Geçen gün İrem ile konuşuyorduk. Biraz asabi biridir evet ama kimseye zarar vereceğini aklımdan bile geçirmezdim. Adem’e tokat atmış! 3 yıllık evliliklerinde ufak tefek geçimsizlikleri oluyordu tabii aralarında, geçim sıkıntısından, kıskançlıktan... İrem, işinden dolayı bazen gece geç saatlere kadar çalışır, Adem ise her erkek gibi evi çekip çevirir, yemek yapar, çocuklara bakar, temizlik, ütü gibi gündelik işlerini yapar. Aslında makina mühendisidir kendisi ancak İrem, evlendikten sonra çalışmasını istemediği için mesleğini yapmayıp çocuklara bakmayı kabul etti. “Ne gerek var? Ben çalışıyorum zaten, neyimize yetmiyor? Sen ev ile ilgilen!” diyerek zorla kabul ettirmiştir bu isteiğini. Sadece haftada bir halı saha maçı vardır Adem’in. İrem’in kıskanç yapısından dolayı da “kimler var maçta? Kime karşı oynuyorsunuz? O şort kısa değil mi? Maç nerede? Kaçta geleceksin?” gibi baskıları yüzünden de ağız tadıyla oynayamaz sahada. Kendini gösterebileceği tek alan olan halı sahada da İrem’in kuşkucu tavrı yüzünden hayattan tam anlamıyla haz alamaz Adem.

İrem’in yine içip geldiği günlerden birisiymiş eve. İrem’e göre yerden göğe kadar haklı, peki bence? Ben karı koca arasına girmem, severse de döverse de aralarındadır. Kendileri hallederler. Neyse Adem tüm gün ütü yaptığı için bitkin düşmüş, İrem de geç kalınca aramaya çekinip pencerenin önünde uyuyakalmış, çalan zili duymamış. Çok değil, beş dakika sonra uyanıp apar topar koşarak kapıyı açmış ama geç açtığı için tartışmaya başlamışlar. İrem için bardğı taşıran son damla olmuş ve basmış tokadı. İrem gün boyu çalışıp yorulurken, Adem tüm gün evde keyif çatıyormuş ve tek yapması gereken kapıyı vaktinde açmakmış. Tabi bu olay kapıyı geç açma mevzusundan çıkıp Adem’in “neden geç geldin? Nerede kaldın? Niye haber vermedin? Yine mi içki içtin?” şeklindeki dırdırlarına cevap yetiştiremeyen İrem, eve ekmek getiren, evin reisi ve her şeyi olan bir bireyin bu kadar üstüne gelinmesine dayanamamış. İrem her şeyi ailesi için yapıyormuş, onlar için geç vakte kadar çalışıyormuş, arada bir içki içmişse ne olmuşmuş.

Tek kusuru da bu değilmiş tabi, dediğim gibi zamanın katladığı birikmişliği o tokatla boşaltmış İrem. Aralarındaki cinsel münasebet de azalmış mesela. Zaten haftada bir, bilemedin iki kez birlikte olmaya vakit arıyormuş İrem ama onu bile son zamanlar Adem çok görür olmuş. “Başım ağrıyor, bugün çok yoruldum, havamda değilim” gibi mazeretlerle koynuna almıyormuş Adem İrem’i. İrem de “haklı” olarak gözü dışarıya kaymış, bir dostu varmış. Aramızda kalmasını rica etti, ben de “eh kadının elinin kiridir, arada duygu olmadıktan sonra, yuvanı dağıtmadıktan sonra böyle kaçamaklar olur” diyerek yüreğine su serptim. Bakmayın dostu olduğuna, ailesine de düşkündür İrem. Tüm ihtiyaçlarını karşılar, ne kazanıyorsa eve bırakır, ne ihtiyaçları varsa alır. Çocuğa ayakkabı mı lazım? Hemen ertesi gün en iyisini alır. Bulaşık makinası mı alınacak? Hemen taksitle alır bir tane. Sever ailesini. Hele ki Adem akşamları dır dır etmese, çok soru sormasa, gönlünü hoş tutsa İrem’in, sorunsuz, mutlu mesut yaşayıp giderler...

Öyküdeki mantık hatası nerede? Siz cevabı düşünün, varsa aklınıza gelen, yorum olarak bildirin. Bu öykülerin devamı gelecek.
dahası...


Her geçen gün bir kelime daha susuyorum,
Bir mum daha sönüyor içimde.
Bir yangın daha başlıyor.

Her geçen gün biraz daha susuyorum,
Yangın kavurdukça beni.
Bir damla aşka,
Bir damla dostluğa,
Bir damla boşluğa.

Her geçen gün bir cümle daha kuruyorum,
Yaşanmışlıklara,
Yaşanamamışlıklara.

Her geçen gün biraz daha kuruyorum,
Sararıp dökülüyor insanlarım eteklerimden,
Bir kişi daha azalıyorum,
Büyüyor boşluğum,
Tenhalaşıyorum.

Her geçen gün tekrar tekrar kuruyorum.
"Tik tak, tik tak" mütemadiyen,
Akrep yelkovanı kovalıyor,
Ben ikisine de yetişemiyorum.


dahası...



Size şunu açıkça söylemek zorundayım ki dostlarım; Hiç biriniz doğru olanı yapmıyorsunuz. Yine aynı şekilde belirtmek isterim ki yanlış olanı da yapmıyorsunuz. Sadece yapıyorsunuz, sadece yapıyoruz, yapıyorum. Kiralık katil, paralı asker, öğretmen, doktor, memur, başarılı bir iş adamı, atomu parçalayan bir bilim adamı, müzisyen, hırsız, politikacı, çiftçi, sosyal proje gönüllüsü ya da herhangi birisi, bir şey olabilirsiniz. Hiçbirinizin yaptığı doğru değil, aynı şekilde yanlış da değil. Herhangi bir dine mensup olabilirsiniz. Evren’e, Allah’a, Jah’a, Buda’ya, Krişna’ya, Tanrı’ya, “Bir Güç”e inanabilirsiniz. Hiç kimse yanlış yaptığınızı söyleyemez, doğru yaptığınızı da. Sadece inanırsınız, kanıtlayamazsınız. Saydığım meslekler için de bu geçerli. Yaptığınız işin doğru olduğuna inanırsınız sadece, “kesinlikle doğru olan bu” diyemezsiniz.

Zaten nedir doğru? Kelime manası nedir yani? Genel kabul görmüş olgular ya da gerçeklerdir doğru (sözlüğe bakmadım ama benzer bir şey yazacağına eminim). Bu genel kabul gören gerçeklerin kabul gördüğü “genel” neresidir peki? Bölgesel, yöresel, ülkesel ya da dünyada kabul gören doğrular değişkenlik gösterebilir. Sadece bir dakikanızı ayırıp düşünün, tüm dünyaca kabul edilen bir doğru var mıdır? İstediğiniz görüşle gelin, mutlaka bir karşı görüşü ve onu destekleyebilecek sağlam fikirler görebilirsiniz arkasında.

O kadar geniş düşünmenize bile gerek yok dünyada doğru diye bir şeyin olmadığını görmeniz için. Kendinize bakın. Evet evet, aynaya gitmeye üşenenler açıp bilgisayar kamerasından bakabilir kendisine. Dikkatlice bakın kendinize, bu yaşınıza gelene kadar yaptıklarınızda tek bir hata görüyor musunuz? Bence ufacık bir yanlış dahi yok olduğunuz kişide, yaptığınız şeylerde. Şimdi gözlerinizi kapatıp tekrar açın bu cümleyi okuduktan sonra. Yaptığınız şeylerde bir tane doğru var mı? Zerre kadar yok. Hiç birisi doğru değil, hiç biriniz doğru değilsiniz, yanlış da değilsiniz. Sizsiniz. Sadece sizsiniz. Karışık mı oldu? Biraz kafa yorduğunuzda o kadar da kafanızı karıştıracak cümleler sarfetmediğimi farkedeceksiniz.

Madem yanlış yok, o zaman neden bir takım vakalardan sonra yanlış yaptığımızı düşünüp üzülüyoruz? Ya da yanlıştan kaçınmak için kıçımızı yırtıyoruz? Çünkü yaşadığımız çevrenin ya da kendi vicdanımızın belli başlı doğruları var. Genel kabul görmese de bizce doğrudur ve yanlıştır. İş bu yüzden o kafanızdaki ya da bize dayatılmış doğruları yapmaya, yanlışlardan kaçınmaya o kadar fazla çaba sarfediyoruz ki yaşamak bile ikinci planda kalabiliyor. Hatta doğruyu yapmak için ömrümüzü harcıyoruz da hala ulaşamıyoruz. Neden? Çünkü dediğim gibi doğru diye bir şey yok. Mutsuzluğumuzun temelinde de bu yatar; Ömrümüzü harcamamıza rağmen hala doğruya ulaşamama. Bir değil bir çok ömür bile harcasak hiçbir zaman doğruya ulaşamayacağız. Olmayan bir şeye ulaşamayız değil mi?

Demem o ki; Doğruyu aramakla, yanlıştan kaçınmakla vakit kaybetmeyin. Yapın, olun, uygulayın. Nasılsa birine/bir şeye göre yaptığınız şey her zaman doğru, diğer kesime göre de yanlış. 
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.