Yanılgıya düştüğümüz ya da üzerine düşünmediğimiz mevzulardan birisi de icatlar ve mucitleri sanırım. Örneğin telefon. Graham Bell icat etmiştir değil mi? Mutlaka yıllarca araştırma yapmış, çalışmalar, prototipler, deneyler... Birden bire ortaya çıkmadığını hepimiz zaten biliyoruz.

Benim yaklaştığım nokta biraz farklı. O telefon, insanoğlunun, hatta evrenin oluşmasından itibaren süregelen bir birikimin eseriydi aslında. Şöyle özetleyeyim: Graham abimiz telefonda kullanılan telleri ve kabloları icat etmedi. Metalin, bakırın iletkenliğini keşfetmedi. Plastiği icat etmedi, ona şekil verme yöntemlerini, kimyasını incelemedi. Daha da irdelersek konuşmayı o bulmadı, toplumu o yaratmadı...

Yani değinmek istediğim, her keşif, her icat, evrenin varoluşundan bu yana deneyimlenen tüm olayların silsile şeklinde birbirleri ile etkileşiminden  meydana gelmekte. Buradan yapacağımız çıkarım ise herkesin bu döngüye katkı sağladığıdır. Hiçbir işe yaramadığını düşündüğünüz anlı ya da cansız varlıkların hepsi, şu anki icat ve keşiflere doğrudan ya da dolaylı olarak katılmaktadır.

Kendinize bir de bu gözle bakın, işe yaramaz olduğunuzu düşündüğünüz anlarda.

** Yazarın notu: Dünyayı da geçtim, bu evren sadece bir tane ve üzerindeki herkes eşit ölçüde hak sahibi ve paydaştır. Yapılacak ufacık bir ötekileştirme, anlaşmazlık ve çıkar hesabı her bir bireyi etkileyecektir, her bir türü. Bireysel kazanımlar farklı kitlesel yıkımlara yol açabilir. Azıcık daha bilinçle hareket edilmeli. Nacizane... **


dahası...


Rahatsızım!

- Sürdürülebilir yaşamı savunduğunu iddia edip her sene telefonunun modelini yükselten kesimden rahatsızım. Sürdürülebilir bir yaşam asgari düzeyde ihtiyaçlarını karşılama ile mümkündür, sosyal medyadan makale paylaşmak ile değil.

- Saçma sapan sitelerden "organik" ürün alarak sürdürülebilir bir yaşam sürdüğüne inanan insanlardan rahatsızım. Bir kilo domatese 10 lira vermek değildir sürdürülebilir yaşam. Ya da üzerinde Fair Trade, Organic etiketli, bilmem kaç yüz liralık ürünleri almak değildir. Böyle yaparak sadece o pazarın ekmeğine yağ sürmüş oluyorsun, duyarlı olmuyorsun. Kendi ürününü yetiştirmektir sürdürülebilirlik, kendi kıyafetini dikmektir. Görgüsüz bir hipster çakması olmaktan ileri gitmiyorsun bir ürüne organik diye yüzlerce lira dökerek.

- Evde makarna dahi yapmadığı için "çevre dostu" kafelerde 30-40 liraya organik penne arabiata yemek değildir sürdürülebilir yaşam. Üreticisini bildiğin pazar yerlerinden satın aldığın sebzeleri evinde pişirmek, eğer mümkünse o ürünleri kendin üretmektir sürdürülebilir yaşam.

- Vintage shoplardan, nam-ı diğer bit pazarlarından her bulduğunu alıp eşşek yüküyle gardırop düzmek değildir sürdürülebilir yaşam. Kaldı ki o vintage shoplardan 50 liraya aldığın ürünü sahici bit pazarlarına gitsen 3-5 liraya alırsın ama o kadar havalı olmaz değil mi? Yinelemek isterim: İhtiyacını asgari düzeyde tutmaktır sürdürülebilir yaşam, 30 farklı pantolon, 40 farklı gömlek, 100 farklı ayakkabın olması değil. Nereden aldığın hiç önemli değil, ister süper lüks mağazadan, ister vintage shoptan olsun, ihtiyacından fazla ise fazladır, aması yoktur.

- Hayvan haklarına ve sürdürülebilir yaşama inandığından dolayı vegan/vejetaryen olup da bu etiket altında açılmış lokantalara dünyanın parasını bayılmak sürdürülebilir yaşam değildir. Sadece ego tatmini için o beslenme alışkanlığını benimsemekten öteye gitmez. Sermayeye hizmet ettiğiniz sürece sürdürülebilir bir yaşam sürmüş olmazsınız. Bu sermaye sizin karşınıza Mc Donald's olarak da çıkar, vegan lokanta olarak da.

- Sürdürülebilir bir yaşam için mücadele ettiğini iddia edip sabahın ilk ışıklarına kadar bilgisayar başında oturan, kitap okuyan, bir şeyler üreten bir insanı samimi bulmuyorum. Sürdürülebilir bir yaşam için gün ışığından maksimum derecede yararlanmak gerekmektedir. Ve sen sevgili sürdürülebilir yaşam gönüllüsü insan, sabaha kadar oturup akşam üstüne kadar uyuyarak bu nimetten faydalanmıyorsun, üstüne üstlük güneşin olmadığı zaman diliminde, uyuyarak geçirmen gereken süreyi elektrik tüketerek geçiriyorsun. Hani sürdürülebilirlik? "Ama gece uyumayanlar daha zekiymiş." siktir oradan! O da palavra. Sen gecenin bir yarısına kadar feysbukta takılıyorsun, bir şey ürettiğin mi var? Ne zekiliği? Kaldı ki eğer bir şey üreteceksen de gün ışığında üret, saçma sapan şehir efsaneleriyle savunma kendini.

- Küçücük bir buruşukluk, bir karalama olan kağıdı buruşturup atmak da sürdürülebilir yaşama ket vurmaktır. Eldeki imkanları, eldeki malzemeleri azami ölçüde kullanmak, kıyafetlerini ve eşyalarını onarmak, eline geçeni çöpe atmamak hatta mümkünse hiç çöp çıkarmamaktır sürdürülebilir yaşam. Hadi çöp çıkarmadan yaşayamadın diyelim, en azından dönüştürmeye, dönüşüm kutularını kullanmaya özen göster.

Daha yazabileceğim o kadar fazla örnek var ki, yazdıkça sinirlenmeye başladım, gerisini siz doldurun yorumlarla. Yani güzel insan, sen eğer gerçekten sürdürülebilir bir yaşam için çabalamıyorsan saçma sapan bir hipster olup çıkıyorsun, sürdürülebilir bir yaşamı desteklemiyorsun. Şimdiye kadar kimse sana söylemediyse ben söyleyeyim dedim.
dahası...


Rahatsızım...

Sanatın, bilhassa sahne sanatlarının göklere çıkarılmasından rahatsızım. Tiyatrocuların, müzisyenlerin, ressamların insan üstü bireylermiş gibi gösterilmesinden rahatsızım.

Bir tiyatrocu neden su tesisatçısından üstün olmalı ki? Nedir onu ayrı kılan? İkisi de para kazanmak için mesleğini icra eden kişidir en nihayetinde. Yetenek? Tiyatro da, müzik de, su tesisatçılığı da, kaportacılık da öğrenilebilir meslek dallarıdır. Sanata gösterilmesi beklenen saygı, neden bir fırıncıya gösterilmesi beklenmez? Sadece sanat mıdır saygılı davranılması beklenen? Neden pozitif ayrımcılık yapılır sanata?

Neden bir tiyatro gösterisi çıt çıkarılmadan seyredilirken bir grafik tasarımcının kartvizit tasarımına sürekli müdehale edilir? “Sanat toplumu ileriye taşır.” Nah taşır! En azından günümüzde. Bana günümüzde toplumu ileriye taşıma amacı güden bir tane sanatçı gösterin. Ya topluma sanat yapıp pazarını orada arar ya da elitist takılıp kodaman pazarına girer. “Her şey sermaye için”dir yani. Toplum ileriye/geriye gidecekmiş, umrunda olmaz.

“Baban ölmüş olsa bile, cenazeyi kaldırıp sahneye çıkarsın.” Hasiktir oradan! Nedenmiş o? Sanatçı insan değil mi? Neden bir kuyumcu vitrinine “cenaze dolayısıyla kapalıyız” yazabiliyorken sanatçı yazamaz? Toplum geri mi kalır o gün sahne almazsa? Saygınlığı mı yiter sanatçının?

Ayrıca toplumsal bir yasta neden müzisyenler güme gider hep? Hiçbir berber dükkan kapatmazken müzisyen sahne al(a)maz. Müzik sadece vur patlasın, çal oynasın mıdır? E hani toplumu ileriye taşıyordu? Tam da böyle zamanlarda ileriye taşınması gerekmez mi toplumun?

Daha fazla uzatmayayım. Hepimiz insanız, hepimiz bir şekilde karnımızı doyuruyoruz. Bir meslek grubunu göklere çıkarırken diğerini yerin dibine sokmayalım. Bunu bir peyzaj mimarı adayı, müzikle uğraşan, edebiyatla ilgilenen ve bazen de resim karalayan bir birey olarak söylüyorum.

İşini hakkıyla yapan tüm meslek grupları eşit değerde saygıyı hakeder. Kimseyi öbürsüleştirmeyin!

dahası...


Hayat her zaman seçim yapma zorunluluğu mu sunar insana?

- İki gönlün bir olduğunda seyran olan samanlıklar, samanın Bulgaristan'dan ithal edilmeye başlanmasıyla yıkıldı.
- Çeşme başlarında buluşma da yalan artık. Her çeşme başı bir Starbucks, bir Gloria Jean's.
- Dere kenarları artık rekreasyon alanı, akbil basmadan giremezsin!
- Söğütleri hep kesmişler. Şezlonglar, şemsiyeler kiralık.
- Yollar uzun, atlar aç. Ot koymamışlar memlekette.
- "Yola çıkalım desen, yolsuzuz o başka..."
- Eğlence varmış, çalıp söyleyecekmiş insanlar. Giriş ücretine ilk bira dahil! Ala.
- Dünya, ulaşım olanaklarını kullanabilene küçükmüş. Sana, bana 10 km hala uzak.
- Sosyal çevren ya iş arkadaşlarına ya da ev arkadaşlarına indirgenmiş. Arası yok. Arası Türk Lirası.
- Dünyayı değiştirmeye kudreti olanın, ekmek almaya kudreti olmuyor. Ekmek peşinde koşanın ise başka hiçbir şeye...
- Kürkün yemeden sen yiyemezsin. Kürkün doymadan sen doyamazsın!
- Düzen adamı olmadığın sürece düzülmekten keyif almanın yolunu bulmaktan başka çaren yok.
dahası...


Şimdi insanlar, bir duyurum olacak. Bizim Debriyaj, nam-ı diğer Atakan bir fanzin işine başladı, ilk sayı için de canını dişine takıp başardı diyebiliriz. Şimdi sizden ricam, eğer siz de yazan insansanız aramıza katılın. Sadece yazmanız önemli değil; çizebilirsiniz, fotoğraflayabilirsiniz, tasarlayabilirsiniz, fikir üretebilirsiniz... Nasıl katkı yapacağınız size kalmış.

Başvurular için şurada bağlantılar mevcut. Bakarsınız benim gibi epeydir yazmayan bünyenize ilham gelir. Bekliyoruz.


dahası...


Hayatımın ilk Gevende konserini anlatayım mı sizlere? Sanırım şimdiye kadar gittiğim en iyi Gevende konseriydi.



Sene 2002, Ankara'ya taşındık. Lise 2'ye gidiyorum. ilk arkadaşlarımı edindim, sonra da sonsuza kadar arkadaşlarım oldular. Onlardan bir tanesinin hikayesi aslında. Müzik zevkim o zamanlar daha yeni oluşuyor. Yeni yeni gruplar keşfetmece aşaması, ergen zamanlar tabii, daha bir hevesle tüketiyoruz müziği. Neyse...

O liseden arkadaşım benden bir sene sonra üniversiteyi kazandı, Hacettepe Kimya Öğretmenliği hem de Almanca eğitim veriyor. O arkadaşımın ailesi memur tabii, öğretmenlik de garanti meslek gibi görüldüğünden çok memnundular bölümünden. Hazırlık okudu arkadaşım, bir yılda verdi hazırlığı, sonrasında ise üç yıl boyunca 1. sınıfı okudu. Yok arkadaş, dersler zaten ağır, bir de Almanca olunca hepten ümitsizliğe kapıldı.

O zamanlar Hacettepe'de tanıştığımız başka bir arkadaş vardı, resim okuyan. Bizim bu arkadaşa ufak tefek perspektif, gölge, hacim nasıl çizilir gösteriyor, hobi olarak tabii. Ayrıca bu arkadaş çok çalışkan bi kızdı, köfteci, stantçı ne iş versen yapar, kendi harçlığını kendi çıkarırdı hep. Onu tanıdım tanıyalı çalışır bir şekilde.

Kafasına biraz geç de dank etse, etti hanım kızımızın, "sınava gireceğim" dedi, güzel sanatlara hazırlanmayı koymuştu kafasına, resimle hiç ilgisi yokken. Ailesine hiç açmadı bu mevzuyu, fazla anlayışlı oldukları söylenemezdi. Hele ki "para kazandırmayacak" bir bölümde okumalarına kat'iyen müsaade etmezlerdi.

Uzatmayayım. Girdi sınava. Desen kursuna ise kendi kazandığı parayla gitti. Sıra geldi yetenek sınavlarına girmeye. Sınavlar ücretli, şehirleri gezmesi gerek, ailesi hala bilmiyor. Etrafında kim varsa, ne kadar çıkabiliyorsa çıktı, sınavlara da girdi. Hacettepe Seramik. Tutturduğu bölüm. İnandı ve yaptı gerçekten. Ailesi hala bilmiyordu. Kayıt zamanı geldi, kaydını da yaptırdı. Ailesi bilmiyordu hala.

Ne mi yaptı? Annesine 8 sayfa mektup yazıp çıktı evden. Hayallerini, gerekçelerini, başarısını yazdı. İşte o akşam gittik Gevende konserine. Keyfi hiç yerinde değildi, belki gelir diye gitmiştik. Gelmedi tabii ama yine de kafası biraz dağılmıştı. Sınavları bitince gittiğimiz Olimpos tatili de tam yerine getirmemişti keyfini.

O konserin üzerinden 4 yıl geçti. Bölüm 2.'si olarak mezun oldu, araya erasmus sıkıştırdı, o sırada Türkiye'nin en bilinen hiperrealist heykeltıraşının atölyesinde çalıştı, okul masraflarını çıkarmak için. Ailesi mi? 2 gün sonra affetti tabii canım, döndü evine. Şimdi mi? Kendi alanında yüksek lisans yapıp araştırma görevliliği yapıyor.

O konserin üzerinden 6 yıl geçti. Başka konserlere de gittim, o da gitti. İstemediği bir bölümde çürümemeyi seçerek gitti konserlere, sevdiği işi yaparak gitti konserlere. Daha cesur olarak gitti...
dahası...


Şu an bu jileti bileğime dikine saplayamıyorsam hepsi çocukluk tramvamdan dolayıdır. Ne mi? Anlatayım.

Nispeten varlıklı bir tüccarın oğlu olarak doğdum. Annemin çalışmasına ihtiyacı yoktu o zamanlar. Üç yaşıma geldiğimde lösemi teşhisi koydular. ÜÇ! Şu anda gayet sağlıklı bir bireyim ancak o zamanlar çok meşakkatliydi bu durum. Şu anki halime gelmem 10 yıl kadar sürdü. Beni kurtarmak için ailem, hiç hesaplarında olmayan bir kardeş dünyaya getirdiler. Ondan alınan kök hücre ile tedavimi gerçekleştirebildim. Kemoterapiler, ilaçlar,..

Bu süre zarfında babam baya zarar etti, işlerle ilgilenemediği için. Battı desem yeridir. "Para sonuçta, yerine konur" diyordu her seferinde, koyamadı. Zamanın fırtına gibi esen tüccarı, artık başlarının işinde çalışıyordu. Annem de el işi, pasta börek, temizlik işlerini yapıyordu para karşılığı. Yılların ev hanımı iş kadını olmuştu. İkisi de mutluydu ama, beni iyileştirdikleri için. Ben de geri kaldığım derslerimden ötürü başarısız bir öğrenciydim. Bizimkiler bu durumu da hoş görüyorlardı. Hastalığım geçmesine rağmen, hala ölecekmişim gibi bakıyorlardı bana.

Okulu zar zor bitirdim, kafam almadığı için üniversite okumadım, ısrarlarım sonucu ise meslek lisesini tamamladım. Babama kalsa Anadolu lisesine gidip üniversite okumalıydım ama benim de kapasitem bu kadar işte. Tekniker mi teknisyen mi ne karın ağrısıysa ondan oldum işte. Bizim buradaki fabrikalardan birinde şef oldum, fena sayılmayan, buraya yetecek bir maaşla. Babamın Bağ-Kur'dan yatırdığı primleri de toplayınca birkaç yıla kadar emekli olması gerekiyor. Tek mal varlıkları şu anda yaşadığımız iki göz ev. O da dededen kalma... Bana çaktırmasalar da varlıktan yokluğa düşmenin zorluğunu gözlerinden anlayabiliyorum ama yine de beni hayatta tuttukları için mutlular, övünebilecekleri bir başarıları var.

Kardeşimin kafası ise zehir gibi çalışıyor. Bir insanın aklı hem derslere hem ticarete basar mı, basıyor işte. Hem madden hem manen ilgisizlikten zor şartlar altında sürdürüyor kendi gelişimini. Hala takdir getiriyor karnesiyle birlikte. Bir-iki yıla onun da lisesi bitiyor. Hocaların göz bebeği, üniversitede iyi bir yere yerleşmesine kesin gözüyle bakıyorlar. Beni de çok seviyor ancak ben ona her baktığımda gözümden pişmanlık akıyor.

Düşünsenize; bana harcanan emek ve para ile sıfırdan bir insan yaratılabilirdi. Hatta o insan geleceğin en büyük patronu olabilirdi, filozofu, bilim insanı, sanatçısı, sporcusu... Her şey olabilirdi. Bir de yatırım yaptıkları bana bak. Vasat bir fabrika şefiyim. Sormazlar mı insana, sen bunun için mi ölümden döndün diye? Her intihar fikrimde 3-13 yaş aralığım aklıma gelir. Sadece hayatta tutma güdüsüyle mi uğraşmışlardı benimle o kadar acaba? Yoksa benden, olduğum kişiden çok daha fazlasını mı bekliyorlardı?

Merak etme anne, o jilet bugün de saplanmayacak ama keşke benim yerime geleceği daha parlak birini kurtarsaydınız. Kendi hayatını bile toparlayamayan biri yerine, şu anda dünyayı değiştirme potansiyeline sahip bir birey yetiştirmiş olabilirdiniz.
dahası...


Aceleniz ne lan? Nereye yetişiyorsunuz?

Son kuşakta, özellikle bu 90 sonrası nesilde dikkatimi çeken bir nokta var: Acelecilik! Aslında bir nesle mâl etmek de yanlış. Son on yıllık döneme baktığımızda her şeyin bir an önce olup bitmesi, çok çaba harcamadan sonuç elde etmek üzerine kurulu bir düzen var, farkında mısınız? "On derste İngilizce konuşacaksınız! Günde on beş dakikanızı ayırıp kaslı bir vücut ister misiniz? Mucize diyet! Altı günde yirmi kilo verin! Yarım saatte donan beton!.." Örnekler çoğaltılabilir.

Peki nedir bizi bu hale getiren? Siz de ders çalışırken, notlar arasında ipucunu aradığınızda ctrl+f yapasınız geliyor değil mi? İngilizce'yi 3 ayda öğrenmek, 2 yılda tam donanımlı bir mimar olmak istiyorsunuz değil mi? 140 karakterden dünyanın sırlarına vakıf olmaya çalışıyorsunuz, 6 saniyelik vidyolarda tüm mizah sığsın istiyorsunuz. Şans oyunları ya da ne bileyim şöhretle parayı kırma hayali kuruyorsunuz. Sosyal medyadan sağa sola sataşarak meşhur olma planları yapıyorsunuz...

Çaba sarfetmek hepimiz için zahmetli ve lüzumsuz gibi geliyor artık. Ben bunu da her şeyde olduğu gibi insanın doğadan uzaklaşmasına yoruyorum. Tarım toplumuna dönecek olursak, toprağı tüm bir yıl işleyip binbir zahmetle mahsülü kaldırma safhalarına bakınca, sonuç almak için çabalamanın önemini gösteren bir örnek olduğu görülebilir. Avcı-toplayıcı toplumlarda bile tuzak kurmak vb durumlar da sonuç elde etmek için çabalamanın önemini gösterir.

Sorun sadece acele de değil, yani her şeyin çabucak olması değil, kolay yoldan halledilmesinin yoluna gidilmesi. Örneğin kimse kilo vermek için spor yapmıyor. Liposakşın, elektronik aletler, saçma sapan cihazlarla kilo verme çabası içerisinde insanlar. Bir diğer örnek ise kitap okumak yerine Vikipedi'den kısacık özetini okumayı yeğliyorliyor insanlar. Nedir bu üşengeçlik? Nedir her şeyi kısa yoldan elde etme çabaları? Zaten genel olarak bakıldığında insanlar donanımlı olmak yerine öyle görünmeyi istiyorlar.

Herhangi bir konuda uzmanlık, kilo vermek, dil öğrenmek zaman gerektiren uğraşlardır. Eğer mış gibi olmasın, gerçekten içe sinen bir sonuç olsun istiyorsak zaman harcamalıyız. Ve bu zamanı sırf öğrenmiş olmak için değil, cidden merakımız varsa yapmalıyız.

Özetle: Üşenmeyin.
dahası...


"Normalde böyle durumlarda korku hikayesi anlatılmaz mı?"
"Çok klişesin canım, nesi varmış yalnızlık hikayelerinin?"

Bizim neyimize olduğunu anlamadığım bir kampın ortasında bulmuştum kendimi. Muhtemelen diğer ikisi de aynı durumdaydı. Trafik tozu ciğerlerine sinmiş biz üç kafadarın ne işi olurdu dağda bayırda? Yine de bir gazla, sadece haftasonunu geçirmek üzere medeniyete iki saat mesafede, memeleketin nesli tükenmeye yüz tutmuş yeşil alanlarından birine attık kendimizi, sırtımızda mat, uyku tulumu ve çadırlarımızla.

Ritüeli tamamlamak için yerleştikten sonra ateşimizi yakıp etrafına dizildik. Aykırı fikirlerin insanı Ece, yine farklı bir fikir öne atarak korku hikayeleri yerine yalnızlık hikayeleri anlatmayı önerdi. Başta saçma gibi gelse de içten içe sevmiştik bu fikri. Oğuz da ben de biraz nazlanarak kabul ettik.

"Ben başlayayım o zaman" diye söze başladı Ece. "Bir keresinde bir haberde on yedi kedisiyle birlikte yaşayan bir kadının cesedini kedilerin yediğiyle ilgili bir haber okumuştum. Kadının sadece iskeleti kalmış ve hiç kimse farketmemiş."

"Kadının kedileri varmış kızım!" diye atıldı Oğuz. "Tam manasıyla yalnızlık sayılmaz o."
"Sizinkini dinleyelim o zaman beyefendi."

"Bir kağıt toplayıcısıyla ilgili bir şey duymuştum bende. Yarım yamalak bir inşaatta yaşıyormuş. Öldüğünde onu, inşaatı tamamlamak üzere gelen işçiler bulmuş. Düşünün, o bina üç - dört yıldır inşaatmış, adam öldükten sekiz ay sonra bulunmuş."

"Fena değilmiş. Peki sen Selim? Seninkini dinleyelim bir de."

"Birkaç yıl önce bizim aşağıdaki mahallede bir adam kendini asmış. Eve icraya gelen memurlar bulmuş onu da."
"Ee nesi ilginç bunun?"
"Polisler ayakucunda bir intihar mektubu bulmuşlar, 'hamiline' yazıyormuş. Mektup yazacak dahi kimsesi yokmuş adamın."
"..."
dahası...


Sana anlatabileceğim çok fazla başarı hikayem yok aslında. Benim hikayelerim hep başarısızlıklar üzerine kurulu. Terkedişler, vazgeçişler...

Mezuniyet balom olmadı benim, görkemli iş yemeklerim, doktora tezim... Yarım bırakılmış okullar, cv'me yazabileceğim 1-2 günlük anketörlük, el ilanı dağıtma işleri falan sana anlatabileceklerim.

Ama ne var biliyor musun? Mardin Nusaybinli bir abiyle tanıştım Strasbourg'tan Viyana'ya otostop çekerken. O kadar fazla şey öğrendim ki 200-300 km'lik yolculuğumuz sırasında, hiçbir üniversite sırası öğretemezdi onları bana. Uzun dönem bir erle tanıştım Ankara Yüksel Caddesindeki bir bankta. Bira ısmarladı bana, anlattı sonra uzun uzun sevgilisinin terk edişini. Belki de kafası iyiydi, o kadar da kötü bir kadın değildi ama yine de birlikte verip veriştirdik kadınlara...

Bir ara üniversite okurken cambazlarla takıldım. Üç top, diabolo çevirmeyi öğrettiler bana. Sürekli bir şeyler atıp tuttum bir süre. Bak bunu başarıdan sayabilirsin.

Viyana'daki evsizlerden Almanca'yı öğrendim. "Sigaran var mı?" diye yanaşan her evsizden birkaç kelime kaptım, her biriyle dayımın oğluymuş gibi sohbet ettim. Mültecilik nedir onu öğrendim. Kurslara atölyelere para vermeden, Avrupa'nın orta yerinde Yozgatlıların düğünlerinin fotoğraf ve vidyolarını çekerek öğrendim ISO'yu diyaframı, enstanteneyi. Kadraj nedir, beyaz dengesi nedir, kompozisyon nedir orada öğrendim vidyoda.

Feminist arkadaşlarla duvar tırmanışı yaparken öğrendim kadın haklarını, eşitliği. Hindistan kültür derneğinde öğrendim türcülüğün de en az seksizm kadar, ırkçılık kadar kötü bir şey olduğunu. Rtim atölyesinde kapıldım vurmalı çalgıların büyüsüne, küçük bir festivale hazırlanırken öğrendim bongo çalmayı, Alman ve Avusturyalı grup arkadaşlarımın desteğiyle.

İranlı bir arkadaşımdan Bahaullah nedir, nasıl bir inançtır onu öğrendim, satranç masası sohbetlerimizden, aynen Hinduizmi öğrendiğim gibi Nepalli arkadaşımdan, yastık savaşında bizi cepheye gönderdiklerinde.

Resmin inceliklerini, arkeolojik dönemleri, seramiğin detaylarını, o işlerin akademisyeni olan arkadaşlarımdan dinledim. Hiperrealist heykel nasıl olur, inşaatta, sosyal medyada piyasa nasıl işler, bizzat işin içindeki dostlarımdan öğrendim.

Şarabın iyisi nasıl seçilir, en ucuz nasıl kafa olunur, sokakta nasıl hayatta kalınır, beş kuruşsuz nasıl yaşanır tecrübeyle öğrendim. Akranlarımın gece klüperinde paralarını savurdukları sıralarda.

Dönem dönem siyaset nasıldı, insanlara ne gibi etkileri oldu, otostop sohbetlerimden çıkarım yaptım. Köy enstitülerinin, öğretmen okullarının zamanındaki değerini, o zamanlar insanlara kattıklarını canlı şahitlerinden dinledim.

Daha buna benzer mesleğime dair, hayata dair, çok farklı tecrübelere dair şeyleri hep ya alkoliklerden, bir bank üzerinde ya otostopta, o dönemleri yaşamış insanlardan ya da edindiğim arkadaşlarla ettiğim sohbetlerde öğrendim.

Başarılı bir insan değilim. Diplomam yok, iş tecrübem yok. Hayata dair tek elimde olan sohbetlerim. Çoğu zaman kitaplardan bile daha değerli bulurum sohbetleri. Mümkün olduğunca da rastgele sohbetler ederim. Başarısız insanların bile yapabileceği bir şey, siz de deneyin.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.