Başka, bambaşka blogları okurken (ki bu his genelde Kate Orange'ın blogu oluyor bi de yu vin pörfekt) farkediyorum ki ben ne eşek adammışım meğer. Burayı anca dertlerimden bahsetmek için kullanıyorum resmen. Tamam Nele'ye açılıp cevap alamamış olabilirim, yıkamam gereken büssürü bulaşık olabilir, geleceğe dair hala kafamda sorular, sorunlar olabilir de bu, buraya sürekli kötü şeyler yazmamı gerektirmez. İyiyim ben. Harbiden. Rahatladım bile yani. Kafamı kurcalayıp duran Nele sıkıntısını attım (gerçi bir mesaj bile atmadı).

Ne bileyim yazsam ya şuraya pazar günü lapa lapa kar yağdı, çıktık dışarda Viyana'nın ilk karını karşıladık, karda oynadık, eğlendik diye.

Bu ara Weinnacht var, her yer rengarenk süslenmiş, çam ağaçları dikilmiş, bu soğukta bile insanın içi ısınıyor diye.

Desene Viyana'nın muhtelif yerlerine geçici tezgahlar kurdular, en güzeli de Rathaus'un önünde, 10 numara Glühwein (sıcak şarap) yapıyorlar diye.

Bunları anlatsam daha iyi değil mi?

Bence de öyle.
dahası...


- Coni şimdi tanımadığım etmediğim adam napıcam ben onun evinde?
- Oğlum tanıman gerekmiyor zaten. Ev partisi gibi bişey, yoldan müziği duyan da atlayıp geliyor.
- Haa. Peki gömlek falan bişey giyecek miyiz? Girişte para veriyo muyuz? İçerde içki var mı?
- Herr Koç, sen daha önce hiç ev partisine gitmedin değil mi?
- Yok coni.
- Fakir! Neyse arkadaşının evine gidiyormuş gibi düşün, bildiğin salaş parti. İçki içerde olabilir ama yine de biz bişeyler alalım.
- O zaman 09.30 Reumann metro.
- Görüşürüz.

Herr Koç'u ikna etmem biraz zor oldu ama sonunda gidebildik. Tam adresi Nele mesaj olarak gönderdi, zaten onun davetlileriydik. Öncesinde gidip birer şarap aldık daha sonra da arayıp tarayıp adresi bulduk. Yukarı çıkıp ortalığı biraz kolaçan edince Nele'yi aradık. Mutfaktaymış zaten. Geldi sarıldık falan ama bişeyler farklıydı. Neyse. Biraz Nele'yle muhabbet ettik sonrasında Nele kendi halinde takılmaya devam etti. Biz de kendi halimizde. Bi tane Alman eleman sardırdı, onla epey Almanca muhabbet ettik, konuşabildiğimi farkedince epey mutlu oldum. Adam Polonya'da erasmus yapmış ve bu sıralarda da geziyomuş. Pazartesi de Almanya'ya geri dönecekmiş falan. Adam bize Polonya içkisi getirdi shot attık birer tane.

Herr Koç Sıkıldı. Gitti. Şarabından çok az yudum almıştı. Biz de Alman elemanla muhabbete devam, Nele ortalarda yok. Aslında aynı odadaydık ama o diğer uçta. Ya inan bişey anlamadım arada bi bakış atıyor kötü kötü sonra da arkadaşıyla muhabbet ediyor. Sürekli yanına gidip rahatsız da etmek istemedim. Rahatsızlık demeyeyim de annesinin eteğinden yapışan çocuk gibi olmak istemediğimden kendi halimde takıldım. Arada kudurmadığım da olmadı değil. Bi elemanla yeni tanışmıştı telefon alış verişi falan. Allahtan o eleman sonra gitti başka bi kıza falan yazdı. Off Partinin ilk çeyreği gerçekten ızdıraptı.

Bi ara sıkıldım, mutfağa yöneldim. Nele de oradaydı. Biraz muhabbet ettik ama gerçekten bieşyler vardı, anlamadım. Benimle konuşurken keyifsiz, ama diğer insanlarla gayet yardırıyor muhabbeti. Mutfakta bi Avusturya'lı kızla tanıştım. O da Türkçe konuşuyordu?! Arkadaş herkes Türkçe konuşuyor, ben anlamıyorum kim Türk kim yabancı. Bi süre muhabbetten sonra Nele'ye döndüm.

- Bak Nele bu arkadaş ta Türkçe konuşabiliyor.
- E Türkçe konuşun o zaman (soğuk bi tavır).

Döndü arkasını başka bir arkadaşıyla muhabbete devam etti. Sonra o Avusturya'lı kızla muhabbete devam ettik. Kız bi ara "dans etmek istiyorum" dedi, dedim şu odada ediyolar. "Gel" dedi, gittik dans ettik, yazmadım. Evet hiç yazmadım kıza, aklımda hala Nele vardı. Biraz dans ettik sonra ben yine sağa sola sardım, muhabbet muhabbet. Nele melez zenci bir arkadaşıyla tanıştırdı, kız çok sevimli.

- Bak bunun erkek arkadaşısı Kürt.
- Hadi ya?

Kızla muhabbet etmeye başladık. "Nerden" diye sordu. Dedim "Ankara". Sonra erkek arkadaşı geldi. Esmer, rasta bi eleman. Kız tanıştırdı işte bizi.

- Er ist aus Ankara.
- Aus Ankara? Ankara'lısın?
- Evet.
- Oha hadi ya? Ben Murat.
- Ben de Bilal, sen nerelisin?
- Dersim. Senle nasıl iletişim kurabiliriz?
- En kolayı internet olurdu.
- Kağıt var mı yanında?
- Telefona yazarım.
- Ben telefon kullanmıyorum ama.
- Tamam mailini ver.
- Tamam mail at bana, görüşelim, Ankara ha, vay be!

Bi şişe şarap, bi shot Polonya içkisi ve bir biradan sonra ben oldum artık. Yeterince oldum. Köşeye geçtim kendi halimde insanları seyrediyordum. Nelenin yanında sarı bi çocuk vardı, beni göstererek konuştuğunu farkettim. Acaba ne anlatıyordu? Sonra o sarı eleman geldi yanıma, elini uzattı, dans falan etti sonra da;

- Burası çok garip yer, bunu tanımıyorum, bunu tanımıyorum, bu iyi adamdır, bunu da tanımıyorum..
- Aa du kannst türkisch?
- Evet. Burda herşey var. Alkol var, dans var, kıskançlık var!?

Kıskançlık var? Nasıl yani? Yani nerden çıktı ki o kelime? Yani ne demeye çalıştı ki? Zaten üç gündür düşündüğüm tek kelime de o.

O da bi arkadaşıyla tanıştırdı, o adam da rasta ve kafa bişeydi. Kafamdaki 3-5 rasta bazen insanlarla kaynaşırken katalizör etkisi gösterebiliyor. Yeni elemanla da baya muhabbet ettikten sonra artık parti benim sayılırdı, ortamdaki hemen herkesle 3-5 cümle muhabbetim oluştu, daha rahattım. Tek kafama takılan Nele'ydi. Diğer odada yakın olduğunu bildiğim bikaç arkadaşıyla muhabbet ediyordu. Dans etmekten yorulduğumda dans edilmeyen oda olan Nele'nin yanına gittim. Sokuldum yanına, oturdum.

- Yoruldum.
- Gitmek istersen gidebilirsin.
- Yok hayır.

Ne alakası var ya? Ben sana onu mu demek istedim? Off, alkol daha da başa vurmaya başladı, biradan devam. Bi ara ufak bi vurmalı buldum, içerdeki müziğe eşlik ediyordum. Sonra Nele bi elemanın pantolonuna çöktü, o kısımlar komikti. Adam gitti pantolonunu değiştirdi, bacağındaki kırmızı pantolonu Nele'ye verdi. Birasını da bana.

Artık o kadar yorgun ve uykuluydum ki, yerdeki yatağa uzandım, gözleri açık tutmaya çabalıyordum kapıdan bildiğin kabusum geldi. ALİ. Arkadaş böyle bieşy olamazdı ya, imkansız! Ali'ydi o karşımdaki (Viyana güncesini okuyan olduysa "hassiktir lan!" gibi bir tepki verecektir). Neyse o da şaşırdı beni gördüğüne, kafaları iyiydi bi Türk daha vardı yanında. Bizim Türkçe bilen sarının arkadaşıymış. Ömrümde duyduğum en kötü Almanca'yı konuştu. Ben utandım o konuştukça. Sonra Nele'yle tanıştırdım, bak bu da Türkçe biliyor diye. Niye yaptıysam. Sonra da "asılmayın harbi kan çıkar" diye de ekledim. Bunlar zaten abazalıktan gözü dönmüş vaziyette tüm kızlara yazdılar ortamdaki. Bi ara diğer çocuğu şişman bi kızla yiyişirken gördüm, göz zevkim bozuldu. Daha sonra Nele geldi;

- Ben gidiyorum.
- Bekle ben de geliyorum.
- Arkadaşların var, kalabilirsin.
- Ich mag sie nicht.
- Sevmiyorsun? Tamam o zaman.

Ayakkabının tekini bulana kadar çok uğraştım. Merdivenlerden inmesi de bi o kadar zordu. Nele önden fırladı gitti, yüzüme pek bakmıyordu. Bisikletinin kilidini çözdü.

- Fahrst du mit dem Fahrrad?
- Evet, herzaman.
- Im Winter, unter dem Schnee?
- Immer immer. Seviyurum çünkü.

Metroya kadar beraber yürüdük, sonra "görüşürüz" deyip, atladı bisikletine. Kaldım orda. Yavaşça merdivenlerden indim, keyfim yerinde değildi, biramdan kalan son yudumu da içip çöpe yolladım. Talha aradı, eve geçiyorlarmış "evdeysen su koy makarna yapalım" diye aramış ama ben eve onlardan sonra vardım.

Metro beklerken elim istemsiz telefona gitti. Mesajlar/mesaj yaz;

Nele;
Was würdest du sagen, wenn ich "du gefällst mir" sagen würde?

Gönder...

Bütün gece bunu söylemek için fırsat kolladım, olmadı. Eve geldiğimde ise tamamen kafayı yemiş bir sarhoş nasıl davranırsa aynen öyleydim.
dahası...



Silkinip kendime gelmem yaklaşık bir buçuk ay sürdü ama sonunda buradayım. Kendine gelmiş, korkmayan ve hiç birşeyi ertelemeyen halimle. Korkmuyorum artık arkadaş almancanızdan! İngilizceye de kaçmıyorum artık. Yalan yanlış ta olsa almanca bundan sonra. Çok karışık bir durum olmadıktan sonra herşeyi zaten açıklayabiliyorum. O zaman ingilizcenin ardına saklanmaya gerek yok. Bu birinci silkinme hareketim.

Ayrıca artık eve tıkılıp kalmak ta yok. Burnumu bile çıkarmazdım dışarı iki aydır. Kimseyle de görüşmüyordum. Onu da yeniyorum artık. Daha fazla sokağa çıkıyorum, daha fazla insan yüzü görüyorum. Zaten kapalı alanları (ev dahi olsa) çok sevmiyorum. Dolayısıyla sadece mahallede gezmek bile bana çok iyi geliyor. İşte bu yüzden vuruyorum kendimi sokaklara. Bu da ikinci silkinme hareketim.

Sanırım sonuncu ve en mühim olanı da artık insanları kendimden fazla yüceltmemem gerektiği. Şimdiye kadar kendimi yanlarında eksik hissettiğim insanlara bakınca gerçekten de hiç bir üstün yeteneklerinin olmadığının farkına varmamı sağladı Esra Hanım. "Başkalarına verdiğin değeri biraz da kendine ver". Güzel açıklayan bi noktaydı. Bir diğeri ise "senin tercihlerin ve hayata bakışın farklı" zaten sıkıntım kara koyun olmaktı hep. Sonradan imrendiğim şeylerin sıradan bir insan yaşamı olduğunun farkına vardım. Sonra da sıradanlaşmanın bana uygun olmadığını ve ne yaparsam yapayım olamayacağını farkettim. Şimdi iyiyim. Hatta süperim. Artık daha fazla olumlu yazı ve daha sık güzel haber yazacağım. Bu gece Nele'yle ev partisine gidiyorum canlar, gelişmeler yarın ;)
dahası...


Gün geçtikçe kendimin aslında harbiden olduğumu sandığım insan olmadığımın farkına varıyorum. Örnekleyerek açıklamak isterdim lakin zor olurdu. Değilim abi bunca yıl tanıdığın gibi biri. Sosyal bi insan değilim örneğin (örnekle açıklanıyormuş bu arada). Beni öyle sanan insanlar var. Çok cüretkar ya da yeniliklere çok açık bi insan da değilim. Yeni birisiyle tanışırken çok rahat ya da "cool" da olamıyorum. İnsanlarla rahat iletişim de kuramıyorum. Sandığım kadar pozitif bi insan da değilim. Şaşırdın mı? Bence de şaşırmamalısın.

Ama elimden geleni yapıyorum. Daha fazla insan içine çıkmaya, daha fazla etkinliğe, falana filana atlamaya, bir ortamda yalnız ya da kelimenin tam anlamıyla "uzaylı" bile kalsam orada bulunmaya çalışıyorum. İnsanlarla kendimi kıyaslamamaya çalışıyorum mesela. "O adam şunu yapmış, ben neden yapamıyorum" dememeye çalışıyorum. Özgüvenimi taze tutmaya uğraşıyorum.

O değil de ben gerçekten yukarıda saydığım gib bi insan mıydım yoksa burada mı bu hale geldim diye çok merak ediyorum. Sonra memleketteki hallerimi gözümün önüne getirmeye çalışıyorum, gelmiyor. Çok değil bundan on ay önce halim neydi acaba? Tamam çok fazla insanla tanışıyodum, alakasız kişilerdi çoğu ve daha aktif bi insandım da ne değişti? Dil yetersizliği? Olabildiğince hemşehriler yerine yabancılarla takılmaya çalışıp becerememe? Ayak uyduramama? Ne yani birisi açıklasın.

Ama kıracağım kabuğumu! Çıkacağım bu işin de içinden. Geleli on ay geçti ve ben hala kendime bunları telkin ediyorsam bunun sebebi ya hakkaten uyum sorunu yaşamam ya da memleketten bir çok insanın burada bulunmasından ötürü diğer ülkeden insanlarla takılma ihtiyacı duymamam. Kısaca tembellik olarak açıklayabiliriz.

Ey Bilo! Titre ve kendine gel cCc
dahası...


Yoğun boşluğum tüm süratiyle devam ediyor. Buraya bunu bile yazmaya üşenir haldeyim. Bu sıra severek yaptığım tek şey yemek yapmak. Kurban münasebetiyle konu komşudan bi küçük baş hayvan kadar et geldi. "Küçük Yozgat"ta oturmanın faydaları olsa gerek. 10. Viyana Türkler'in yoğun yaşadığı yerlerden birisi ve geçen ay buraya taşındık. Ohaa amma çok şey olmuş ve ben hiç bişey yazmamışım. Eve nasıl taşındık, evi ne hale getirdik vay efendim o bi aylık süre içerisinde neler yaptık falan. Bildiğin boşlamışım burayı. Kusuruma kalmayın. Ama inan çok zor. Şu an tek paylaşmak istediğim Almanca'yı öğrenemiyor olmam. Aslına bakarsan tam öyle değil. Teoride herşey süper gidiyor şu anda ancak iş konuşmaya gelince o tekleme seanslarım yok mu harbiden delirtiyor. Derdimi anlatana kadar epey süre geçiyor ya da bana öyle geliyor. Kimle konuşsam "iyi konuşuyorsun" diyor ama sanki sadece sırtımı sıvazlıyorlarmış gibi geliyor. Almancayı daha çok hayatımın içine katmalıyım. Hatta blog yazılarımı almanca yazmayı deneyebilirim. Kim okuyacak diye düşünüyorum öyle olunca. Hadi onu geçtim kaç kelime yazabilirim ki? Aslında harbi iyi düşünce ya, bundan sonra anlatmak istediğim ya da yazmak istediğim şeyi Türkçe yazarım sonra ufak bi anlatacağım şeyi de Almanca yazarım. Böylelikle yazma kabiliyetim ve kelime bilgim genişleyebilir.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.