Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken, ben nenemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken çok da uzakta olmayan bir şehirde herkesi seven, etrafına gülücükler saçan ve hiç birşeye keyfini kaçırmayan bir çocuk yaşarmış. Ülke yıkılsa, borsa düşse, köy yansa yine de şarkılarını söyleyerek günlerini geçirirmiş bu çocuk. Nerede keyfi kaçmış, ufak tefek sorunları kendisini kör etmiş, açan çiçekleri göremeyen, doğan güneşin farkında olmayan birileri var koşup gider yanına otururmuş. "Bak" dermiş, "bu güneş. Hergün yeniden doğar, hergün seni aydınlatır, ısıtır. Ve güneş her yeni gün ile tekrar orada belirdiğinde birşeyler başarmak için yeni bir fırsattır." Yalnız diğer insanlar birşeyler başarmanın ne anlama geldiğini unuttuklarından böyle bir umudu bünyelerinde barındırmayı bırak, güneşin gerçekten ertesi gün de orada olacağına inanamıyorlarmış.

         Bu insanlar en çok diğer insanlardan şikayet ederlermiş. "Şu bunu yapmış, bu bunu demiş, o ne der? vs" diyerek kaygılara düşmüş, kendisinden ziyade o insanlar için yaşamaya başlamışlar. Özgür olamamışlar, mutlu da değillermiş üstelik. Hayatlarını hep daha fazla kazanmak, daha fazla lüks satın almak, diğer insanlara ne kadar zengin olduklarını göstermek için harcamışlar. Şarkı söyleyen çocuk bunlara bir türlü anlam veremiyormuş, onun da giyisileri örtmesi gereken yerlerini örtüyor, sıcak ya da serin tutuyormuş. Ancak ucuz kumaşlardan yapıldığı için insanlar tarafından bazen hor görülüyormuş. Yine de bu şarkı söyleyen çocuk onlara aldırmadan hala reklamına, markasına para vermeden giyinmeye devam etmiş.

          Daha sonra insanlar görmüş bu şarkı söyleyen çocuk. Eğeniyorlarmış. "Tamam" demiş "demek ki böyle olmalı eğlenmek için, neşeli olmak için". Öğrenmeye çalışmış insanların nasıl eğlendiğini. İnsanlar, tüketilen bolca alkolün ardından günübirlik ilişkiler kurup, geceyi beraber geçiriyorlarmış. Sadece o gün için. Sevmeden sevişiyorlarmış.
- Daha önceden tanışıyor muydunuz?
- Yok, tam tanıdığım söylenemez, birkaç kez takılmışlığımız var.
- Hmm ilk görüşte aşk yani?
- Aşk? Hahahaha
- ...
- Sen demin aşk dedin değil mi?
- Evet?!
- Abi sen neyin kafasını yaşıyorsun? Sadece işini gör, aşk falan hikaye.
- Hikaye? Aşk hikaye yani?
- Evet.
- ...
Nasıl böyle olabilir? İnsanlar aşk ile dalga geçiyorlardı. Hayatta en çok inandığı şey idi halbuki. İnsanların iyi vakit geçirdiğini düşünmüştü ama meğerse sadece anlık zevklerle, anlık keyiflerle idame ettiriyorlarmış hayatlarını. Sonrasında ise tüm hayatlarını çük/delik odaklı yaşamış insanlar. Kendini daha güzel yapmaya çalışmış. İnsanlarla ilişkilerini "acaba verir mi?" diye kurmuş. Yürüyen her bireye "sevişilesi etler" olarak bakmışlar.

       Güvenmiyormuş insanlar kimseye. Hiçkimseye. Buna da anlam verememiş şarkı söyleyen çocuk. Neden güvenmez ki insanlar birbirine diye düşünmüş durmuş. Hiç kimse birbirine güvenmezse nasıl iletişim kuracaklar? Bu kimseye güvenmeyen insanlar hiç de iletişimlerini koparmıyorlarmış. Hatta dışarıdan izleyen insanlar iletişimlerinin çok kuvvetli olduğunu düşünürlermiş. Şarkı söyleyen çocuk bunun aslında sadece mevkiye, makama, iktidara, mala, mülke yapılan bir yalakalık olduğunu farketmiş.
- Ben insanlara güvenmem arkadaş, babana bile güvenmeyeceksin bu devirde.
- Neden?
- Neden mi? Ufacık fırsatını bulsa arkamdan kuyumu kazacaklar, ayağımı kaydırmak için uğraşıyolar.
- Sen öyle bir şey yapar mıydın diğer insanlara?
- Tabii ki yaparım, onlar beni kaydırmadan önce onları kaydırmak lazım.
- Hmm...
İnsanlar diğerleriyle iletişim ya da ilişki kurarken kendinden yola çıkarak kurar. Ne de olsa en yakın örnek kendisidir insan olarak. Kendin ne kadar güvenilir ya da güvenilmezsen, insanlar hakkında nasıl düşünüyorsan, o şekilde görürsün karşındaki insanı. İşte böyle olunca şarkı söyleyen çocuk "demek ki kimseye güvenmeyen insanlar güvenilmez insanlar" diye geçirmiş içinden. Benim hala herkese güvenmem, güvenilir olduğumdan mı acaba?  İşin içinden çıkamamış. Hala güvenmeye, hala aldanmaya devam etmiş. Ütopik bir şekilde "ben sürekli inanırsam, sürekli güvenirsem, bir gün herkes güvenmeyi, inanmayı öğrenir" diye düşünmüş.

          Gel zaman git zaman toplumda yer edinememiş şarkı söyleyen çocuk. İnsanlara güvendiği, duygularını istismar etmediği, üstünlük sağlamaya çalışmadığı için insanlar tarafından dışlanmış, arkadaş edinememiş. İnancı zayıflamış, doğru bildiklerini sorgular olmuş. "Toplumda yaşamak için toplumdaki insanlar gibi olmak gerekir" diye düşünmüş. Bırakmış kendini kalabalığa. Herkes ne giyiyorsa onu giymiş, nerede yiyorsa orada yemiş, insanları küçümsemiş, günübirlik ilişkiler kurmuş, duygularını istismar etmiş, kimseler onun kuyusunu kazmadan önce o kazmış, yükselmek, mevki, makam, etiket sahibi olmak için üst mevkilerdeki insanlara yalakalık yapmaktan geri durmamış. Önceleri gezip şarkı söyleme hayalleri varken onları bırakıp kravatlı masabaşı işleri seçmiş. Ne kadar parası olursa o kadar özgür olduğunu, ne kadar lüks sahibi ise o kadar itibar sahibi olduğunu düşünmüş. Daha fazla harcayabilmek için daha fazla çalışmış. Tüketmek için yaşamış ve ömrünü de bu yolda tüketmiş. Anlık ve maddi zevklerden mutlu olduğuna inandırarak harcamış kalan ömrünü, sonu da aynı o şekilde olmuş.

          Şarkı söyleyen çocuk bu hayatın yanlış olabileceğine hiç ihtimal vermeden yaşamış ve ölmüş. Hem de "normal" bir insan gibi tükettiği için hayatını, olabildiğince tatmin olarak yummuş gözlerini hayata. Bizim çocuk ermiş muradına, insanlar da çıksın kerevetine!!

* Her masal iyi bitecek değil ya? Gerçi bunun iyi olduğunu düşünen yığınla insan bulabilirim.
** Hala çok geç değil, olay buraya gelmeden yetişebilirim.
*** Okuduktan sonra biraz da Küçük Prens'i andırdı masal ama kesinlikle onunla ilişki kurmak istememiştim.
dahası...


Dünü bir türlü bitiremedim. Sabah yine alışık olduğum şekilde sabahın köründe kalkarak ilk aikido dersim için hazırlandım. Ayak tırnaklarımı falan kesim, çıplak ayak antreman olacak nede olsa. Duş falan alsam dedim de gözüm pek yemedi, çok soğuk yahu bu aralar. Arkadaştan ödünç aldığım eşofmanı kıçıma geçirip (hiç eşofmanım yok lan, iki tane penye eşofmanımsı şeylerim vardı, pijama niyetine kullanıyordum, onları da biri çalmış. Kim aldıysa getirsin lan! Şu anda Talha Çocuk'un pijamasını kullanıyorum, çok hora geçti) kendimi evimizden yaklaşık bir saatlik mesafede olan spor enstitüsüne gitmek için yola koyuldum. Söz konusu aikido olunca ayrı bir hevesle gidiyordum ama benim gibi hımbıl bir insan için "spor" kelimesi bile ürkütücü olabiliyor. "Korkunun ecele faydası yok" diyen atalarımı düşünerek toplu taşıma araçlarını kullandım, salonumu buldum. Gardrop için uzun boylu bi çocuktan yardım istedim. Avrupada spor salonlarının soyunma odaları hiç hoş değil. Yani dişiler kısmı nasıldır bir fikrim yok ama erler kısmında herkes afedersin dal taşak dolaşıyor ortalıkta. Ar namus kalmamış. Zaten duşlarda kabin ya da perde falan yok, yanyana yıkanıyor insanlar. Neyse efendim öyle şeylere takılmamak lazım, maksat aikido.

Ders başladı, önce ısınma hareketleri. Zaten ısınma hareketleri beni benden aldı. Takla atmasını bile unutmuşum. En övündüğüm şeylerden biriydi halbuki düşmesini bilmek. Neyse tekrar oturur. Zaten yarım saatte pilim tükenme aşamasına geldi, ne yorulduk arkadaş. Sonrasında teknikler gösterilmeye başlandı. Hoca almanca anlatıryor ve zaten göstererek yaptığı için zor değil kavramak. Yine de teknikleri biz uygularken bir tane sempai (kıdemli öğrenci) ingilizce de açıkladı. Sadece teknikleri değil aikidonun ne olduğunu açıkladı. Daha bir keyif aldım. Neredeyse iki saat sürdü ve ders bittiğinde yeniden doğmuş gibiydim. Spor insana bu kadar iyi gelir mi? (şu an bacaklar pek tutmuyor ama toparlarız).

Eve dönerken tekrar bir sigara yaktım otobüsü beklerken. Eve vardığımda sever seve duş aldım, daha bir iyi hissettim. Kahvaltı faslına katıldım, güzelce karnımı doyurup, yine biraz keyif yaptıktan sonra babamın eski bir arkadaşıyla buluştum. Yine eve yaklaşık 50 dk mesafede. Biz çok mu uzakta oturuyoruz acaba? Yani bizim okula da yaklaşık 45-50 dk mesafede. Yarım saatlik hasbıhalin ardından 50€'luk harçlığı da almanın verdiği keyifle Naschmarkt'a doğru yola çıktım. Sevdiceğim orada konser izliyormuş bir arkadaşıyla, onlara katıldım. Çalan grup Safran. Bence Viyana'dan çıkabilecek en iyi Türk grubu. Cajon çalan arkadaş Sinan ve Viyana'ya geldiğimde ilk tanıştığım arkadaştır. İnternetten tanışmıştık gelmeden bir hafta falan önce.

Onları da yarım saat kadar dinledikten sonra Couchsurfing'ten birkaç eleman bu sıralar rus bir müzik gurubunu ağırlıyorlarmış ve evlerinde bir mini konser yapacaklarmış. Çok ilginç bir tarzları var zaten. Ben de yanımda bendir be ağız arpımla beraber çıktım evden. Yarım saatlik Safran'ın ardından biraz gecikmeli de olsa konserin verildiği eve gittik. Gittiğimizde çoktan başlamışlardı. Bir didgeridoo, bir piyano, bir ağız arpı, birkaç tane "şıkı şıkı" diye sallanan şeylerden (marakas ve shaking eggs) bir tane yağmur sesi çıkaran borulardan, bir tane bağlama (onu Mısırlı bir kız getirmiş) falan derken bildiğin bir cümbüş havası vardı içeride. Ziller, defler havada uçuşuyor, herkes eline bir enstrüman almış takılıyor. Müzik zaten çok doğaçlamaydı. Yani örneklendiremiyorum, o kadar. 15-20 dk takılabildik bilemedin yarım saat. Bir kısmında ağız arpı, diğer kısmında da bendir çaldım. Eğlendim, eğlendirdim, güzeldi ama gel gör ki insanlar acıkmış, yemeğe gittik, gidiş o gidiş. Türk lokantasında yedikçe yedik, laf lafı açtı, kalkamadık. Güzeldi ama muhabbet. Sonrasında Ferhat (ev konserinde tanıştığım arkadaş)'ın önderliğinde insanları eve doğru yönlendirebildik.

Çantamı kaptığım gibi kaçtım, daha şarap içeceklerdi ancak Talha Çocuk ve diğerleri Travel Shack'te bekliyorlardı. Yeni kankalarımızı da davet ettikten sonra salt çoğunluğa ulaşmış bir şekilde içkilerimizi yudumluyorduk. Deniz ile girdiğimiz muhabbetti burada pek kimseyle yapmıyorum, o yüzden oldukça keyifli. Burcu ise tam benim akranım olduğu ve Ankara'da okuduğu için o dönemlerde olan herşeyi biliyor. Bestekar'ın eski hali, Konur Punkları, Mini Bar falan. O tarihlere geri dönüyorum her muhabbette. O da çok keyifli.

Feneri de titreye titreye sabaha karşı 5'te vardığımız evde söndürdük. Nasıl bir soğuktur. Sokağa işemeye korkarsın havada donacak diye. Sabah 9:30 sabaha karşı 5:00 sokaktaydım. Nasıl bir düşüncesizlik. İnsan vücuduna acır! Soğuktan her yerim tutulmuş resmen. Şu anda da rapor yazmak için çırpınıyorum. Aslında daha başlayamadım ama bir an önce başlamam lazım. Hadi ilham perilerim!
dahası...




Şarkı zaten söylenmek istenenleri gayet güzel bir şekilde dile getirmiş ancak belki ekleyecek bazı şeylerim vardır diyerek yazmaya başlıyorum.

Evet var bir şey ve evet hala tam olarak bir şey diyemiyorum. Eskisine nazaran daha net diyebilirim, toz bulutları kalkmaya başlıyor, daha da emin oluyorum ancak hala tam olarak kaptırdım denemez. Yeri gelip kıskanmaya, kendimce gücenmeye bile başladım ki "ne ayaksın oğlum sen?" diyorum kendime. Yani kıskanmak niye? Neyse kendime çeki düzen vermeli.

Geriye tek kalan tek şey bu hislerimi paylaşmak. Oysa ne güzel de gülmüştün o gün...

Bayram harçlığı alacak çocuk hevesiyle bir saati aşkın süre boyunca bekleyip muradıma ermiştim. Kalabalık bir gurupla yenen akşam yemeğinde bolca sohbet imkanı bulmuştum. Çok da memnun oldum. O anlattı ben dinledim, ben dinledim o anlattı. Anlattıkça dinledim, dinledikçe anlattı. Yalnız bu sefer ben de çok şey anlatmıştım. İlgilendi. Gülümsedi her dönüp baktığımda, anlatırken gözlerini gözlerime dikti.

Bir ara sessizlik olduğunda, masanın baş köşesinde olduğumdan dolayı, "ee anlat?" diye muhabbet geçti, sanki gerçekten birşeyler konuşmam gerekiyormuş gibiydi.

- Ee anlat.
- Ben seni çok beğeniyorum!
- ...
- ...

Diye bir muhabbet geçsin istedim, hatta istemsiz çıkacaktı neredeyse ama tuttum, bekledim, bekliyorum. Bilmem nereye kadar beklemeli, nereye kadar tutmalı kendini.

Buyrun bir de bunu dinleyin, bu da konumuzla paralel..

dahası...


Şimdi aklından bir insan tut. Hah onu şimdi aklından çıkarma hiç çünkü vereceğim örnekler vs o aklındaki insan üzerinden gidecek.

Şimdi o aklındaki muhtemelen ziyadesiyle değer verdiğin bir insandır. Haklı mıyım? Evet. Epey zaman geçirdiğiniz bir insan bu zaat. Zaman ile birlikte iyi ve kötü günlerin geçmiş beraber sonra başka insanlarla paylaşmak hatta onu teslim etmek zorunda kalmışsın. Uzaktan öylece seyretmişsin olan biteni. Belki birgün anlar deyip karşıdan izlemeye koyulmuşsun. İstemsiz, içten içe "bir kere daha bak yerime koyduğun kişiye" demişsin, diyorsun. Hatta onun göremediklerini görüp uyarmak istiyorsun, olmuyor. Uyaramazsın, uyarmamalı.

Öyle bir şey işte. O aklındaki insan aklında kalsın, yanına bir gün elbet gelir.
dahası...


Sanırım ilk kez ilkokul 1'e giderken aşık olmuştum. Aşkın ne demek olduğunu bilmiyoruz tabii ki. Sınıftan sana en yakın gelen kıza kendince aşık olup, yakın arkadaşlara söylemekti aşık olmak. Deftere ismini yazmak. Kalp vs çizmek. Okula erken de başlamam vesilesi ile çok erken yaşlarda bulaştım aşka. Aşık olduğum karşı cinsti. Güzel uzun boylu bir kızdı. Alımlı mı, çok güzel mi şu an kestiremiyorum ama çocuk aklıyla sevmiştim işte.

Çok uzun sürmedi zaten o sevgim de. Sonrasında hem mahhaleden hem de okuldan arkadaşım olan kıza tutulmuştum. Onu epeyce sevdim sanırım. Yılmadan 3-4 yıl sevdim. Ben sevmeye hiç üşenmiyorum. Sonrasında da ilkokul bitince o da bitti sanırım.

Ardından bünyemde yer eden ve divane eden mahalleden biri olmuştu yine. Çocuk aklıyla onu da yıllarca sevdim. Onun da bana gönlü vardı. Tavşanlı küçük yer. Öyle kafeye falan gidip sevilmez sevgili. Telefon mesajıyla, chat odasında da sevilmezdi o vakitler. Mektup vardı. Ciddiyim! Yıllarca sakladım o mektupları. 10-11 yaşlarımdaydım. Sevdim, o da beni sevdi. kağıt yettiğince, kalem yazdığınca sevdik birbirimizi. Sanırım en sevdiğim sevgimdi. Çok saftı, çocukçaydı. Bazen mahhaledeki oyunlar yüzünden kavga eder, ayrılık mektupları yazardık, sonra tekrar barışmak için şiirler dizerdik. Çok şiir yazdım o dönemlerimde. Hala saklıyorum. Hemen hepsi çok saçma ama yaşanmışlıkları var. İnşaatlardan arakladığım kireçlerle geceleri mahallenin sokaklarına yazılar yazardım, sevdiğime dair. Hemen herkes farkındaydı sevgimizin. Filmlerde olan mahalledeki çocukluk aşkı olur ya, öyleydi. Top oynamaya bile çıksan fiyakalı giyinirsin, gözüne girmek için en iyi sen oynarsın, oyunlarda hep onunla eşleşirsin. Sanırım en derin sevgim ona olmuştu. Hala gülümseyerek anımsıyorum.

Ankara'ya taşındık. İnsanları gibi sevgileri de yabancıydı bana. Önce mahalledeki bakkalın kızı beğenmiş beni. Babamın sekreterine söylemiş. Cesaret edemedim gidip tanışmaya bile. Sadece selamlaşma cümleleri sarfetmiştim kıza, aslına bakarsan güzeldi de...

Lise başladı, lise bitti elde avuçta sevgiye dair hiç birşey yoktu. Arkadaşlığa dostluğa aşık oldum o dönem. Öyle bir aşktı ki hala kavurur beni.

Sanırım sonrasında da aile aşkı baş gösterdi. Ailemi oldum olası severdim ancak hiç bu denli aşık olmamıştım.

O aralarda bir yerde Şebnem var işte. Onu artık iyice öğrenmiş olmanız gerek, bolca değindim. Benim hayali platoniğim. Neredeyse baştan sona hayal ürünüydü. Onu bile yılmadan 5-6 sene sevdim. Çok sevdim. Sonra farkettim ki ben gayet hayalimi sevmişim. Onu sevmeyi sevmişim. Başka bir açıklama bulamıyorum.

Aa o aralarda bir yerde iki yıllık bir ilişkim daha vardı. O kanlı canlıydı ancak o kadar da derin bir iz bırakmadı bende sanırım.

Son zamanlarda ise ilahi aşka tutulmayı yeğlerken ve tasavvufla ilgili araştırmaya başlamışken ve herhangi birisine tutulmak, sevmek komik gelmeye başlamışken -ki cidden birine aşık olmak ya da sevmek komik geliyordu, taşak geçesim geliyordu "ben aşığım" diyenlerle- Nele çıkıvermişti karşıma. Burada bir paragraf daha açıp Nele'ye sonra dönmek istiyorum.

 Sevgimi bir sıfata oturtamıyorum. Evet cümle bu sanırım, ben genelde sevgimin odağı neresi biemiyorum. Herhangi bir sıfatla sevmiyorum, herhangi bir tarifle de sevmiyorum. Apayrı bir şey oluyor ben sevince. İşte sanırım bu yüzden "abi ben aşık oldum" diyenleri ciddiye alamıyorum.Yani aşk kuramını çok basite indirgemek aşka saygısızlıkmış gibi geliyor. Ne oldu bir karşı cins (hemcinste olabilir tabi) görüp dış görünüşünü beğeniyorsun, birkaç mimiği hoşuna gidiyor, sonra sohbetinden haz alıyorsun hoop neymiş efendim aşık oldummuş. Yok öyle. Böyleleri yüzünden "aşk"ın içi boşaldı be. Bu kadar basit olmamalı. Etkilendim de, beğendim de, hoşuma gitti de, bilemedin sevdim de ama aşık oldum deme. Kurma o cümleyi, düşürme aşkın düzeyini. Neyse ahkâmımızı da kestiğimize göre Nele'ye geri dönebiliriz.

 Bir sene boyunca da Nele'yi sevdim. Onu da çok sevdim, farklı sevdim, arkadaş gibi sevdim, yâr gibi sevdim, abla gibi sevdim, öğretmen gibi sevdim. Sonra sevgime bir isim, bir hudut, bir belirti koymak istediğimde elde avuçta olan da gitmişti. O beni sadece arkadaş olarak sevmiş. Ben de seni öyle sevdim, sevgilim ol da istedim, hocam ol, kankam ol, rehberim ol herşeyim ol vs. Olmadı.

Sonrasında ise tekrar nadas dönemi. O kadar verimli ki artık sevgim onca nadastan sonra, yeşillenip serpilecek yürekler arar oldu. Tam da bu sıralarda karşıma çıkmıştı işte. Yoo aşık oldum demem, diyemem, zaten o kadar tanımıyorum. Etkilendim ama. Muhtelif yerlerde karşıma çıkmasıyla başladı herşey. Adım adım yaklaşmak istiyordum, içimden koşmak gelse de. Bazen çok uzaklaşmak istiyorum, görmeyeyim diyorum, sonra küçük bir detayla tekrar kapılıyorum. Bazen kaptırıp gitsem kendimi diyorum, salsam dizginleri, olduğu kadar. Toplumda yaşayan bir insanoğlu içgüdüm buna da müsade etmiyor. Yitirmekten korkuyor, üzülmekten korkuyor benlik. Tamam diyorum, istediğin gibi olsun. Üstelemeden "ben buralardayım ha!" diyorum sadece. Farkındayım, farkımda ol. O ise herşeyin (kendimden bahsetmiyorum) farkında, hiç birşeyi umursamaz vaziyette -ya da umursuyordur, emin değilim- hayatına anlık kararlarla (spontene yazmak istemedim) devam ediyor. "An"ın tadını çıkarıyor, olması gerektiği gibi. Gülüyor, konuşuyor, anlatıyor, az dinliyor, okuyor, araştırıyor, deneyimliyor, merak ediyor.

Peki ben ne istiyorum? Hayatında yer almak, hayatımda yer alması. Öyle başka bir yerde dursun hayatımda. Sürekli karşılaştığım biri olmasın, arada bir birşeyler içtiğim biri olmasın, sadece uzaktan beğendiğim biri olmasın. Bana anlatsın, dinlesin, yazsın, okusun, bağırsın, ağlasın, gülümsesin, danışsın, akıl versin, elimi tutsun, sarılsın, benimle birlikte yürüsün, koşsun, otursun, uyusun, yemek yesin, kahvaltı hazırlasın, ders çalışsın, sarhoş olsun, temizlik yapsın, yorulsun, üzülsün, sevinsin, araştırsın, merak etsin. Yine kendisi olsun ama yanımda o olsun, ben yanında olayım. Hayatınad yer edineyim, hayatımda yer edinsin. Ruhumda kütleye sahip olsun. O olsun, ben olayım. Olsun...



Durum bu kadar karamsar değil, hala çocuk düşlerimi taze tutmaya çalışıyorum.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.