Sayın müzikseverler, Bloggerlar Çalıyor projemiz miks aşamasına kadar ulaştı nihayet! Elimizde iki adet rtim, bir adet solo bir adet de bas gitar kaydı, buna ilaveten de cajon ve bongo kayıtları var. Yani ortalama bir grup olmayı sonunda başardık! Bu bile büyük bir başarı. Şimdi sırada bunları birleştirmek var. İtiraf etmeliyim ki her biri birbirinden güzel kayıtlar olsa da bir araya gelince bir ahenk henüz çok temiz olmuyor ama çalışmalarım bugün akşama kadar, yine olmazsa sabaha ve tamamlanana kadar sürecek. "Ben miks işinden anlarım" diyen varsa yardım eli uzatabilir, aksi takdirde ben elimden geldiğince mikslemeye çalışacağım.

Şimdi elimizdeki enstrümanlara bakalım;
1- Ana rtim gitar : Müge Karaman (http://bonappe.blogspot.com/)
2- 2. rtim, solo ve bas gitar: Atakan Yener (http://debriyaj.blogspot.com/)
3- Bongo, cajon: yufkayureklikelgobekli

Bunlar ile gayet tadında bir enstrümental halini çıkarabiliyoruz ancak katılım hala açıktır. Özellikle vokal, ıslık, geri vokal ile eşlik etmek isteyenleri bekliyoruz. Miksin tamamlanmış halini vokal yapmak isteyenlere gönderebiliriz, üzerine şarkıyı söylemeleri için.

Tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum, burada amaç kusursuz bir şey ortaya koymak değil, beraber eğlenmek, bir şeyler ortaya koymak ve en önemlisi yapılmamış bir şey denemek! Ve inanıyorum ki her şeye rağmen muhteşem bir proje olacak.

Sevgilerimle
yufkayureklikelgobekli
dahası...


Nada
Bugün de size Nada'yı tanıtayım dedim ancak Nada'yı anlatmaya başmadan önce grubun kurucusu olan kuzenler Selen Hünerli ve Miray Kurtuluş'u anlatmam gerekecek. Olabildiğince uzatmadan ve sıkmadan anlatmaya çalışacağım.

Selen Hünerli'den başlayayım. Her ne kadar Nada, Hünerli ve Kurtuluş'un beraber başladıkları ilk proje olsa da Hünerli, Miray Kurtuluş ile birlikte R&B, soul, hip hop şarkılar coverladığı Bitter adlı grubuyla İstanbul'da müzik yapmaya başladı. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde sinema okuduğu yıllarda öğrencilerin film projelerine de müzikler besteledi. Miray Kurtuluş ile birlikte müziğini yaptığı en bilinen filmi ise Yoldaki Kedi isimli kısa filmdi.

Hünerli sonrasında ise Chellysdarkwater ile İstanbul gecelerinde elektronik altyapılı müzikler yapmaya başladı. Aşağı yukarı aynı zamanlarda Norrda'yı kurdu ve sanırım en başarılı işlerinden birisi oldu. Kendi alanlarında çok başarılı müzisyenlerle çalışarak gerçekten çok özgün eserleri 2007 yılında Infinite Face isimli albümlerinde bir araya getirdiler.

last efem
may sipeys
feysbuk





Demiştik ya çok başarılı isimlerle çalıştı diye; onları da sıralayalım. Perküsyonda Hakan Vreskala vardı mesela, o da kendi albümünü geçen yıllarda çıkardı.



O çok başarılı isimlerden bir diğeri ise Deniz Ceylun'du. Elektro-akustik müzikte Türkiye'de gerçekten en başarılı isimlerden biri olan Ceylun'un ise Portecho isminde ayrı bir projesi de bulunmaktadır.
ps: Studio Plastico klibi biraz daha sansasyonel, nedenini isterseniz kendiniz açıp görebilirsiniz ama bu şarkısını daha çok severim.



Miray Kurtuluş da Selen Hünerli gibi sinema okudu ancak o Galatasaray Üniversitesi'nde idi. Sonrasında Fransa'da görsel tasarım okuduktan sonra memleketine dönüp Hünerli ile birlikte ilk başta bahsettiğim R&B, soul, hip hop şarkılar coverlayarak müziğe bulaştı.

Kendi başına Chloes Time Machine adında akustik/deneysel bir proje yürütürken Mira grubunu da sürdürüyordu. Aslına bakarsanız Mira projesi hala devam etmekte. Kurtuluş, Mira projesini Tan Tunçağ ile birlikte sürdürüyor ve bilin bakalım bu Tan Tunçağ kim? O da Portecho grubunun diğer elemanı. Yani Kurtuluş, Hünerli, Ceylun ve Tunçağ resmen bu piyasayı tekelleştiren müzisyenler. İyiki de öyleler. Gerçekten sayelerinde müziğe doyduk.

Mira'nın ilki 2008'de yayınlanan iki adet albümü var. Eve Dönmeliyim (2008), Ayda Kahvaltı (2012). Ayda Kahvaltı ise bir çok müzik eleştirmeni tarafından 2012'nin en iyi albümleri arasında yerini buldu, lâyıkıyla tabii ki.

web sayfası
last efem
may sipeys
feysbuk
tivitır

Bu yılki One Love festivalde benim kaydettiğim vidyosu.


Bu da son albümün ilk vidyo klibi.


Ben her ne kadar kronolojik gibi sıralasam da bu Mira, Norrda, Portecho, Nada projeleri hep aşağı yukarı aynı dönemlere denk gelir ve hala devam etmektedir. Hatta Nada, kuzenlerin ilk başladıkları projeydi.

Nada, bu uzun sürecin ve arada yapılan diğer projelerin olgunluğuyla ortaya çıkan fevkalade bir projedir. Sanırım kuzenler Nada'yı bu olgunluğa eriştirene kadar bu süreçlerden geçmeyi beklediler. Elektronik dokunuşlar olan akustik/saykodelik bir tınıya sahip Nada grubu Oda albümünü 2011 yılında tamamlayıp piyasaya sürdüler. Kesinlikle takdire şayan bu iki kuzenin çalışmalarını takip etmek isteyenler için sürekli linklerini paylaştım, oralardan irtibatta kalabilirler.

tivitır
feysbuk
may sipeys
vimeo







__________________________________________________________

Tüm bu bilgileri toplamak için saatlerdir internette geziyorum, "eline sağlık, +rep" falan diye bari yorum bırakın ^_^

Alın size iki adet de bonus vidyo, kuzenler hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler var ise.





dahası...




Korhan Futacı ismini bir yerlerde duydunuz mu? Duymadıysanız gelin size biraz bahsedeyim. Daha önceden de mutlaka projeleri olmuştur ancak ilk olarak piyasaya Tamburada ile çıktı sanırım. Caza farklı bir nalayışla yaklaştılar ve kendince bir dinleyen kitlesi yarattılar. Futacı tenor saksafonu ve geri vokaliyle eşlik ediyordu bu gruba. Ediyordu diyorum çünkü o proje bitti. Futacı, Tamburada ile Fantastik adında bir albüm yayınladı.
maysipeys 
feysbuk
last efem



Ardından Futacı kendisinin öncülük ettiği DANdadaDAN grubunu oluşturdu. Alışılagelmiş müziklerden sıkılanlar için bulunmaz bir gruptu. Futacı yine tenor saksafon ve solist olarak boy gösterdi bu grupta. Grubu çekici kılan ise grubun davul, bas, saksafon ve klavyeden oluşmasıydı. Sen Bana Birini Android isimli albümleriyle ezber bozan, "bir grupta gitar olmazsa olmaz" algısını yıkan ve bunu ziyadesiyle yerine getiren DANdadaDAN, saykodelik tınıları ile Futacı'nın bir nevi sıçrama tahtası olmuştu.

may sipeys
feysbuk
last efem



Sonrasında Yasemin Mori ile de çalışmaya başladı, iki albümünde de çok katkısı var. Ayrıca bu zamanlarda da bar performansı için Burak Gürpınar, Selim Saraçoğlu ve Mehmet İnci ile bir araya gelen Futacı, deneysel bir prograsif müzik ile karşımıza çıktı bu sefer. İki adet de demo yayınlayan Kujo sanırım artık devam etmiyor.

may sipeys



Sonradan Konstukt adında bir grubu daha olmuş ancak onu hiç duymamıştım, araştırmaya da üşendim, muhtemelen yazı bitince ona da bakacağım.

Son projesi ise Korhan Futacı ve Kara Orkestra ile Futacı resmen şimdiye kadarki tüm deneyimlerini konuşturmuş. Kara Orkestra ile üç yılı aşkın bir süredir müzik yapan Futacı, bu grup ile 2010 yılında isimsiz yayınladıkları albümünün ardından 2012'de Pavurya albümünü yayınladı. Müzik ahengi ve vurucu saksafon soloları ile beyin orgazmı gerçekleştirmeye devam etmektedir.Saykodelik ve caz müziği kendince harmanlayan bir gruptur Kara Orkestra.

web sitesi
last efem
feysbuk







dahası...



Aranızda hala Kesmeşeker'i tanımayanlar varsa bugün tanışmak için uygun bir gün. "Şarkılarda bilhassa sözlere önem veririm" diyenleriniz varsa mutlaka şarkılarını hatmetmeli ve sindirmelidir diye düşünüyorum.

Kesmeşeker'in kurucusu, gitaristi, söz yazarı, bestecisi ve solisti olan Cenk Taner, Kesmeşeker dendiğinde akla gelecek neredeyse ilk ve tek isimdir. Kesmeşeker'in ilki 1991 yılında olmak üzere yedi adet stüdyo albümü bulunmaktadır. Onlar ise sırasıyla;
  • 1991 Dipten ve Derinden 
  • 1993 Aşk ve Para 
  • 1995 Tut Beni Düşmeden 
  • 1998 İnsülin 
  • 1999 İçinde İçindekiler Vardır 
  • 2004 Kum 
  • 2011 Doğdum Ben Memlekette
Ayrıca Cenk Taner'in bir adet solo albümü ve besteleyemediği yazılarından oluşan bir de Andıran Otu adında kitabı bulunmaktadır. 

Gönül meselelerinden toplumsal olaylara, hayata dair dokunuşlardan siyasete kadar geniş bir yelpazede konuları ele alan şarkılarıyla Kesmeşeker'in kalbi Cenk Taner Kent Ozanı yakıştırmasını sonuna kadar hak eden bir abimizdir, canımızdır, ciğerimizdir. 

Yazıyı da Cenk Taner'in dinleyenleri için uygun gördüğü bir söylevle bitireyim.

“Kesmeşeker dinleyicisidir ki ‘uçsuz bucaksız azınlık’tır; onlar ‘kaç’ değil ‘kim’dir…”

Son albümün son vidyo klibini de iliştiriyorum, dahasını dinlemek, öğrenmek isteyen olursa şayet, buralardayım, gugıl da buralarda.

dahası...


Size şöyle arada bir dinlemelik müzik mi önersem? Canınız sıkıldıkça "dur bakalım yufkayureklikelgobekli ne önermiş?" deyip dinleyeceğiniz cinslerden.

Bi' yutup kanalıyla başlayayım o zaman; Buyrun.

Big Ugly Yellow Couch

Yukarıdaki linkte bir takım tanınan ya da az tanınan grupların büyük çirkin sarı koltuk üzerinde gerçekleştirdikleri akustik performanslar yer alıyor. Bulaşık yıkarken, blog yazarken, yemek yerken pileylisti açıp keyifli keyifli dinleyebileceğiniz bir kanal. Afiyet olsun.

Ha bir de eğer oradaki şarkıları beğenirseniz buradan indirebiliyorsunuz, yasal olarak hem de.

İlk öneri de benden gelsin, hadi iyi seyirler.

dahası...



Düşman kalesini zaptetmiştik oynadığım strateji oyununda, küçük bir destek kuvvet ile kalenin düşmesi işten bile değildi, öyle de oldu. Atlı birlik de destekledikten sonra düşman kalesini yerle bir ettik. Keyifle oyunun istatistiklerine bakarken, bir taraftan da el yordamıyla kucak bilgisayarının da üzerinde bulunduğu küçük zigon sehpanın üzerinde sigaramı buldum. Soft paketleri sırf altına vurunca sigara çıkarabildiğim için seviyorum. Yine aynı şekilde artistik bir hareketle vurdum sigara paketinin altına, paketin ucundan yarısına kadar sarkmış sigaralardan bir tanesini kurban seçip dudaklarımı uzatarak çıkardım paketinden. Çakmağı çaktığım sırada kafamı kaldırdım, Neşe öylece durmuş beni izliyordu, yüzünde merak ve pişmanlık karışımı bir ifade ile. Bir dakika önce bir kaleyi fethetmiş bir kahramanken bir anda kalbi kırık bir erkeğe dönüşmüştüm. Söze Neşe başladı, bakışlarını kaçırarak;

"Oyun mu yine?"
"Evet."
"Bıkamadın şu oyundan, ne anlıyorsun bu kadar?"
"Uzaklaştırıyor."
"Neyden?"
"Düşünmekten."
"Neyi?"
"Seni."
"Neredeydim diye sormayacak mısın?"
"Neredeydin?"
"Burak'ta."
"..."
"Ne yaptınız diye sormayacak mısın?"
"Hayır."
"Neden?"
"Çünkü biliyorum."
"Ne yapmışız?"
"İçip seviştiniz."
"Evet."
"Kaç posta?"
"6."
"Maşallah."
"Ama seni düşündüm."
"Nasıl?"
"Onu sen olarak düşündüm, seninle sevişiyormuş gibi hissetmek için."
"Neden?"
"Alıkoyamıyorum kendimi. Ben de oyunlar oynuyorum senin gibi, seni zihnimden uzaklaştırmak için. İnsanlarla oynuyorum, mış gibi yapıyorum, sevişiyorum, öpüşüyorum, takılıyorum ama sen bir türlü uzaklaşmıyorsun."
"Bilgisayar oyunları daha zahmetsiz, onları dene."

Sonu bir yere varmayacak diyaloğu yarıda bırakıp mutfağa doğru ilerledim. Belki de bitmişti sohbet, emin değildim. İki kapı sonra ulaştım mutfağa, buzdolabından yarısı içilmiş litrelik ayranı alıp tekrar döndüm salona. Neşe, diğer çekyata uzanmış yaktığı sigaranın dumanını izliyordu. O an hiçbir şey düşünmediğine emindim, iki buçuk yıllık ev arkadaşlığı onu yeterince tanımama yetti. Tüm ilişkimiz ev arkadaşlığı üzerine idi ancak birbirini sürekli gören iki karşı cinsin kaçınılmaz sonu bizi de bulmuştu. Birbirimizi seviyorduk hatta belki aşıktık, biliyorduk da bunu ama hiç denemedik beraber olmayı hatta ev dışında beraber hiç takılmadık. Hiç dokunmadık birbirimize, sevdiğimizi hiç söylemedik ama bildik.

Neşe'nin hayatında sürekli birileri oldu. Sevgilisi oldu, takıldığı insanlar oldu, günübirlik ilişkileri oldu ama hiç mutlu olmadı. Kahkahası hiç durmazdı, yüzü hep gülerdi yalnız o gülmelerin içten olmadığını bilirdim. Buna rağmen nasıl başardığını anlamadığım bir dinginliği vardı. İçinde fırtınalar koptuğuna emindim fakat sigarasını yaktığında sadece dumanını izlerdi, hiçbir şey düşünmezdi. Eğer odamda değilsem, o da odasına gitmezdi. Bu huyunu bildiğimden uyumak dışında kullanmazdım odamı. Salonda sessiz sedasız otururduk.

Ağzımızı açtığımızda sadece müzikle ilgili konuşurduk. Belki de tek ortak noktamız müzikti. Bilgisayardan kim müzik açsa, diğeri itiraz etmezdi. Bilirdik çünkü açılan müziği diğerinin de beğeneceğini. Ortak dil gibi bir şeydi müzik bizim aramızda. Müzikle konuşurduk. Birbirimizi de müzikle tanıdık. Konuşmadık birbirimizle, dinlemedik birbirimizi, müziklerimizi dinlettik, notalarla konuştuk. Ben en sevdiğim şarkıları dinlettim, o en sevdiği grupları izletti. Konuşanlardan daha çok tanıdık birbirimizi çünkü konuşurken yalan söylenebilirdi ancak duygular yalan söyleyemezdi. Müzik ise duygularınızı olduğu gibi açığa çıkarırdı.

Amatör gruplar açardık bazen internetten, kaçırdıkları rtimleri, yanlış tonları, detone sesleri ayıklardık. Beraberken eğlendiğimiz tek konu buydu. Bazen çok sıçtıklarında gülerdik ağız dolusu ve Neşe'nin gerçekten kahkaha attığı nadir zamanlardan olurdu o anlar, adının hakkını verirdi.

Bunları düşünürken Neşe'ye bakakalmış olmalıyım, sigarasının külünü silkerken gözgöze geldik;

"Neşe?"
"Semih!"
"Seninle yatmak istediğimi söyleseydim ne derdin?"
"Soyun!"
"Benden daha fazla istiyorsun değil mi benimle yatmayı?"
"Senin ne kadar istediğini bilmiyorum."
"Evcil bir penguenimin olmasını istediğim kadar."
"Evet, senden fazla istiyorum."
"Peki herhangi biriyle sevişmekten farkı olacak mı?"
"Sanırım isteyip de ulaşamadığım tek kişisin, o yüzden kafamda büyüttükçe büyütüyorum seni."
"İşte bu yüzden kendime rağmen karşı koyuyorum sana."
"Neden?"
"Beni hep hatırla istiyorum, sürekli aklının bir köşesinde kalayım."
"Neden?"
"Sana olan öfkemin hıncını anca bu şekilde alabilirim. Seni çok istesem de güvenilmez birisin, gözüm kapalı güvenebileceğim birini istiyorum ben."
"Yalan yok, ben olsam ben de güvenmezdim bana."

Neşe, görebileceğim en güzel kadınlardan biriydi, diğer tüm kadınlar vasat kalıyordu yanında. Bir yetmiş boy, ince ve dolgun vücut, ince bir burun, nazik bir çene, yüz hatlarını iyice belirgin kılan kısa siyah saç, bembeyaz ten, iri gözler ve etli dudaklar. Bir erkeğin aradığı tüm fiziksel özelliklere sahipti, bunu da sonuna kadar kullanıyordu. Güzelliği ile açamayacağı hiçbir kapı yoktu, benim inadım dışında. Neşe'nin tanrısal egosunu kıran yegâne şey, benim ona karşı koymamdı ve bu da benim egomu ona denklememe yetiyordu. Onun besin kaynağı istediği kişiyi elde etmesiydi, benimki ise Neşe'ye karşı koyabilmek. Bu denge, bir gün birimizin nefsine yenik düştüğünde bozulacaktı ve o andan sonra ne ben Semih, ne o Neşe olabilecekti. Sanırım biraz da bundan korkuyorduk. Öfke ve nefretle karışık bir sevgi besliyorduk birbirimize, belki de aşk böyle bir şeydi ya da ihtiras, tutku. Biz beraber olmadıkça da sürecekti.

"Bi' el daha oyun atacağım. Ayran?"
"Afiyet olsun."
dahası...


Merak ettiğim bir şey var; İnternette, sağda solda gezerken yufkayureklikelgobekli ya da yufka yürekli vs. gibi yazılar görünce ya da sakallı, yuvarlak kırmızı gözlüklü resim/fotoğraf görünce bu blog aklınıza geliyor mu? Yani kafanızın bir yerinde yer etmiş miyim acaba diye merak ediyorum. Ya da bu blogu aklınıza getiren başka bir şey varsa onu da söyleyebilirsiniz. Yanıtlarsanız da memnun olurum ^_^
dahası...


Nedir güzel? 90-60-90 vücut ölçüsü mü? Sarışınlık ve renkli göz? Sıfır beden? Bakımlı olmak? Kozmetik malzemeleri kullanmak? Kırışıksız bir cilt? Özgüven?

Venus and the Lute Player
Gelin güzellik kavramını taa en başından ele alalım. Rönesans'a gidelim mesela. Solda resimde gördüğünüz kadın tipik Rönesans dönemi kadını (15-16. yy arası), beğendiniz mi? Beğenmediniz mi? Neden? Dönemin güzellik kavramı bu idi halbuki. Balık etliden hallice hatta tombul. Peki neden kadın bu haliyle güzeldi o zamanlar? Hatta büyükannelerinizi dinleseniz onlar bile "kadın dediğin etli butlu olur, şimdiki kızlar hep çirkin, çıta gibi" ya da benzeri cümleler kurarlar, güzeli tasvir ederken. Şimdi toplumsal açıdan ele alalım, güzelliğin ne olduğunu. Rönesans döneminde ya da o yıllarda diyelim sadece maddi imkanı iyi olanlar düzgün beslenebiliyordu ve göbekli insanlar iyi beslenmiş olarak görülüyordu. Yani maddi durumu iyi ki güzel şeyler yiyerek şişmanlayabiliyor. "Fakir dediğin zayıftır." O zamanlarda inanış buydu, şişmansan zenginsindir. Nasıl? Kafanızda biraz şekillendi mi güzellik kavramı? Şekillenmedi mi? Devam edelim. Peki neden şişman olma hevesi vardı? Çünkü kadınlar, doğum yaptıktan sonra hayatta kalabilmelerini bu kilolara borçlu olduklarını düşünüyorlardı. Yani para = güzel yemek = fazla kilo = neslin devamı.

Madem öyle, neden şimdi tahta gibi kadınlar güzel? Sıfır beden, kırışıksız? Heh, şimdi de onu açıklayalım. Daha sonra ise sanayi devriminden sonra -ki dünyanın miladıdır neredeyse- yeme içme alışkanlıkları da değişti. Artık tarım, hayvancılık daha modern bir şekilde yapılıyor, daha fazla üretiliyor ve bununla paralel olarak da fiyatlar hızla düşüyordu. Artık alım gücü iyice artmış ve her isteyen istediği besine ulaşabiliyordu. Herkes dilediğince şişmanlayabiliyordu, artık şişmanlık zenginlik göstergesi değildi. 20. yy sonları, 21. yy başlarında ise her alanda olduğu gibi gıda alanında da sanayileşme kötüye kullanılmaya başlandı. GDOlar, toplu hayvan kıyımları derken artık gerçek yemek bulmak gittikçe zorlaşıyordu. Yediğimiz her besin sağlıksızdı ve olması gerekenden çok daha fazla kalori sağlıyordu bedenimize. Hele ki fast food diye bir kavram çıkardılar ki "modern"leşen toplum ile birlikte vakit darlığından dolayı insanlar bu fast food denen çöplere rağbeti artırdı, besinlerin kalitesi azaldı, kalorisi arttı ve yapılan araştırmalarla da şişmanlığın sağlıksız olduğu açığa çıktı. Zayıf kadınlar daha rahat doğurabiliyorlardı, doğumdan sonra hayatta kalmak için yağlarına ihtiyaçları yoktu. Peki şimdi ne olacaktı? Kaliteli ve sağlıklı besin tüketip zayıf kalmak gerekiyordu. Ve artık sağlıklı ve "gerçek" besinleri maddi durumu iyi olanlar  alabiliyordu. Yani artık zayıflık zenginlik göstergesiydi. Yani para = sağlıklı yemek = zayıf beden = neslin devamı.

Tabi bu zayıf olmanın bokunu çıkaran insanlar da yok değildi. Nasıl ki zenginlik hırsı varsa bunu göstermenin de hırsı baş gösterdi insanlarda. Sanıyorlardı ki ne kadar zayıflarsa o kadar zengin gösteriyorlardı. Böylelikle de sıfır beden adında saçma bir kavram çıkardılar 2000lerin başında. Normal bir insan bünyesiyle bunu başarmak oldukça zor olduğu için de Anoreksiya hastalığına tutulanlar olmuştu ki hala da var böyle aptallar.

Peki kırışıksız bir cilt? Yaşlanmayı geciktirmek, en azından boyalar, kozmetik ürünleri ardına saklamak? Açıklamasam bile bunu zaten anladınız, mantığı çözdünüz zaten ancak ben yine de açıklayayım. Bu sefer bir etken daha var. Deminden beri saydığım sebeplerin aynısı burada da geçerli. Parası olan kozmetik ürünler alabiliyor, genç ve kırışıksız kalabiliyor, yani yine iş paraya dayanıyor. Ayrıca artık hayatta kalma olgusu yemekle ilişkili değil o kadar. Artık hayatta kalmak kariyer, iyi iş, iyi eğitim, "güvenlikli" bir site ya da ev ile ölçülüyor. Dolayısıyla o kozmetik ürünleri alabilenler bunlara sahip olabilecek parası olan, yaşlı olmadığı için hala çalışabilir ve bu yaşam standardını hala devam ettirebilir, neslini de sürdürebilir. Yani kırışıksız cilt = gençlik = çalışmaya devam edebilime/kariyer yapabilme = para = yüksek yaşam standardı = neslin devamı.

Bu saydıklarımın hepsi bilinçaltımızın bize anlatmaya çalıştığı inanışlar. Peki bu bilinçaltı nasıl besleniyor, nasıl ikna oluyoruz güzellik kavramının bu şekilde olduğuna? Rönesans döneminde bu süreç biraz daha zordu, fısıltı yoluyla yayılıyordu bu inanışlar ama artık medya bu süreci olabildiğince hızlandırıyor. Bunu yaparken tabii ki sizin daha fazla tüketmenizi sağlamak için sürekli yeni ürünler ile yapıyor ve güzelliği, gösterdikleri ürünleri satın alarak sağlayabileceğinize inandırarak yapıyorlar. "Şu marka kıyafeti alırsan güzelsin, yoksa değilsin ve neslini devam ettiremezsin!" Hiçbirimiz güzellik kavramının bu düşünceyle şekillendiğinin farkında değiliz, ancak hormonlarımız bize bunu gösteriyor. Tabii kapitalizmin tüketici toplum yaratma dürtüsünü de gözardı etmemek gerekir.

Aslında hepiniz güzelsiniz, sadece bunun farkında olun.
dahası...


9 yılın ardından tekrar ÖSS'ye gireceğim (gerçi adı YGS mi olmuş LYS mi olmuş, öyle bir şey olmuş. Düşünün o kadar bilgim var) MF çıkışlıyım ve MF-4'ten (arkadaş yeni yeni adetler çıkarmışlar, MF-4 nedir ya?) neyse işte MF-4'ten ortalama 300 civarında, biraz daha fazla olabilir bir puan almam gerekiyor, girmek istediğim üniversite için. Şimdi bunun için çok mu kasmak gerekiyor? Ne bileyim "usta, sen biraz matematik kas, az biraz fen yap, sözelden de ortalama üstü yap yeter" gibi bir önermeniz var mıdır? Bir de kaç farklı sınava gireceğim? Ne yapacağım? Hiçbir şey bilmiyorum, bi' yol gösterin gözünüzü seveyim.
dahası...


Bazen yalnızca sevmek gerekir. Hayır, bir annenin evladını sevdiği gibi değil, bir martının denizi sevdiği kadar hiç değil. Dağlar, okyanuslar, dünyalar ya da evren kadar da değil. Bu kadar basit olan bir kavramı -ki sevmek gerçekten basit bir kavramdır, onu zorlaştıran ve karmaşık hale getiren bizleriz- eşsiz olarak icra etmek gerekir. "Kadar, gibi vs." gibi kıyaslar kullanarak sınırlandırmamak gerekir sevmeyi, sadece sevmek gerekir. Benzetmelerden kaçınarak, benzersiz bir şekilde... Ortalama yüz yetmiş santimetre sevmek gerekir. Çünkü dostlarım, ortalama bir insan kulacı olan yüz yetmiş santimetre, sonsuzluğu kucaklamaya yetecek ölçüdedir.

*Fotoğraf, 2010 yılı sevgililer gününde Avusturya/Viyana'da Stephans Meydanı'nda insanlara bedava kucak dağıttığım sırada çekilmiştir.
dahası...


Saygıdeğer okurlar, belki bir kısmınızın haberi vardır, olmayanlarlar için haber edeyim dedim. Onlayn olarak yayınlanan muhtemelen bir çok dergi vardır ancak ben sadece iki tanesini bulabildim. En azından blogcuların imece usulü çalıştığı bu iki dergiyi buldum. Birisi BlogLifeTR diğeri ise BlogUM. Ocak sayısı için BlogLifeTR'de konuk yazarlığım kabul gördü ve iki adet yazı ve içerik analizi ile katıldım Ocak sayısına. Henüz her sayfasını okuma fırsatım olmadı ancak içerik bakımından oldukça zengin bir dergi olduğunu söyleyebilirim. BlogUM dergisini ise daha tam olarak inceleme fırsatım olmadı, ona da en yakın zamanda göz atacağım ve Şubat sayısı için ona da bir yazı yazacağım, konuk yazarlık başvurum orada da kabul görmüş. Öncelikle belirtmeliyim ki beş kuruş para vermiyorlar, gönüllü olarak yapıyorsunuz bu işi ya da benim gibi kendinizi tanıtmak olarak düşünebilirsiniz yahut kalıcı bir iz bırakmak, herhangi bir oluşumun içerisinde bulunmak vs. Mutlaka buralara yazdığımız yazılarla da bunu sağlayabiliriz ancak böyle bir derlemenin içerisinde olmak ayrı bir haz.

Neyse sadede geleyim. Asıl amacım yaşadığım hazzı sizinle paylaşmaktı ancak ondan ziyade eğer siz de böyle bir haz yaşamak isterseniz yukarıda linkleri mevcut olan dergilere konuk yazarlık isteğinizi, bir form doldurarak arz edebilirsiniz. Hatta edin! Gelin hepimizin en seçmece yazılarının toplandığı bir mecmuamız olsun. Okumak isteyenler için içinde yer aldığım BlogLifeTR dergisi Ocak Sayısı ve umarım önümüzdeki ay yer alacağım BlogUM dergisi Ocak sayısını paylaşıyorum. İyi okumalar.

Eğer gömülü olarak çalışmazsa (ki kaç keredir deniyorum olmadı) bu linkten ulaşabilirsiniz.



ps: BlogUM dergisi Bloggerlar Çalıyor projemizin de destekçisi olduğunu ayrıca belirtti, keyfime keyif kattı. Proje ile ilgili bizden haber bekliyorlar. Bir siz destek vermediniz şu projeye be sevgili blogcular! Şikayetim yaradana...

dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.