22 Aralık 2012. İple çekiyorum resmen bu tarihi. Neden? Foton çağına girecekmişiz. Epey okudum, araştırdım, imkansız gibi görünüyor. İnsan ırkının tekrardan yükselişe geçmesi olarak ta adlandırılıyor bu çağ. Yaklaşık 2000 yıl kadar sürecekmiş. Saygıdeğer Esra arkadaşımızın internetten derlediği bilgilerden bir demet sunayım sizlere;

Yüksek enerjili fotonlardan oluşan büyük bir kuşak. 2012 yılında güneş sistemimiz tüm gezegenleri ile birlikte bu kuşağa girdiğinde dünyamızın ozon deliği onarılacak ve tüm yaşam 3. boyuttan 5. boyuta geçecek. İnsanların 2 sarmallı DNA'ları ikişerli olarak biraraya gelip 12 sarmallı bir DNA'ya sahip olacaklar. Bu olay sırasında tüm insanların chakra'ları açılacak ve duyuları ve algılamaları artacak. Herkes birbirinin düşüncesini okuyabilecek. Bu ilk önce kısa süren bir kaosa neden olacak fakat daha sonra herkes bir düşünce birliği halinde bir araya gelerek, önyargının, yalanın ve kötü düşüncelerin olmadığı bir ortama geçilecek. İnsanlar birbirinin auralarını görebilecekler. 12 sarmallı DNA'ya geçiş sonrası insanlarda hiçbir hastalık kalmayacak, hasta olanlar kendilerini ve birbirlerini iyileştirebilecekler.

İnsanlar ölümsüz olacaklar. Ölüm olayı ise fiziksel dünya'da kalmaktan vazgeçip başka bir boyuta geçmeye karar verme şeklinde olacak. Yani, dünya'da geri kalanlar (kalmayı seçenler) ölmeye (başka boyut gitmeye) karar verenlerin ortadan bir anda kaybolduğunu görecekler. Fiziksel dünyamızda kalmayı seçen insanların ışık bedenleri olacak ve bu cennete benzeyen ışıklı dünyada çok güzel vakit geçirecekler. Fiziksel olarak 2000 yıl sürecek olan bu olay sonrasında foton kuşağı güneş sistemimizi terkedecek.

İnanması gerçekten çok güç farkındayım ama gerçek olmasını ummaktan başka yapabileceğim birşey yok şu anda. Ancak bu foton kuşağına giriş öyle birden bire "hoop girdik" şeklinde olmayacak kanımca ve biraz sancılı bir dönemden geçeceğiz. Bak o da şu şekilde açıklanmış;

1. gün: 21 Aralık 2012'de kör bölgeye giriş, tüm canlıların beden tipinin değişmesi, hiçbir elektrik aygıtının çalışmaması, tam karanlık
2. gün
: Atmosfer basıncının düşmesi, herkesin kendisini şişmiş hissetmesi, Güneş'in yeterli ısıtamaması, dünya ikliminin soğuması (buzul çağı soğuğu)
3.-4. gün
: Atmosferin şafak vakti gibi sönük bir ışıkla aydınlanması, foton etkisinin başlaması, foton enerjili aygıtların çalışabilir hale geçmesi, yıldızların yeniden gökyüzünde belirmeleri.
5.-6. gün
: 24 saatlik gündüz devresine giriş, kör bölgeden çıkıp ana foton kuşağına giriş, tüm canlıların güçlenip zindeleşmeleri, dünya ikliminin ısınması, foton ışınıyla çalışan gemilerin uzayda yolculuk yapmaya başlaması, telepati, telekinezi gibi psişik yeteneklerin ortaya çıkışı (uyanış, süperbilinç).

Bu yazdıklarım fantazi kurgu hikayelerden alınma değil kesinlikle. Kendiniz de biraz araştırmayla edinebileceğiniz bilimsel bilgiler. Ayrıca sadece bilimsel bir açıklamayla kalmayıp bu bilgileri Maya'ların takvim bilgilerine ve hatta ilahi kitaplara da dayandırıyorlar.

Merakla bekliyoruz azizim. Belki ben bile refaha kavuşurum, kim bilir.
dahası...


Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi. ..
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar... olduğunu
öğrendim.


Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu.. .
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Mevlana Celaleddin Rumi

*İslamiyetten nefret etmiyorsam bu adam sayesindedir. Mükemmel bi adam.
dahası...


19.06.2010 Yer: 1. Viyana Ring caddesi.
Birbirinden kopuk gençlere yolda tesadüfen rasladık. Sokakta bildiğin rave partisi yapılıyordu. Uyuşturucunun ve alkolün bini bir para. Ama çok iyiydi ya, ömrümde gördüğüm en güzel kızları bir araya toplamışlar. Rasta olmayanlar da katılamıyor gibiydi korteje. Sizinle de paylaşmak istedim, buyrun buradan yakın;

Önce biraz foto. Bu kız çok tatlıydı :)


Bunlar da videolar.

dahası...


"Bir zamanlar" diye başlayan bi yazı yazmak istemişimdir hep, bak bugün yazıyorum. Bir zamanlar (4 yıl kadar falan önce) Bi kız arkadaşım vardı benim. Evet kız arkadaşım vardı o zamanlar hem de uzun soluklu derler ya hani yıllarca falan sürer, öyleydi. Yekünde 2 yıl civarında bir süre beraberdik. Öyle ayrılıp barışanlardan da değil ha bi kere ayrılmıştık o da 1-2 hafta falan sürmüştü. Sanırım fazla uyumlu insanım. "Normal" diye nitelendirilen insanların bu kadar süre katlanamayacağı bir insandı kendileri.

İlişkimiz süresince hemen her gün "senin için yaşıyorum" derdi, "sen olmadan yaşayamam". Ben de karşılık olarak en mutlu anımızda bile "bir gün ben gidicem, bu kadar alıştırma kendini bana. Senden ya ayrılıcam, diyelim ayrılmadım ölümlü dünya, bi gün ölücem" derdim. Ayrılma olasılığımın üstüne her defasında vurgu yaptım ama anlamadı, anlamak istemedi. "Sensiz yaşayamam"lı cümleler kurdu yine. Gün geldi ayrıldık, evet ben önerdim ayrılmayı. Hem de doğum gününde ve ertesi gün Fransızca hazırlığı bitirme sınavı varken. Doğum gününe de katıldım evet. Ve evet o sınavdan kaldı. Üzüldüm mü? Zerre umrumda değildi, insan sevgilisiyle olan hayatı ve kendi diğer hayatını ayırabilmeli. İlk günümüzden beri aynı şeyi vurguladım.

Böyle ilişkilerde kimse birbirini bir kalıba sokmaya çalışmamalı. Herkesin zaten hali hazırda hayatları var, diğeri sonradan dahil oluyor ve o dahil olanın da kendi hayatı oralarda bir yerde halen akıyor. İşte bu dengeyi oturtamayıp sadece sevgilisiyle hayatı var sanan insanlardan sonraları hep koşarak uzaklaştım. Sadece kendi ilişkilerimde değil, bu şekilde ilişkisi olan eşten dosttan da kaçtım.

Niye yazdım bunu? O arkadaşımız sonradan bi kaç kişi daha buldu ve "onlar için yaşamaya" devam etti. Her sevgilisine aynısı dedi, "ben bugüne kadar hiç aşık olmamışım meğersem" ve emsali sözcükler. Komik oluyosunuz lan :D Harbiden bak. Bırakın elalem için yaşamayı, kendi hayatınız neyinize yetmiyor? Hem sonradan göt olabilirsiniz yav. Büyük konuşmamak gerek. Kendinizi sevin, kendiniz için yaşayın. Yalnızsınız be bu hayatta. Kaldı ki elin oğlu/kızı olmadan yaşayamamak ta ne demek? Anasız babasız yaşayacaksın ilerde, sevgili falan ne ayak? Ben yine kızmışım :)

Dediğim gibi, kendinizi sevin, kendiniz için yaşayın. Ömrünüz kısıtlı!
dahası...


Hiç utanmam gün bile sayarım. Son 26 gün ulan! Bundan sonra hep böyle mi olacak artık? 2 ay kalcam arkadaşların, ailenin yanında sonra 8 ay kadar buralarda. aralarda gel git falan. Zor lan. Zor olan ayrılmak değil, alışma süreci. "Her devrim sancılıdır" derler, bu da benim devrimim. Sıfırdan hayat kuruyorum.

Siyah beyaz fotoğrafları sevmiyorum. İstediği kadar mükemmel olsun bana hitap etmiyor arkadaş. Fotoğraf dediğin renkli çekilir. Bi de siyah beyaz fotoğraf çekmesi genelde kolaya kaçmak için kullanılır bence. Tüm kusurları örter, tonları birbirine yaklaştırır ve dolayısıyla en olmayacak renkleri yan yana koyarsın gibi geliyor bana. Mesela sırf sepya ya da siyah beyaz olduğu için beğenilen fotolar biliyorum ya da sadece S&B ya da sepyayı dayayıp, fotoğrafın altına da "falanca fotografi" yazınca kendini fotoğrafçı oldum sanan insanlar biliyorum. Lan fotoğraflarınızın bi çoğunda (ya da hepsinde) kompozisyon yok, objer yerleşimleri, ışık vs hiç biri doğru yerde değil ulan! S&B/Sepya fotoğraf çekmeden önce gidin onlara çalışın, her S&B/Sepya çeken "sanatsal" fotoğraf çekmiş olmaz!! (Çok dolmuşum ya, bunu burdan haykırmam lazımdı)

Bu ara "züğürtlük nedir bilmek istiyorum" diyen varsa aranızda, kapımı çalması kafidir. Züğürtlüğümü, saçlarımın kel olmasından daha fazla yadırgamıyorum. Fazla kanıksadım bu durumumu. İnan kel olmayı o kadar kanıksayamadım daha. Acaba para yönünden hiç derdim olmasa nolurdu diye düşünüyorum arada, sonra endişeleniyorum. Lan olm para derdim de olmasa bende dert kalmaz sonra kafayı yerim, öyle ufak tefek şeyler arada acıtsın canı, lazımdır.

Feysbukta bir çok mezun fotoğrafı görür oldum. Mesela bazı kızlar vardır mutlaka dikkatinizi çeker. Ömrü boyunca hep pantolon giyer ya da uzun etekler falan bişeyler bişeyler ama mezuniyete gelince genelde işler değişiyor sanki. "Ohaa İpek'in bacakları varmış lan!" diyosunuz mezuniyette. O değil de Bilkent'te dirsek dirseğe ders gördüğüm arkadaşların alayı mezun olmuş lan. Kep falan atmışlar, yerden o kepleri toplamışlar. İçim burulmadı değil, yalan yok ama bi taraftan da "koy götüne" diyorum. Nasılsa bir gün öğrencilik hayatım bitecek ve tebdili kıyafete gireceğim, acelem yok.

Venedik güzel yer ama çok sıcak. Bi tane ağaç yok nerdeyse meydanda. Zaten meydan dediğin bi adadan oluşuyor, her yer adacık adacık. Gondolla bile gezdim. İlginç lan, kendimi romantik bile hissettim gondolla gezerken. Hard Rock kafeleri de var bi de en sevdiğim yanı saat 2-3 gibi meydandaki mazgal gibi yerlerden su gelmeye başlıyor ve ufak ufak toplanıyor o sular. Ardından saat 9-10 gibi (akşam) meydanın hepsini dize kadar su basıyor. Herkes ayakkabıları çıkarıp meydanda o şekilde dolaşıyor. Süper fikir. Ben de istiyorum! Ankara'ya da yapsınlar.
dahası...


Yok hayır düzeldim artık, serzeniş yapmayacağım bu sefer. Hatta ertelediğim Dortmund maceramı bile yazabilirim, o kadar iyiyim. Sadece yapmam gereken bikaç ödevi ertelemiş bulunmaktayım onun huzursuzluğu var üstümde, onları da hallettikten sonra nirvanaya ulaşmış olacağım. Aa harbiden anlatayım mı lan otostop yolculuğumuzu? Zaten gün gün günce tutmuştum, hatırlamam o kadar zor olmayacak.

İlk olarak kararlaştırdığımız üzre 12.05.10'da sabah 6 gibi Hütteldorf'a mevzilendik. Önce birer sandviç aldık, bi tane de sigara. Yanımızda tütün getirmiştik ama yine de aldık bi sigara, son hovardalığımız o olacaktı. Neyse baktık metronun önünde otostoba elverişli biyer yoktu, yürümeye devam. İlginç ilginç köprü altlarından falan geçtikten sonra (bi grafiti vardı çok beğendim al işte bu) Neyse sonra yürüyebileceğimiz yol bitti, otobana daldık. Oradan da bi süre yürüdükten sonra hala elverişli olmadığını farkettik. İnşaattaki insanlara sorduk, biraz ileride bir benzinliği gösterdiler. Benzinliğe vardık başladık otostop çekmeye ama yine pek işe yaramadı. Saat te zaten 11 falan oldu, onca zaman sadece düzgün yolu bulmaya harcadık. Benzinlikte de aradığımızı bulamayınca yürümeye devam ettik, bi süre daha yanlış yerlerde şansımızı denedikten sonra otobana çıkmaya karar verdik. Elimizde sevgili haritamız çıktık otobana, elimizde "Linz" yazılı kartonumuzla. Elimizi kaldırır kaldırmaz bi tane transporter durdu. Çok tatlı bir çift. İsviçrelilermiş. Linz yakınlarında bir yere kadar bıraktılar, yolda bir ara mola da verdiler kahvaltı yapmamışlar. Yanlarındaki kamp malzemelerini çıkarıp anında omlet yaptılar, ister misiniz diye çok ısrar etseler de gerçekten tok idik. Bize süper kahve falan yaptılar. Her neyse kahvaltımızı da hallettikten sonra yola devam ettik. Yaklaşık (kahvaltı da dahil) 1.5-2 saat kadar yol aldık. Sonra bizi bir dinlenme tesisi gibi bi yerde bıraktılar. Bak işte bunlar da o sevimli çiftimiz;
Normal şartlar altında oradan bir araba ayarlamamız gerekiyordu ama biz çok zeki(!) olduğumuzdan dolayı tekrar otobanın yolunu tuttuk ve yaklaşık 10-15 km kadar yürüdük hadi o kadar olmasa da 10 km rahat yürümüşüzdür. Bizi otobanda farkeden Avusturya polisi de bitti tabi yanımızda,
- Napıyosunuz burda?
- (Talha'nın cevabı) Dortmud'a gidiyoruz!
- Otobanda bu şekilde yürüyemezsiniz, telhlikeli ve yasak!
- Peki ne yapmalıyız?
- Benzinliklerden falan deneyin, burada yapamazsınız.
- Peki bizi en yakın benzinliğe bırakır mısınız?
- Gelin.

O benzinlikteki otostop denelerimiz: Sağolsun 10-15 km ileride büyük bir tır parkına bıraktı, eğer bir daha otobanda görürse kafa başı 36€ ceza yazacağını da söyledi. Biz de oraya kadar ki durumumuzu konuşmak ve biraz dinlenmek için oturduk çimlere; Sonra bi tane 34 plaka tır gördük, ona sorduk ama elimiz boş döndük. Sonra dolanırken otostopçu bi elemana daha rasladık. Acayip neşeli sevimli bi adam, Slovakya'dan çıkmış o da yola, Almanya'ya gidiyormuş. Onunla biraz muhabbetin ardından bi otostopçuya daha rasladık, o da Viyana'dan çıkmış yola, aynı okuldaymışız meğerse. Onunla da ayak üstü muhabbetin ardından mevzilenip başladık otostoba. Bizim elemanlar buldular, bindiler gittiler. Biz hala bekliyoruz. En son 2 tane daha 34 plaka tır gördük, gittik konuştuk saolsunlar sınıra kadar atalım sizi dediler. Ertesi gün tatil olduğundan tırlar hareket edemeyecekmiş belli bir saatten sonra. Neyse sınıra varmadan hemen önce benzin almak için durduk, adamlar kahve ısmarladı. Bulgar göçmenleriymiş. Kahveleri de içtikten sonra sınıra geldik, tırdan indik. Ortalıkta dolanıyoruz. Çok fazla tır var, hemen hepsi Türk. Bi tane Hakkarili abi bulduk, bolca belden aşağı muhabbet ettik.

Ya o gece orada kalacaktık ya da gidebildiğimiz yere kadar gidip geceyi olabildiğince uzakta geçirecektik. 2. şıkkı seçtik. Polonyalı bi abi kamyonu çalıştırdı, gittik çaldık kapısını. İlk sorumuz "ingilizce biliyor musun?" oluyor zaten. İngilizce bilmesine sevindik, atlayın dedi o da. Atladık, süper bi adam. Gidene kadar herşeyden muhabbet ettik. Artık hepimizin gözler kapanıyordu bi benzinliğe çekti, dinlenme tesisi olan. Passau ve Nürnberg'i geçmiştik, Wurzburg'a 40 km kala bi yerdeydik. Bak bu da Polonya'lı amca, biraz karanlık ama iş görür;

Saat 00.30. Bu saatte otostop olmaz dediysem de dinletemedim Talha'ya. Ben kafamı koydum kafeteryadaki masalara, uyudum. O hala "ben araba bulcam!" diye dolanıyordu ortalıkta. Sabah 6 gibi bir gündür bişey yemediğimizi farkederek kahvaltı yapmaya karar verdik. Kahvaltının ardından tekrar otostop denemeleri. Bir müddet denedik, 3-5 saat kadar. Bikaç tane durdu ama istediğimiz tarafa gitmiyordu. İllki Dortmund'a varmamız gerekli idi.

Bi ara artık bıkmaya başlamıştık ki Talha gidip bi araca daha sordu. Adam Düsseldorf'a gidiyordu. Şık giyimli gençten bi adam. "Atlayın" dedi. İşte o an dünyanın en mutlu insanlarıydık heralde. Bi an arka koltuğa dönüp baktığımda Talha çoktan kaymıştı, ben de almancamı son sınırlarına kadar zorlayarak adamla muhabbet etmeye devam ettim. sonrasında abimiz "uyu sen de, ben yaklaşınca uyandırırım" dediğinde ağzımdan sadece "wricklich?" (Harbi mi?) kelimesi çıkabildi. Sonrasında huzurlu bir şekilde yumdum gözlerimi. Radyoda çok hoş chillout şarkılar, bilmem kaç şeritli Almanya otobanı, BMW model araba ve rahat bir uyku! Daha ne isteyebilir ki bir insanoğlu?

Abimiz yolunu değiştirip bi 80-100 km daha giderek bizi Dortmund'a 40 km bi yerde büyük bir dinlenme tesisinde bıraktı. İnan o an zafer kazanmış gibiydik. Daha önce bizi görüp almayan bazı araçlara rasladık, suratlarına karşı sigaramızı üfledik gururlu bir şekilde.

Artık son 40 km'yi yürüsek bile aşardık ama gerek kalmadı. 1 saat dolmadan bir tane Alman çocuk aldı bizi arabasına. İşim gücüm yok, bırakırım gideceğiniz yere kadar dedi. Süper! Navigasyonu pek iyi değildi ama Dortmund'un içini bulana kadar canımız çıktı. Her neyse, sora sora Bağdat bulunurmuş. En sonunda Dortmund'un içinde bir yerlerde indik, taksici Türk abilerden birisi bizi hauptbahnofa attı ve Burakları beklemeye başladık.

Kısa bir bekleyişin ardından Burak ve Gizem kapıda belirdiler, işte o an "bitti" dedim, evet başardık! Zeynep'in eve giderken sadece birkaç anımızı anlattık, hepsini tüketmedik. Çünkü evde Zeynep ve Nil hikayeyi dinlemek için sabırsızlanıyorlarmış. 10 numara kahvaltının ardından olanı biteni gülüşerek anlattık. Sanki olanlar başıma gelmemiş gibiydi anlatırken, dışarıdan izliyordum o sıra kendimi.

Bu kadar. Bundan gerisi de gezip tozmaca işte. 8 günlük Almanya maceramızda NRW (Nordrhein Westfallen) eyaletinin hepsini gezdik heralde. Bundan gerisi de başka bir hikayeye giriyor.
dahası...


Çok radikal kararlar alasım geliyor böyle ara ara, sonra geçiyor tabi. Mesela interneti kapatayım diyorum, gerçi Türkiye'ye dönünce istemesem de kapatacak gibiyim Google bile yasaklı. Her neyse konumuz bu değil. Mesela en basitinden feysbuğu kapasam çok büyük bi zaman yaratabilirim kendime ancak bu boşluğu doldurmak için çaba harcamam gerek. Çok fazla şey öğrenebilirim ama aynı zamanda cahil kalmak için de büyük çaba harcıyorum. Ne çelişkili adamım ben ya. Ama mantıklı bi çelişki bu. Öğrenmek istediklerim genelde yetenekle ilgili şeyler cahil kalmak istediğim nokta ise güncel konular, politika falan.

Sonra mesela vejeteryan olasım geliyor. Et yemeği çok çok severim ama hayvanları yemek pek hoş gelmiyor bana, gittikçe soğuyorum zaten et yemeklerinden. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyebilirisn ama öyle kardeşim, fazla çelişkili insanım ben, elden bişey gelmiyor.

Bazen de böyle herşeyden geçip bi köye falan yerleşsem diyorum. Okulu falan bırakayım, bi karavan alayım, domates biber yetiştireyim, ekin ekip kaldırayım, gazete bile okumayayım, tv olmasın, sadece merak ettiğim konularda kitaplarım olsun.

Aborjinlere falan katılayım diyorum bazen de. Neden olmasın? Çükümü sallaya sallaya dolanırım ortalıkta, bumerangla kuş avlarım (muhtemelen kıyamam onlara, ben çalgıcılık bölümünde yer alır, toplayıcılıkla karnımı doyururum), didgeridoo falan çalayım ortalıkta, boyayayım vücudumu.

Yahu bi insan olarak tarihler boyu sadece karnımızı doyurmak için yaşamışız şimdi neden daha pahalı kıyafetler, son teknoloji ürünleri ve lüks satın almak için yaşıyoruz? Sorgulayın lan kendinizi! Şu kısacık ömrünüzde tek yapmanız gereken uslu uslu oynayıp karnınızı doyurmak dahasına neden ihtiyaç duyasınız? Bu şekilde yaşayan bir topluluk varsa haber edin, nüfusumu oraya aldırcam!
dahası...


Ne yazcam ki ben şimdi? Tüm zıtlıkları içimde barındırıyorum bu ara. Yazacak çok şeyim var aslında ama yazmaya da değer görmüyorum hiç birini. Keyifsizim genele bakacak olursak ancak her günüm keyifli geçiyor, çok yoğunum mesela ama hiç birşey de yapmıyorum. Bu örnekleri uzatabilirim.

Animelerle çok içiçeyim bu ara. Ömrümde yaptığım anime muhabbetinin misli misli fazlasını bu hafta yaptım, hayatım Japon pop kültürü oldu.

Bu ara beni hem rahatlatıp hem de sıkıntıya sokan düşüncelerden birisi ise eve dönmeye 1 ay kalması. Harbi 1 ay sonra tam tadında olacak buradan ayrılma vakti.

Ne zaman sokağa çıksam çarşı iznine çıkmış er ve erbaş gibiyim. Abi yazın gelmesiyle burada kışlıkları bırak, tüm kıyafetler rafa kalktı sanırım. İnsanlar giyinmeyi reddediyorlar. Şehrin orta yerinde (yani parklarda falan) bikinisini kapan güneşleniyor, üstsüz falan. O zaman sevişecek kimsen olmamasının zorluğunu daha bir hissediyorsun, iliklerine kadar.

Rivayetlere göre 2. sınavdan da yüksek not almışım, pek emin değilim.

Şu an önünde durduğum ekrandan insanları seyretmek çok ilginç. Hani böyle sanal gibi, nasıl desem aslında arkadaşın ama yediği her boktan haberin oluyor ama sanki gerçek değilmiş gibi, sanki o da sanal geziyormuş gibi, 3 boyutlu yaşam yokmuş gibi, gibi işte. Her neyse.

Son sıralar dibi olmayan bir kuyuya salınır vaziyette düşer gibiyim, herşey hızla akıyor ve sonu yokmuş gibi. Dibe vurmayı bile iple çekiyorum, en azından belirsizlik kalkar ortadan.

Sabah yatıp akşam kalkmaktan da bıktım lan!

Bu ara genel bi bıkkınlığım var zaten, kesin bu dengesiz havalardan ötürü. İnsanı da dengesiz yapıyor bu memleketin havası.

Biraz enerji verin/gönderin lan, çok ihtiyacım var. Tükenmiş halimle bile hala sağa sola pozitif enerji dağıtmaktan perişan oldum.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.