denk gelmiş. Arkadaşı, Prenses’in odasında olmadığını, dışarıda olduğunu belirtmiş. Ozan çaresiz hanın yolunu tutarken uzaktan Prenses’i görmüş. Saraydan çıkıyormuş, yanında daha önce hiç görmediği soylu birisiyle. Demek ki beni görmek istemiyor diye düşünmüş Ozan. Madem öyle ben de bundan sonra rahatsız etmem, kendime rağmen, sevgime rağmen terkederim krallığı demiş. Günün birinde belki canı yandığında, ona değer birinin varlığını aradığında peşime düşer, haber salar, “gel” der demiş.

“Hala medet mi umuyorsun ondan?” dedi mayışık bir şekilde, ağzından kelimeler zor dökülüyordu.
“Evet. Bilmiyorum. Çok kaptırdım kendimi, hala sağlıklı düşünemiyorum.”
“Boşver ya, sürüklenip durma kızın peşinde.”
“Sen de haklısın da uzun zaman sonra ilk kez böyle bir his oluşunca, istemsiz bu hale geliyorsun.”
“Zaten salak karı kıymetini bilmemiş baksana.”
Güldüm “kıymetini bilmemiş derken?”
“Dünya üzerinde bir çok kadın öküz erkeklerden şikayetçi, bir de sana bak! Masal bile yazmışsın be! Bana bir şiir bile okuyan olamadı, bırak yazmayı.”
“Olmuştur illaki.” dedim teskin edercesine.
“Yok, olmadı. Bana aşık olsana sen” diyerek sırıttı “ben kıymetini bilirim bak, valla! Bana yaz masalları.”
Sadece gülümsemekle yetindim. Son cümlesinin sonu işitilmeyecek yükseklikteydi, sanırım uykuya yenik düştü...

*Arkası yarından sonra*
dahası...


O kafayla sabaha kadar uyumuşum. Gece iki kez su için bir kez de çişe kalkmamı saymazsak sabaha kadar deliksiz uyudum. Su ve ihtiyaç molaları haricinde bizim yarı evcil canavarların bağırtısını hiç duymadım.
Bitkin uyanacağımı düşünmüştüm ama bilakis enerjim tavandı. Yüzüme vuran güneşe bile sövmedim yatakta doğrulurken. “Şu perdenin 20 santim daha uzununu bulamadın değil mi?” dedim içimden. Su! Yeliz’in beni terkederken ardında bıraktığı neredeyse tek işe yarar şey; uyurken yanı başıma su koyma alışkanlığıydı her halde. Yarım litrelik pet şişeyi kafama diktim, yarısında soluk soluğa indirdim şişeyi. Önceden bardak koyardım yanıma ancak sabaha kadar sigara kokusu sindiği için Yeliz’den miras bu alışkanlığı kendimce geliştirmiştim. Uzanıp telefonumu aldım. Ne bir cevapsız çağrı ne de mesaj. Saate baktım sekizi biraz geçiyordu. Kalktım, yüzümü yıkadım, odaya dönünce gardrobun önünde kalakaldım. Doğru düzgün giyecek bir şeyim kalmamış, yıkamak gerek.

Renkleri tutan kıyafetleri üzerime geçirip pijamalarımı yatağın üzerine attım ve çantamı alıp çıktım dışarıya. Derse daha iki saat vardı ancak evde vakit geçirmeyi sevmiyordum. 15 dakika içinde Bilkent Köprü’ye ulaştım, okulun servisini beklerken geçen araçları izliyordum. O sırada bir arkadaşla göz göze geldik, yavaşladı, neredeyse durmasına fırsat vermeden atladım arabaya.

“Hayırdır Emre? Ders bir buçuk saat sonra.”
“Ya erken uyandım, kahvaltı edeyim dedim. Sen de erkencisin.”
“English 102 ya, dert oldu. Bu sefer ödevleri vaktinde vereyim de bitsin artık şu ders. Dün gece tamamladım da hocaya vereceğim.”
“İyi yaparsın, ben üç dönem uğraştım sırf ödevleri vaktinde vermedim diye.”
“O zaman şu ödevi vereyim de beraber kahvaltı yaparız, ben de bir şey yemedim.”
“Olur.” dedikten sonra ikimiz de radyonun sesine bıraktık kendimizi.

Arabayı servis duraklarının arkasındaki bilgisayar binasının önündeki otoparka çektik. Kampüsün meydanındaki İhsan Doğramacı Heykeli’nin önünden geçerek ödevi teslim edeceği binaya ulaştık. Muhterem ödevini teslim ederken ben de kapının önünde sigara yaktım. Gözüm istemsiz karşı binaya yöneldi. Pelin’in fakültesiydi orası, az beklememiştim önünde. İçtiğimiz kahveleri, dışarıdan bin bir zahmetle soktuğumuz şarapları içmemizi, kütüphanede ödev araştırmalarımızı, proje zamanı bizim binada sabahlamalarımızı düşünürken dalıp gitmişim. Ne çok hatıramız varmış şu kampüste. Çok uzun süredir arkadaş olmasak da epeyce anı biriktirmişiz.

Muhterem’in omzumu dürtmesiyle kendime geldim. Geldiğimiz yolu geri yürürken havadan, sudan, derslerden, projelerden lafladık. Simit sandviçlerimizle beraber çaylarımızı yudumlarken bölümden birkaç arkadaşa daha rasladık, sanırım bugün kimseyi uyku tutmamış. Ders saati yaklaştıkça insanlar birer ikişer dağıldı. Ödev teslimleri, alınacak çıktılar derken ben de derse doğru yol aldım.

Sıkıcı geçen iki saatin ardından öğle arasına çıktık. Sırf şu ders için gelmiştim bugün okula. Pelin henüz dersten çıkmamıştı sanırım. Pazartesileri benden daha geç çıkıyor dersten. Gidecek hiç bir yerim olmadığı için çimlerde vakit geçirmek için kaptım çantamı iç mimarlığın önüne gittim. Okulun en renkli alanı burasıydı, jonglörler mi dersin, gitar çalanlar mı? Rengarenk yaratıcı kıyafetleriyle arz-ı endam eden okulun en alternatif tipleri mi? Okulun en sevdiğim yeriydi burası. Kafeden kahvemi alıp bölümden arkadaşların yanına çöktüm. Kısa bir geyiğin ardından sırt üstü uzandım çimlere. Pelin’le burada takıldığımız zamanlar geldi aklıma, yine içimde bir sızı oluştu. Hala aramadı, neredeyse ilk kez böyle yapıyordu. Öğle aralarında beraber yemek için mutlaka arardı dersten çıkınca. O gelmiyorsa ben giderim diye düşünüp kaptım çantamı, merasim haline getirmeden vedalaştım insanlarla. Pelin’in bölümüne doğru yürürken adımlarımı sıklaştırıp bir taraftan da son arananlardan ismini buldum. Aradım, dördüncü çalışta açtı.

“Alo.”
“Alo! N’aber Pelin?”
“İyi, senden?”
“İyi benden de. Nerelerdesin? Yemek yemiyor muyuz?”
“Ankuva’dayım ben, bizimkilerle Burger’a geldik.”
“Tamam, ben de servise biniyorum o zaman şimdi.”
“Yok ya boşa yorulma, zaten birazdan kalkacağız, sunum için araştırma yapacağız da...”
“Haa, tamam. Sen bana kızgın mısın?”
“Yok ya. Sonra konuşuruz, kapatıyorum.”

Hala kızgın. Asıl kızgın olması gereken ben olmam gerekirken halbuki. Telefonla beraber ellerimi de cebime sokarak adımlarımı seyrelttim, yolun yarısında durup süs havuzunun kenarına çöküp bir sigara daha yaktım. O sırada telefonum çaldı, Pelin sanıp heyecanlanmıştım ama Dut’u görünce şaşırdım. Tabi ya! Dut! Ben nasıl unuttum onu? Gün boyu hiç aklıma gelmemişti. Pelin’in beni düşürdüğü duruma bak!

“Alo!”
“Cool erkeği mi oynuyorsun delikanlı?”
“Efendim?”
“Ne mesaj var ne çağrı diyorum. Gece de belki nete gelirsin diye bakındım ama yoktun.”
“Ha, ben dün gece eve gider gitmez uyuyakalmışım ya!”
“Neyse, n’apıyorsun?”
“İyi ya, dersten çıktım, oturuyorum okulda. Sen n’apıyorsun?”
“Bizim okul tatil bugün. Başka dersin kaldı mı?”
“Yok bitti, başka yok. Nasıl tatil ya? Bize niye değil?”
“Dut tatili.”
“Bana tatil diyorsun, o da iyiymiş.”
“Bak bugün işe de gitmiyorum, buluşsak mı?”
“Sen çalışıyor muydun?”
“Ne sandın? Emekçi bir kadınım ben! Ya bırak geyiği de okulda pinekleyip duracağına buluşalım, bomboşum.”
“Dut, ben biraz keyifsizim, biraz da ödevim var. Sonra buluşsak olur mu?”
“Niye su koyverdin ki şimdi? Çay içerdik.”
“Kusuruma bakma Dut, başka zaman. Araşırız tekrar.”
“Peki Emre, görüşürüz.”

Bozuldu. Buluşsak onun da keyfini kaçırırdım, gerek yok. Pelin de görüşmek istemediğine göre eve gitmek en uygunuydu, zaten çamaşırların da yıkanması gerek, onlarla uğraşırım, belki biraz da ders bakarım. Hoş, vize haftası gelmeden ders çalışmak hiç adetim değildir ama denerim. Pelin’i düşünüp durmaktan iyidir. Çamaşırları yıkarım, bulaşıklar yıkanmışsa yemek bile yaparım, o zamana kadar akşam olur, günü de böyle kapatırız.

Planımı uygulamaya koymak için ilk adımı atıp servis durağında beklemeye başladım. Çok geçmeden Tunus Caddesi’ne giden servis geldi, nizamiyeden çıkarken Pelin’i gördüm. Okuldan çıkıyordu o da ancak daha önce hiç görmediğim bir elemanın arabasındaydı. Eleman ziyaretçi kartını vermek için sağa çekmiş olmalıydı. Pelin’in elindeki Starbucks bardağına bakılırsa işletme fakültesindelermiş. Peki o zaman, istediği gibi olsun, bundan sonra ben de rahatsız etmem hanımefendiyi. Buraya kadarmış demek ki. Güzel başlayan günüm, bu son darbe ile hepten berbat olmuştu.

Eve giderken Ali’yi aradım, her zamanki gibi ekmek istedi, bir de kola. Adamda iyice kalabalık fobisi oluştu sanırım. Sabaha kadar oyun oynayıp, akşama kadar yatıyor. Samet’e karışmıyorum bile artık. Eve geldiğimde şaşılacak bir biçimde bulaşıklar yıkanmıştı, kül tablaları bile! Yanımda getirdiğim sebzeleri yıkayıp işe koyuldum, üstümü bile değiştirmeden. Onlar bir taraftan pişerken ben de balkona geçip kitabıma kalan yerden devam ettim. Tam da balkon sayılmazdı aslında, pvc ile kaplanmıştı balkonun açık kısımları, her yeri pencere olan bir oda gibiydi. Biz de yemek masasını buraya koymuştuk.

Bir yudum, bir nefes, bir sayfa. Kola ve sigara iştahı kapatıyordu ama elimi oyalayacak başka bir şey de düşünemiyordum. Kitap, düşüncelerden uzaklaşmanın en iyi yolu sanırım. Ya kitaptaki olay örgüsüne kendimi kaptırmam ya da oyun oynayıp beyni uyuşturmam gerek Pelin’den kurtulabilmem için. Daha önce Yeliz ile kavgalarımızdan sonra eve gelip saatlerce oyuna gömülüyordum. Bilgisayar oyunları uyuşturucu ile eş değer benim nazarımda.

Yemeği karıştırmaya giderken gözüme un ilişti. Dolabı açtım dört tane yumurta vardı, diğer malzemelere de göz attım; kabartma tozu, şeker, yağ, süt, türk kahvesi hepsi vardı. Hazır bulaşık da yokken kek yapayım diye düşündüm, sonra kendimi bunalıma girmiş kadın gibi hissederek gülümesedim. “Yarın da kuaföre giderim, kuaförden sonra da alışverişe çıkarım” dedim içimden. Kek işinin duayeni annemi aradım. Geçen günkü cevapsız çağrısından beri aramadım, hem gönlünü alırım diye düşünerek aldım telefonu elime.

“Efendim Emrem.”
“Alo n’aber anne?”
“İyiyim oğlum, senden n’aber?”
“İyi benden de. Ya geçen gün aradın da ben seni geri aramayı unuttum, ödevler, projeler derken aklım başımda değil pek.”
“Sorun değil, sesini duyayım demiştim.”
“Aslında sadece dersler de değil be anne, Pelin sonunda konuştu ama neymiş efendim biz arkadaşmışız, yok öyle kalalımmış falan, keyfim kaçtı.”
“Ben o kızı pek beğenmemiştim zaten, pek bir havalı, bizim aileye yakışmaz.”
“Ya anne evlenmiyoruz, sevgili olacaktık sadece.”
“Ya tamam ama okulunun bitmesine çok bir şey kalmadı. Bu yaştan sonra başlayan ilişki ciddiye biner.”
“Yok be anne. Bir de ne bileyim, ciddi de olurdu, neden olmasın?”
“Yok oğlum, ben dua ediyordum zaten o iş için, hayırlısıysa olsun diye. Değilmiş demek ki.”
“Demek ki.”

Annem inançlı kadındır. Bir o kadar da hoş görülü. Tüm aile bireyleri olarak tam olarak aile bağlarından ziyade saygıya dayalı bir dostluk bağımız var. O yüzden her şeyimi açık açık paylaşabiliyordum ailemle.

“Ya anne bir de kek tarifi soracaktım tekrar. Önce yumurta ve şekeri çırpıyorduk değil mi?”
“Evet. 4 yumurta ve bir bardak şekeri iyice çırptıktan sonra yarım bardak yağ, bir bardak sütü de çırp içinde, en son da un, kabartma tozu ve içine ne koyacaksan onu da atıp çırptıktan sonra dök kalıba.”
“Tamam tamam gerisi aklımda da hem teyit edeyim hem de sohbet edelim diye aradım. Bizimkiler ne yapıyor?”
“İyiler, baban dışarı çıktı, işi varmış, Behlül yatıyor hala, kedi de şimdi geldi bak, sanki seninle konuştuğumu anlamış gibi elime saldırıyor. O da konuşacakmış abisi, selam ver şu ufaklığa da.”
“Bulut! N’aber kızım?”
“Cevap versene abiye! Yok vermeyecek, daha yeni yemek yedi, miyavlamaya dermanı yok.”
“Büyüdü mü?”
“Biz anlamıyoruz sürekli yanında olduğumuz için ama büyüdü galiba. Sen ne zaman geliyorsun?”
“Bilmem. Nisan mayıs gibi belki kısa süreliğine gelirim, olmadı haziran sonu falan.”
“Tamam oğlum, var mı bir isteğin?”
“Biraz harçlık fena olmaz.”
“Tamam o aklımızda zaten, hadi çok öpüyorum, iyi bak kendine.”
“Siz de anne, selam söyle evdekilere.”
“Aleyküm selam.”
Yemek neredeyse hazırdı, ben de kek malzemelerini çırpmaya başladım. O sırada sesleri duyan Ali yanıma geldi.
“Oo kanka kek mi yapıyorsun?”
“Evet, ne ara yıkadın lan tüm bulaşığı.”
“Ya Merve’yle face’te konuşuyorduk dün gece, bize gelecekti bugün, o yüzden dün gece yıkadım hepsini sen uyurken ama o da vazgeçti.”
“Eve kız gelmese iş yapacağın yok.”
“Öyle deme kanka, hiç mi ev işi yapmıyorum.”
“Yapmıyorsun tabi! Kaç kere uyarıyoruz ondan sonra anca.”
“Ayıp ettin şimdi. Neyse kaçtım ben.”
“Kek?”
“Kanka Merve’yle buluşacağım, belki onda bile kalırım.”
“Oğlum kız derdine erken kalkıyorsun da okula niye kalkmıyorsun?”
“Ya başlama babam gibi! Hadi kaçtım ben, kolay gelsin.”
“Eyvallah.” dedikten sonra ışık hızıyla çıktı evden.

Yemeğimi yedim, keki fırına verdim. Nadiren boşalan, altında kasa bulunan koltuğa kurulup elime kumandayı aldım. Tembellik için bolca vakit vardı. Sumo belgeseline denk geldim. Japonya ile ilgili her şey ilgimi çektiği için resmen soluksuz izledim. Adamların bazı hareketleri aikidoya bile benziyordu. Bir Japon savaş sanatının daha sadece fiziksel iradeye dayanmadığını öğrendiğimde hiç şaşırmadım. Her şeyin bir felsefesi vardı Japonya’da, çiçek demetlemenin bile. Reklamları değerlendirerek keke bakmaya gittim, neredeyse olmuştu. Ali de olmadığına göre evde, koca tepsiyi tek başıma yiyemezdim. Hacer’i aradım, eve gitmiş çoktan, okulda olsaydı yakın olduğu için atlayıp gelebilirdi. Bir ihtimal deyip Mustafa’yı aradım, bu aralar Ankara’daydı. Normal şartlar altında böyle bir teklife sıcak bakması gerekirken Nergis’le beraber olduğundan yalnız takılmayı seçtiler. Bir tepsi kek ile tek başıma kaldım. Pelin’i arasam diye geçirdim aklımdan ama gördüğüm manzaradan sonra aramasam daha iyi ederdim. O sırada aklıma Dut geldi, kalbini de kırmıştım zaten, telafi etmenin en uygun yolu budur diyerek aldım telefonu elime.

“Efendim.” biraz kırgındı sesi.
“N’aber Dut?”
“İyi, pinekliyorum internet başında. Senden n’aber?”
“Ya sabah için özür dilerim, hiç iyi hissetmiyordum da.”
“Yok ya sorun değil, günler çuvala girmedi ya, başka zaman buluşuruz.”
“İşin yoktu değil mi bugün?”
“Yok, hayırdır?”
“Kek yaptım da can sıkıntısına, ev arkadaşım da dışarı çıktı, kekin de sıcakken yeneni makbuldür.”
“Ee?”
“Ne ee, gelmek ister misin?”
“Ümitköy’de mi oturuyordun sen?”
“Evet.”
“Oof çok uzak!”
“Yani?”
“Tamam geliyorum ama gelirsem geri dönmem, orada kalırım.”
“O..olur tabi.”
“Film falan da izler miyiz?”
“İzleriz, gel sen.”
“Tamam, Kızılay’a gelince tekrar ararım, marketin önünden biniyordum değil mi?”
“Evet. Ümitköy Köprü’den sonraki 3. durakta in, ben almaya gelirim.”
“Anlaştık, görüşürüz.”
“Görüşürüz.”

Eve çeki düzen vermek lazımdı, burada kalacakmış. Ali olmadığına göre Samet çok ses çıkarmaz sanırım. Sumo belgeselini bir kenara bırakarak keki fırından çıkardım, sonra fikrimi değiştirip üstünün sosunu döküp soğumasın diye geri koydum. Odama gidip pencereyi açtım, ortalıktaki kıyafetlerimi toplayıp, yatağı da üstün körü düzelttim. Salonun durumu fena değildi, birkaç kağıt yığıntısını daha az göze çarpan yerlere koydum. Ayakkabı yığınını da ortadan kaldırdıktan sonra tekrar televizyon başına geçtim.

Yarım saat kırk dakika kadar sonra Dut aradı...

*Arkası yarından sonra*
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.