OHAAA!!
- Arkadaşlar yan odadan kullanıyorlar interneti, geçen gittiğimde torrent açıktı ve 1.8mb/s ile indirdiğine şahit oldum.

- Burada Pazar günü heryer kapalı, anca fırınlar açık. Alışveriş yapmadıysan tüm Pazar aç kalırsın. Allah seni inandırsın neredeyse cafeler bile kapalı.

- Haftaiçi hayat 7 bilemedin 8’den sonra bitiyor. Dışarıda in cin top oynar. Sadece barların olduğu taraflar biraz işlek oluyor, ya da Stephansplatz tarafı.

- Adamların yerli filmleri yok sanırım, afişlerde hep Hollywood filmleri.

- Adamlarda alışveriş merkezi kültüründen ziyade, meydan kültürü var. Bak bunu tuttum.

- Schönbrunn sarayı hakkaten taşaklı yer. Bahçesi falan ne güzel öyle. Hayvanat bahçelerinde panda bile var.

- Heryerin tarihi olması dışında pekte abartılacak birşeyi yok Viyana’nın. Ufacık yer, yürüyerek tüm Viyana’yı dolaşabilirsin ama bir gün boyunca yılmadan yürümen gerek. Bi baştan öbür başa 2-3 saatte yürürsün.

- Ulaşım olayı harika! 00.30’a kadar metro var ve sabaha kadar da gece otobüsü var. Yolda kalma gibi bi şansın yok. Onun haricinde aldığın dönemlik, haftalık ya da aylık biletlerle her taşıta binebiliyorsun.

- Uniwien’in arkasında, Rathaus’un hemen önünde paten kayacak alan var. Her yıl Ocak’tan Mart’a kadar açık oluyormuş. Buranın milli sporu gibi bişey kaymak. Zaten haftasonları falan Graz’a falan gidiyor millet kayak takımlarını alıp.

- Tuna’yı şehre katamamış adamlar, dışarıda kalıyor. Bi Eskişehir falan gibi hissettirmiyor. Ama yine de adamlar verimli kullanıyorlar nehri. Kışın kaymak, yazın da rüzgar sörfü için kullanıyorlarmış.

- Tuna Kanal’ının yanında underground mekanlar var. Hiç penceresi yok, heryeri grafiti ile kaplı rap mekanları falan var. Sabahları geçerken tüylerin ürperiyor. Bikaç tane grafiti boyayan eleman oluyor sadece oralarda, başka takılan yok.

- Thalia Strasse tarafında sanki sadece striptiz klüpler ve genelevler var gibi, hiç yoktan dışarıdan öyle görünüyor.

- Maria Hilfer Strasse Ankara’nın 7. Caddesi, Tunalı Hilmi’si, İstanbul’un da Cadde Bostan’ı ama çok taş hatunlar oluyor ya.

- Abur cubur abartılı ucuz. Sadece abur cubur değil, dondurulmuş gıdalar falan da çok uygun fiyata. Sadece evde yemek yapsan, hakkaten uygun paraya bir ay geçirirsin. Mesela domuzla sığır %50-50 karışık etler ve kıymalar kilosu 2€.

- Evler çok ilginç. 30-40 m2’lik yerlere ev diyorlar. Bazı evlerin tuvaleti falan ortak.

- Düzenli ödediğin takdirde aylık 25-30€ ve 2 yıl sözleşmeyle ayfon alabiliyorsun, hatı da onlar veriyor, sadece Avusturya içi konuşursan ekstra para ödemeden telefon ihtiyacını karşılıyorsun. Aslında mantıklı, aylık 30€ kontöre vermektense öyle bir kampanyaya girilir.

- Japon, Koreli ve Çinli heryerde aynı. Burada da ellerinde makina bi oranın bi buranın fotoğraflarını çekiyorlar.

- Karlspalatz metrosuna operanın karşısından biner ve U4’e yürürseniz junkylere rastlarsınız. Hakkaten kopuk gençlik. Ben Konur’dakilere punk demem bunları gördükten sonra.

- Yine ayda 29€ ve 2 yıl sözleşme ile ufak kucak bilgisayarlarından (netbook) alıp, yanında da 10 gb kotalı internet alabiliyorsunuz. O da iyi fikir ama o kadar fazla takside girmemek lazım. Bunun WGK’sı var, kirası var, yemesi içmesi falan.

- Burada sigortanın adı WGKK. Aylık 22€ veriyorsun sonra istediğin muayeneyi ol, ameliyat bile olabiliyorsun. Bence bu da güzel. Biçok kişi “ne gerek var, yatırıp duruyoruz” dese de sağlık bu hacı, illa lazım olur.

- Bisikletli çok insan var, ona göre de bisiklet için ayrılan çok yol var. En az yaya ve arabalar kadar bisiklet yolları var ve park yerleri.

- Taytlı amcalar koşuya çıkıyor sıkça ama keşke o taytların yerine adam gibi eşofman giyse diyorsun. Kadınlarda bile çekici değil ya o taytlar.

- Kafelerde, barlarda ve lokantalarda rahat rahat sigara tüttürüyorsun. İşte bunu özlemiştim. Yemek sonrası gerilip “usta bi çay versene” dedikten sonra yakıyosun sigarayı. Düşününce çok saygısızca, adam yan masada yemek yiyo lan. Bakma, biz bikaç konuda buradan medeniyiz.

- Metro, otobüs ve tramvayların duraklarda geleceği dakka yazıyor ve şaşmadan o dakka durakta oluyor. Gavur yapmış.

- Cosmos diye bi teknoloji bişeysinde gitar hero için playstationun yapmış olduğu gitarı gördüm, “ne var ben oynadım bile” dediğinizi duyar gibiyim, ben de oynadım ama peki davulunu ve turn tableını gördünüz mü? Ben gördüm. Ayrıca Tony Hawk oyunu için kaykayını bile gördüm. Dünyada neler varmış da haberimiz yokmuş.

- Yazın buralar daha bir güzel oluyormuş. Belki biz de görürüz.

- Öğrenci milletinin gittiği marketler bellidir. Hofer, Penny, Billa. Billa biraz daha pahalı ama Hofer ve Penny süper.

- Türk marketi olarak Etsan var. Helal et(!) satıyorlar ve Türkiyeden ihraç herşeyi. Kendini köy bakkalında hissediyorsun içeri girince. Lan 1.5€’ya 1.5 kilo salam gördüm. Ne var lan içinde?

- Giyim falan çok ucuz değil ama dolaştıkça güzel baskılı tişörtleri 10€’ya falan bulabilirsin.

- Dönercilerin hepsi Türk. Yabancılar dönerci açamıyor heralde, dövüyorlar mı napıyorlarsa artık.

- Üniversitelerin kampüsü yok. Binadan ibaret genelde ama baya büyük, geniş binalar.

- Bazı bilgisayarlar falan çok ucuz. Ağzın açık kalır.

- Hofer’de 64€’ya 500gb harici bellek gördüm, belki alcam onu.

- Piller pahalı. Şarjlı pil olayına girmek gerek mutlaka.

- Sokak müzisyenleri güzel çalıyorlar. Bizimki gibi gürültülü değil. Bi keman bi gitar ya da bi obua falan öyle sakin müzik yapıyorlar.

- Bratislava’dan kalkan bi uçak firması Avrupa’nın hemen heryerine ortalama 10€’ya uçuyor. Ben söyleyeyim o şirket batar. Btarislava da buraya 80km, 14€ otobüsle.

- Messe-Prater’deki lunaparkı biraz aşağılar gibi yazmıştım daha önce ama öyle değilmiş ya, hakkaten taşaklıymış o da. Yoksa nasıl böyle ünlü olsun. Viyana deyince akla gelen ilk yerlerdenmiş.

- Yazın burada millet bikinileri giyip Schönbrunn sarayının bahçesine güneşlenmeye gidermiş ya da Tuna adası var yani Tuna’nın iki kolunun arasındaki bölge, oraya.

- Kumral saç ve renkli göz şahane bir uyummuş.

- Dick Mack’s diye bir mekan var, biraz Nedjima’yı andırıyor ama onun 3 katlısı ve çalan müzikler daha alternatif rock falan ya da güzel elektronikler falan. Aklınızda canlanmıştır işte ya öyle çalıyor. Birası 2€, uygun, mekan da güzel. Çok arkadaş karı kıza yazmak için kullanıyor orayı (gerçi hemen herkes aynı amaçla kullanıyor) ama sosyalleşmek için birebir. Git yanaş istediğin insana başla muhabbet etmeye.

- Burada Sakarya’dan aşina olduğumuz güzel canlı grup performansları falan yok. Eğlence anlayışları disko üzerine. O da sıkıcı olur be. Gitmedim hiç ve zaten bi çok yer Türkleri almıyormuş ama “ben hepsine girdim hacı” diyenler de var, anlayamadım.

- Schengen’im cebimde. İnsana ayrı bir güven veriyor ya, kendi kendine “du bakayım lan, Paris’e biletler kaçaymış?” falan yapıyorsun, eğlenceli oluyor. Dediğim gibi Bratislava’dan 10€’ya (TR hariç ne yazık ki) tüm Avrupa kentlerine uçuyorsun. Arkadaş gidiş dönüş Barselona’ya 10€’ya buldu.
dahası...


Milliyetçilik ne gereksiz şeydir ya. Dindarlıkta aynı şekilde. Ali milliyetçi mesela, hatta ülkücü. Dün anlatıyordu işte, “kardeş işte bazen Sıhhıye ocaklarından toplanıp DTCF’ye giderdik, 40-50 kişi. İşte bi keresinde gittik, bunların olduğu bi yer var. 40 kişi bahçeden, 40 kişi içeriden onların o tarafa gittik, üzerlerine falan yürüdük, hiç biri bişey diyemedi. Öyle anca bağıra çağıra gittiler”. Ne geçti elinize diye sorunca “işte bi güç dengesi var kardeş, onlar orayı ODTÜ falan gibi yapmak istiyorlar, biz çoğunluktayız falan gibi, biz de bir nevi gövde gösterisi yaptık”. “Bok yediniz” demedim tabi. Sonra bana Viyana’da ırkçılık yapıyorlar diye serzeniş ediyor. Haktır sana. Sen daha kendi vatandaşınla bile ortak paydada buluşamıyorsun, kendi ırkından adama ırkçılık yapıyorsun, sonra elalemin memlekete gidip, kendi kültürünü yaymaya çalıştığın için ırkçılığa maruz kaldığından bahsediyorsun. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Yapsınlar sana ırkçılık, hatta Nazistler dövsün seni. Gelipte bana buranın aile yapısını da eleştirme, adamlar senin şalvarlı, başörtülü köylünü, anadolu insanını yeriyorlar mı? Herkesin yaşantısı farklı, madem hazmedemiyorsun gelmeseydin kardeşim. Ne sanıyordun buraya gelirken? Ne bekliyordun yani? Bura Avrupa, herşey dört dörtlük olacak falan mı sanıyordun? Dünya toprağı heryerde aynı, sadece insanlara tanınan haklar değişiyor.
Hiç bir dini de yermem kesinlikle. Adam isterse maymuna tapsın (Cem Yılmaz’dan alıntıdır). Hakkaten öyle ama bana ne kim neye inanıyorsa. Herkesin inancı kendinedir zaten, göstermemelidir de inancını. Kendine özeldir o bu yüzden Ankara’ya geldiğimde benim nüfus cüzdanındaki din ibaresini kaldırtcam (2 fotoğraf ve 4.5 lira, sonra 1-2 saat içinde hazır).
Bugün güzel bir asya makarnasıyla bi şarap aldım. Şarabın tadı fena değil, 3€. Penny’deki en pahalı şarap 4.5€, genelde de 2€. En güzelini bulana kadar deneyeceğim. Mesela muhtemelen Ali şarap olayını da hoş karşılamaz. Çükümde değil. Nasıl bi adamsın sen ya. Hala anasının dizinin dibinde otursam hayali kuruyor. Gelmişsin 23-24 yaşına, hayat aileyle geçmez. Ben de taparım aileme ama bi yerden sonra bağları esnetmek gerek. Birey olmanın temel koşullarından biridir bence.
Off amma şikayet ettim adamı. Biran önce gitse de ben de rahat etsem.
dahası...


Güne baya erken başladım. 07:15. Giyinip buluşacağımız metro istasyonuna gittim, bir süre bekledikten sonra öğrenciler tek tek gelmeye başladı. Zaten toplasan iki elin parmaklarını geçmiyorduk. Sonra Mehmet geldi (eğer buraya okumaya AED ile gelirseniz – ki gelmeyin – sizle Mehmet ilgilenecek bir de Osman Abi), hepimizi topladı VWU’ya götürdü, Almanca öğreneceğimiz kurs. Herkese sıraya sıra numarası veriyorlardı ben de arkadakilere iletiyordum, bir baktım bana kalmamış! Benim kayıt yarına kaldı. “Hassiktir!” dedim, boşuna uyandık. Ertesi gün için ilk sırayı aldık mecburen geri dönüş yolunu tuttuk. Diğer kayıt yapacak elemanların da kayıtları öğleden sonraydı bende Sinan diye bir elemana takıldım, konsolosluğa gidecekti. Ben de vakit geçer, yurda gidip Ali’yle muhatap olmam diye takıldım peşine. Muhabbet ede ede metroya kadar geldik. Metroda Celil’le karşılaştık.
- Hayırdır olm niye gelmedin kayda?
- Ya hacı bizim okul kaydı tamam değil ki, şirkete gittim kimse yoktu, gelsem de kayıt yapamazdık.
- Abi yapardık heralde, neden yapılmasın?
- Yok hacı öğrenci belgesi lazım.
- Sinan sen git abi, ben şu okul kaydı işini halledeyim.
- Tamam görüşürüz.
Mehmet’te şirketin yakınlarında biyere gidecekmiş, beraber gittik metroda sonra biz şirkete geçtik, Osman Abi ordaydı. Anlattık durumu böyle böyle okul kaydı tamamlanmadı diye, o zaman adamın kafasına dank etti, “tabi ya sizin gidip kağıtların arkasını mühürletmeniz lazım”. İyiki yarına kalmış işimiz. Önce bi dönercide döner yedik, ayaküstü amcayla muhabbet ettik sonra atladık okula gittik. Verdik kağıtları, mühürlediler, öğrenci kimliğine de bişey yapıştırdık “30.11.2010 tarihine kadar geçerlidir” diye bişey, bandrol gibi. Öğrenci belgesini netten çıkartabilirsiniz dedi kadın, biz de “eyvallah” deyip geri döndük.
- Eee napalım şimdi?
- Hacı Almanca çalışalım.
- Bu saatte mi?
- Hacı çalışmanın saati mi olur?
- Tamam ozaman, nerde çalışcaz?
- Uniwien’e gidelim, kütüphanesine.
- Tamam.
- Ama önce ben benim notları alayım yurttan, hem biraz dinleniriz.
- Süper olur.
Bikaç aktarmadan sonra gittik yurduna, hazır gelmişken başvurayım dedim, adama sordum yer yok dedi ama başvuru şeysi doldur dedi, ben de aldım kağıdı, çıktık Celil’in odaya. Bunun oda arkadaşı Avusturyalı ama ailesinin yanına gitmiş, oda boş. Girdik yayıldık odasına, net var mı diye denedik ama nafile, giremedik. Sonra Celil mutfağı falan gezdirdi, süper mutfakları var, ortak kullanım. Çay içtik, bolca muhabbet ettik. Eleman hakkaten geliştirmiş kendini, çok okumuş. Diyarbakır’lı ve Kürt kökenli. Şimdiye kadar hep “PKK yandaşları neden Türkiye’den bu kadar nefret eder?”in cevabını merak ediyordum, Celil epey anlattı oralardaki durumu (PKK yandaşı değil, gayet hümanist bi insan. Ne uğruna olursa olsun, birinin canına kıymak son yapacağı şey olur). Abi dinleyince hakikaten üzülüyorsun duruma. PKK ve Türk askerleri arasında kalmış halkı çok güzel anlattı. Aslında tarafsız olan çok kimse iki taraftan da hain damgası yediğinden, işsizlik çok olduğundan, gelecekleri belirsiz olduğundan falan bahsetti. “Tabi eşek herifler, istese okuyup adam olurlar ama onu da yapmıyorlar” diyor. Suçlu yok, yanlış var ve her halükarda, ne için olursa olsun birisini öldürmek akıl alacak bişey değil. Ağalık sistemini anlattı, kan davalarını anlattı, çok bilgi edindim.
Gittik Uniwien’e önce bi dolaşalım dedik nasıl biyermiş diye. Celil yine oraların ağası gibi. İçeride restorasyon çalışması yapıyoarlar, biz de her açık kapıya dalıyoruz. Bi ara dayanamayıp “düzgün çalışın ha!” bile diyesim geldi. Adamlar işinde gücünde biz de dolaşıyoruz boyaların, kabloların içinde. Sonra sora sora bunların büyük kütüphanesini bulduk, beleş bilgisayar ve internet bulduk. Buralarda çantayla kütüphaneye almıyorlar, genelde 2 € atıp çalıştırdığın dolaplar oluyordu (paranı tekrar geri alıyorsun, çıkarken) bakındık, yoktu. Biri anahtarını unutmuş, Celil hemen sahiplendi “lan olm bırak elalemin anahtarını” Sonra tekrar sora sora danışmadan kimliği bırakarak anahtar ödünç alındığını öğrendik. Bıraktık çantaları, aldık notları başladık çalışmaya. 4-5 saat çalışmışızdır heralde. Ara ara çıktık sigara içtik, içecek almaya falan gittik, erasmus bi İtalyan kızla muhabbet ettik baya, ne neşeli kızdı öyle. Ömründe ilk karı burda görmüş, “20 yıldır kar görmedim” dedi.
Ben en son 8 gibi dayanamayıp çıktım, erken uyandım, az uyudum, Celil devam etti. Yurda gelirken 2 dilim pizza aldım, 5€. 2 dilimi koca pizza yapıyor zaten nerdeyse, zaten tek dilimle doydum, 2. dilim kaldı. Ali’nin bi arkadaşı geldi, biraz muhabbet falan sonra 10-11 gibi sızdım resmen, çünkü yarın da kayıt için erken kalkcam...
dahası...


Gece tuvalete kalkınca Ali efendinin tafrasını çekmek zorunda kaldım. “Hocam ışığı kapıyı kapatınca aç, ışık olunca uykum kaçıyor!”. Paşa çocuğu. Sabahta sigara yakınca, bi tafra daha ama adam direkt unutuyor. Ters adam ya, neyse. Yine sabahın köründe kalkıp buluşacağımız metro istasyonuna gittim.
Celil benden 5 dk sonra geldi,
- Naber hacı?
- İyidir ya, gelmedi Mehmet.
- Boşver hacı, biz gidek.
- Bekleyelim lan.
- Gerek yok ya biz hallederiz kendimiz.
- İyi peki.
- Yolu biliyorrsun değil mi?
- Evet evet.
Çıktık başladık yürümeye, ışıklarda bi ergene rasladık,
- Siz de mi VWU kaydına gidiyorsunuz?
- Evet, sende mi?
- Evet ya Mehmet gelmedi.
- Boşver biz hallederiz, biz de o tarafa gidiyoruz.
Vardık kursumuza, yolda bizim ergenin şikayetlerini dinledik, oda arkadaşından memnun değilmiş falan. Kim memnun ki? Çıktık yukarı, ilk numaralar bizim olduğundan içeri girince kıza sorduk, o da bizden okul kabullerimizi aldı, fotokopi falan çekti. İçerde bi eleman varmış, o çıksın sen giricen dedi, bekledim eleman çıktı ben daldım.Girmeden telefonu Celil’lere bıraktım Mehmet’i arasınlar diye. Neyse uzattım belgeleri, adam aldı yazdı ismimi falan sonra picliğine Almanca adımı sordu, söyledim, nerden geliyosun falan dedi yine Almanca onu da cevapladım. Telefonumu sordu “just a minute” deyip çıktım telefonumu aldım geldim, numaramı tane tane almanca söyledim adama, baktı, gülümsedi “danke schön”. “Ne demek abi, lafı olmaz”. Hallettik kayıt işini. Sıra Celil’deydi o sırada Mehmet geldi, kuyruğunda bikaç kişiyle. Neyse herkes işini halledince,
- Napalım?
- Cameye gidek, Cuma bugün.
- Gelmicem ben.
- Hacı gel ya, sevaba girek.
- Yav sen git gir.
- Sen de gel ya, bak seni Türk camesine götürcem, Arap camesine gitmicez.
- Yok gelmicem ben.
- Tamam o zaman hacı.
- Bi şirkete gidelim de ben yurt sözleşmesi yapayım.
- Ha bi de öğrenci belgesi çıkarak.
Atladık yine sevgili metrocuğumuza (metro olmasa napıcaz bilmem) şirkete gittik, kapı duvar. Dedik o sırada kontör alalım. Telefoncuya gittik, hacı abiyle baya muhabbet ettik, sonra çıkışta tabak vardı ordan da tütün, filtre ve kağıt aldık. Tütün vanilyalı, demin sardım elim yapış yapış oldu, neyse. Celil dayanamadı bi apartmanın önüne çöktü, 2 tane sardık, yaktık şirkete doğru yürümeye başladık. Mehmet gelmiş. Öğrenci belgesi işlerini falan hallettik sonra çıktık bizim dönerciye gittik (allaam Celil’le hep döner yiyoruz, yeter ya) amcayla yine muhabbet, bugün bi de çırağı vardı, eleman bomba. Neyse yedikten sonra Celil tekrar cumaya gitmek için ısrar etti yok dedim, o camiye ben Boku’ya. Boku’da öğrenci adım ve şifremle kablosuz nete bağlanabildim. Nasıl mutlu oldum anlatamam. 4’e kadar falan netten alıştırma çözdüm, yazdığım bir kısım günceyi bloga geçirdim. Celil’i aradım, kaç saat oldu gelmedi, onla da metroda buluştuk tekrar. Cuma’ya Arap camisine gitmişler saat 2’de kılındığı için. Araplar farklı kılıyorlarmış namazı, anlattı güldük baya sonra Üniwien’e gittik çalışmaya. 21:30’a kadar (kütüphane kapanana kadar) orada çalıştık. Bu gidişle kursa başlamadan Almancayı sökücem. Ordan da yurtlarımıza ayrıldık. Gelirken bi yarımlık kola. Metroda yine bilet kontrol vardı. Ali 9 ayda sadece bir kez kontrol edilmiş, ben geleli 2 hafta oldu bu 4. . Neyse zaten kaçak binmiyorum, sorun yok, gösterdik babalar gibi kartımızı.
Saat şu an 03:25. Bu saate kadar Ali’yle muhabbet ettik. Adamla ortak nokta bulduk, o da ben de çok şaşırdık. Kargo’nun “Yalnızlık Mevsimi” albümüne taparmış, MŞŞ’ye falan da. Bu saate kadar müzikten konuştuk ama Kargo’dan başka pek ortak nokta bulamadık. Bi kaç pek bilinmeyen grubu ikimiz de bilince ikimiz de birbirimize şaşırdık. Öyle işte, ama eleman harbi faşist, Sıhhıye’deki ülkü ocaklarına takılıyormuş, arada DTCF’yi basmalar falan. Şu an bi sorunum yok, hatta MŞŞ’yi sevmesi ziyadesiyle memnun etti beni ama yine de ömür geçmez bu çocukla. Ben de yatayım artık, yarın Celil arıcak, ders çalışcaz yine. Pff bi insan bu kadar ders çalışır mı ya? Proje yaparken bile bu kadar ders çalışmadım ben. Hadi iyi geceler.
Gute Nach!
dahası...


Bomboş geçecek diye başladığım günlerden birisiydi yine. Öğleye doğru kalktım, bir sigara yaktım. Uyanır uyanmaz sigara içmek adetim oldu iyice. Sonra banyo falan derken saati 3 yaptım. Gittim bizim dönerciden döner aldım yine, öncesinde 3 tane yarımlık kola Penny’den. Geldim yurda afiyetle götürdüm. Adrından Celil aradı “hacı arkadaşlar çağırdı dışarı çıkıcam, geliyor musun?” Gelmem mi? Apar topar tütün sardım, 20 fişek hazır ettim, metroda buluştuk. Arkadaşları SEG diye bir yurtta klaıyorlarmış. Bina süper, yamuk yumuk. Mesela duvar düz gelmiyor 45 derece falan eğri ve Tuna’ya falan bakıyor, her 6 kişilik apart kısmında ortak, kocaman mutfak ve treas. İnternette yurt fiyatına dahil ama yurt pahalı, 300€. Neyse geçtik içeri, tanıştık çocuklarla falan Altuğ diye bir eleman var. Biraz kendini beğenmiş ve kırık bişey. Paso Celil’le atışıyorlar. Kaç kere Celil’e “olm çocukla çocuk olma” dediysem de dinletemedim. Biraz yurtta takılıp muhabbet ettikten sonra çıktık bi Türk kahvesine gittik. Kahve dediğim alt katta, nemli, havasız bi yer. Demleme çay bile yok! Herkes enerji içeceği alınca ben de ondan aldım mecbur. Batak attık, kupa maçını izledik falan, güzeldi yani. 10 gibi amca kapatıyormuş mekanı, biz de çıktık dışarı lapa lapa kar yağıyor. Kahveye gelirken de yağıyordu. Altuğ’la Celil’in bikaç şakalaşmasından sonra olay kartopu savaşına döndü. Allahtan ben yeniyim diye bana bulaşmadılar, hiç o kara elimi sokacak havam yoktu. Soğuk lan buralar.
Döndük SEG’e. Mete diye bi eleman çat diye gitti odasına, işim var falan dedi. Ahmet diye bi elemanı kapının önünde yarım saat kadar bekledik, sonunda içeri aldı bizi. Celil biraz sinir oldu, dolayısıyla 11 gibi kalktık o yurttan kendi evlerimize gittik.
Geldim odama, Ali vardı içerde. İlk kez bu kadar uzun muhabbet ettik. Faşist ama belli ben de ses etmedim. Ankara’dan konuştuk bol bol. Sonra baya geç oldu, 2 gibi uyudum. Ertesi gün Kurs kaydı vardı erken kalkmak lazım gelirdi...
dahası...


Sabah uyanmak zulüm geldi resmen. 8’e kurdum saati ama uyanamadım, tekrar 9a kurdum alarmı. Zor zahmet kalkıp çantamı hazırladım, elma aldım elime çıktım dışarı. Bindim metroya Celil’le buluşacağımız istasyona gittim. 10 dk önce gitmişim, bi sigara yaktım, yoyo oynadım ardından biraz beklemeye başladım. Saat 10:10’a kadar bekledikten sonra Celil’i aradım.
- Gelmiyor musun Celil?
- Ya dün demiştim ya bi arkadaşla görüşeceğim diye, o erken çağırdı. Çok özür dilerim ya ama sen git yurt başvurusunu falan yap, yarın buluşalım.
- Tamam o zaman yarın görüşürüz.
Bilsem uyanmazdım. Dedim kalkıp gelmişken hakkaten yurt şeysini halledeyim. Dilenen bi teyze çok güzel şarkı söylüyordu, gitmek istemedim bi an ama görev beklemez.
Atladım otobüse indim yurdun önünde. Dün kızın anlattığı tarafa gittim, “Office” yazan okları takip ettim, talep formu gördüm. Önce bi dalsam odaya sorsam falan dedim, sonra baktım zaten aynı şeyi söyleyecek “fill the paper!” o zaman ben de doldurayım formu vereyim diye düşündüm ama almanca. Ben de yanıma 2 tane form alıp çıktım yurttan. Saat 10:30. Napıcam bu saatte? Yurda dönsem Ali’nin suratı çekicem, hiç gelemem. Ben de Stephansplatz (1. Viyana)’a gittim. Önce biraz dolandım. Aslında Starbucks’ı arıyordum, kablosuz interneti vardır diye. Daha geçen şuracıkta olan Starbucks’ı bulamadım. Meydan turist kaynıyordu, sanırım Rus’tular. Önce bi tabaka uğradım, bi Winston aldım 3.45€. Nedense canım normal sigara içmek istedi. Sonra başladım yürümeye. Resmen kaybolmuşum. “Nescafe” diye bi kafeye girdim, bi cafe latte içtim, süperdi. İnternete girmeye çalıştım tekrar, bilgisayarı çıkarıp. Mekanda yokmuş kablosuz, dışarıdan 1-2 tane şifresiz çekiyor ama bağlanmadı. Bir fincan kahve, 3 sigara ardından kalktım. Yürürken uyuyordum resmen. Dedim yurduma gideyim. Hakkaten kaybolmuşum, yürü yürü bulamadım bizim Stephas Dom’u. Baya yürümüşüm meğer. Başka bir hat metronun oraya gelmişim. Neyse bikaç aktarmanın ardından geldim yurduma. Bitkindim ya. Üstümü bile çıkarmadan uyuyakalmışım. Kalktım saat 4’ü geçiyor. Acıktım. Ne yapmak lazım? Hiç yemek yapmakla uğraşasım yok. Dün Ali Philedelphia Brüke(metro istasyonunun adı, bizden bir durak ötede)’ten bi döner almış, dedim gideyim döner alayım ordan. Hiç üşenmedim, kalktım bindim metroya bi sonraki duraktan döner aldım. Burada eğer “Türkish Kebab” ya da benzeri bişeyler yazan yerler görürseniz çalışanı, sahibi falan mutlaka Türktür. Daldım içeri,
- Kolay gelsin abi, bi döner versene.
- Saolasın, et mi olsun, tavuk mu?
- Et abi.
- Tamam.
- Paket olsun abi, bi de yarımlık kola.
- Buyur.
- Saolasın abi, yakşamlar.
Yurduma gelip, afiyetle götürdüm döner ve kolamı. Ben Ankara’da bu kadar kebap falan yemiyordum, dolayısıyla hiç yemek hasreti çekmiyorsun. Anne yemekleri apayrı tabi, ah ulan anamın pilavı.
Burada yurtlar dil kursuna gidenler ve okula başlayanlar olarak ayrılıyor. Kabelwerk’i (benim yurdu) geç, diğer bütün yurtlarda okula başlayınca fiyatlar 70 – 80€ falan iniyor. Nedenini anlamadım. Mesela hep övüp durduğum Deobling meğer okula başlayanlara 185€ imiş. Ali’nin o yurttan kabulü gelmek üzere, o 255’e çıkacakmış o yurda. Ben de başvurcam yarın, bugün belgeleri falan aldım. Aslında internet olsa bir sürü yurt bulurum ya da ev falan. www.couchsurfing.com diye bir site var. Gezgin sitesi. Mesela Berlin’e mi gideceksin, bu siteden Berlin’de yaşayanları buluyorsun, iletişime geçiyorsun “hacı ben gelicem, müsaitsen sen de kalayım mı?” diyorsun ve adam müsaitse gidip onda kalıyorsun falan. Dünya’nın heryerinden insan var sitede dolayısıyla dünyanın heryerine konaklama ücreti vermeden gidebilirsin. İşte o sitede forumlarda falan yurt, ev arkadaşı, 2. el eşya, parti duyuruları falan oluyor. Oradan bulurdum bir sürü ev falan.
Şu Yiğit’in vize çıksa da biran önce, ben de yanına yerleşsem. Onun evinin olduğu yerde çok fazla Türk varmış ve biraz şehrin dışına doğru kalıyor. Aslında şu an kaldığım yurt gibi bi yerde. Önemli değil ama ya, ev biraz genişse ve kirası falan iyiyse her türlü çıkarım, acımam.
Bir de şu kurs başlasa güzel olacak. Arkadaş edinmenin en kolay yolu olsa gerek dil kursu. Dün fotoğrafların hepsine baktım bilgisayardan. “Keşke Ankara’da olsam” demedim ama özledim lan kerataları. Bu hafta Kençal da Ankara’da olacaktı, eğlenceli olurdu valla. Hepinizi özledim lan ve seviyorum hepinizi bilesiniz. “Siz”den kastımın kim olduğunu biliyorsunuz, isim isim saydırmayın.

* Kendime not: Bi ara banyo yap!
dahası...


Pek memnun olan yok burada hayatından. Herkes bir şekilde kaçmanın peşinde Türkiye’ye. Herkes dediğim oda arkadaşım Ali ve yan odadaki Sera. Yoo muhabbet etmedik, tanışmadık bile kızla ama tüm telefon konuşmaları aynen bizim odada. Kavga etmenin yanı sıra bi çok zaman da serzenişte bulunuyor telefonda.
Hiç bişey yapmadan haftasonunu geçirdim. Hakkaten bişey yapmadım, sigaram bittikçe tütün sardım, meyve yedim, arada peynir, çikolata ekmek falan. Çok kahve tükettim ama. Lan kahve hakkaten uykusuzluk yapıyormuş. C.tesi gece resmen 3 saat falan yatağın içinde boğuştum. Uyuyamadım. Hayal falan kurdum, şöyle olsa nasıl olur, böyle olsa nasıl olur gibilerinden. Eğlendim kendimce. Sonra öğlen kalkıp oyalandım, Ali hala uyuyordu ben de sıkıntıdan önce uyumayı denedim, olmadı. Telefondan oyun oynadım, kitap okudum. Deneysel bi kahvaltı ardından bilgisayar başında soliter. Bi insan soliterle bir günü nasıl harcar onu keşfettim.
Cumartesi evdekilerle, arkadaşlarla falan konuştum cepten. Çağla hastaymış, geçmiş olsun. Buraya gelecek başka bir arkadaşla konuştum. O yurtla falan uğraşmadan direkt olarak eve çıkacak. Dedim bana da yer ayır, bu kadar para verip bu yurtta kalmam ben. O da öğrenecek işte evin durumunu, vizesi şubat sonuna kadar çıkar heralde ve eğer müsaitse ben de aynen yanına yerleşirim. Ya da gider yurt olayını kendim hallederim. AED resmen tırtıklıyor yurt konusunda. Kaldığım oda 250€ etmez. Buraya gelirken AED ile gelmeyin!
Biraz da yaşam koşullarından falan bahsedeyim, merak edenleriniz vardır. Sinan’a göre 300 – 400’e, Ali’ye göre 550 – 600’e bir öğrenci geçinirmiş burada. Aylık tabiiki ve euro bazında. 180 yurda versen mesela, geriye yeme, içme ve ulaşım kalıyor. Ulaşım da dönemlik 128€ o da aylık 33 falan yapıyor. Ne etti? 215€ falan. Gerisi de yemene içmene kalmış. Ne kadar yersen o kadar harcarsın. Ama ortalama 200€’da yemen içmen tutar. Ne etti? 415€! Yani 415€ paran varsa biraz sıkarak yaşarsın burada. Sigara içersen günlük 3.5 (Winston) 100€ ona say. Tütün içersen Haftalık 7 – 8€ o da yaklaşık 30€ aylık yapar onu da ekle. Sigara içersen ortalama 550’ye (tam Ali’nin hesap) tütün içersen 450’ye (bu da Sinan’ın hesap) burada yaşarsın. Yani tabi sana kalmış. Starbucks’ta kahve, 1. Viyana’da yemek, diskoda takılma falan olayına girersen 1000’de harcarsın. Tutumunu bilirsen Ankara’da bir öğrencinin gideri kadar giderin olur. Alkolünü evde tüketirsin, yemeği evde yapar, arada bir dışarda yersin tamam işte.
dahası...


Ölüyorum yorgunluktan. Amma yürüdüm bugün ya. Sırtımda da çanta, koptu belim.
Sabah 8’de kalkıp giyindikten sonra, Nutella – Ekmek ardından sigara. Sonra buçuğa doğru çıktım yurttan. U-Bahndan haftalık biletimi aldım (aslında sık kontrol olmuyor ama riske atmaya gerek yok), AED’nin büroya gittim. BOKU’ya kayıt yaptıran sadece ben ve Celil’di. Osman Abi önce netten önkayıtları halletti ardından atladık arabaya BOKU’ya gittik. Üniversite fena değil, tek bina ama büyük baya, bizim üniversitenin mahallesi de zengin semtiymiş sonradan öğrendim heryer müstakil ev falan. Bi de okulun hemen kenarında Türk bilmem ne diye park var. Türkler için yapmışlar. Baya büyük bir park. Neyse. Girdik içeriye, yahu Celil ne neşeli adam. Herşeye atlıyor falan sürekli gülüyor. Ali’den sonra ilaç gibi geldi adam. Asıl adı Abdulcelil ama kısaca Celil diyoruz.
Okul kaydını falan hallettik bize okul kimliği olarak geri dönüştürülmüş kağıda fotoğrafımızı yapıştırıp bir de mühür vurup verdiler. Öğrenci kartın oymuş. Çok gücümüze gitti Celil’le. Tüm üniversite öğrencilerinin kartı öyleymiş. Ayıp lan. Ardından orda işlemler bitince yatırmamız gereken şeyleri tutuşturdu kadın elimize, biz de gittik onları yatırdık ardından işlerimiz bitti. Perşembeye kadar tabi, Perşembe gidicez tam kayıdı halledicez, kurs kaydını, ikametgah, şengen, banka falan filan. İş bitmez.
Celil’e “ne yapalım?” dedim, “gel Ekonomi Üniversitesine gidelim, hem internete gireriz” dedi. Gittik Ekonomi Üniversitesine, önce kütüphanesini falan dolaştık, otomattan kahve falan sonra internete bağlanmaya çalıştık, beceremeyince etraftan yardım almaya karar verdik. Bi kıza sorduk bilmiyomuş, Celil hemen telefonda Türkçe konuşan bi kıza “pardon!” diye atladı. Kız telefonu kapadı uğraştık falan ama Ekonomide okumadığımızdan öğrenci şifresi, bilmem nesi gerekliymiş o da olmayınca giremedik. Okulun kendi bilgisayarlarını denedik ordan da googlea bile giremeyince vazgeçtik. Dedik kendi okulumuza gidelim orayı bi gezelim neymiş ne değilmiş diye.
Önce atladık bi tramvaya, Celil “kesin bu” dedi ama yanlışa binmişiz, apar topar indik karşıdan gelene bindik. Son durağa kadar gittik, hiç andıran biyere raslamadık. Öyle olunca aşağıya doğru yürümeye başladık. Yoldan geçen herkese “wo ist Boku?” diye soruyor Celil. Çok güldüm ya. En son karşıdan yaşlı bir amca geliyordu;
- Bitte, wo ist Boku? Üniverşiteyt?
- Boku? Dedikten sonra adam bi süre arızalandı, kaldı karşımızda.
Onunla da anlaşamayınca Celil “Amca alzaymır heralde, resmen kitlendi kaldı” dedi, koptuk. Sonra fatura falan kesen bi adama sorduk, Celil’de Almanca çok temel düzeyde, adam bıdı bıdı anlattı Celil’de “he çok anladım zaten, danke” deyip adamı yolladık. Sonra çıkardık haritaları mecburen, kendi kendimize önce metroyu bulduk, ordan kalkan 35A’nın üniversiteye kadar gittiğini söylemişti Osman Abi. Metronun orda bi Türk kebapçısında et döner yedik, önce sorduk tabi ne eti diye adam sığır eti dedi, iyi dedik yedik. Ama içeride Celil durmuyorki
- Abi neden 3€ ya öğrenci indirimi falan yapmıyor musun?
- Yok abicim, nasıl yapayım.
- Patron nerde? Onu göster bana.
- Patron uğramaz pek.
Demesine kalmadı 2 tane patron varmış ikisi de sırayla geldi emirler yağdırdı.
- Lan patron falan hiç uğramazdı, açtın ağzını adamlar geldi.
Gülüşmeler
Çalışan kıza;
- Ne kadar alıyosun burda?
- 600
- Niye o kadar az?
- Bilmem o kadar işte
O sırada patron geldi, eğilip kulağıma “ben bu adamı vururum”
Adamlarla tekrar şakalaşıp çıktık dükkandan. Gittik 35A otobüsüne bindik. Gittik gittik, hiç tanıdık yerlerden geçmiyor. Son durağa kadar gittik, şöföre sorduk okul falan olayını, o da ingilizce güzel bi şekilde anlattı. Geldiğimiz otobüs 7 dakka sonra tekrar geri dönecekmiş, çıktık dışarı sigara yaktık.
- O zaman taa metroya dönüp 37A’ya binicez.
- Öyle yapıcaz
- Otobüs kalkacağı zaman korna falan çalar mı ki?
- Kaptan haber verir ya, dert etme.
- Ne kaptanı oğlum.
Gülüşmeler
Atladık tekrar otobüse, geriye doğru sarıyoruz. Yolda tanıdık bir kavşağa geldik.
- Celil oğlum bu kavşağı hatırladın mı? Hani Osman Abi’yle dönerken Türklerin yabancılara ilk küfür öğrettiklerinden falan bahsediyoduk.
- Haa evet lan.
- Excuse me, do you know how to go to Boku? Boden Kultur University?
- Yes, get off here than get on 10A. 3rd or 4th destination.
- Thank you very much.
Atladık otobüsten, 10A’nın gelmesine 10 dk var (tüm otobüs, metro ve tramvayların geliş saatleri yazıyor duraklarda ve saniye şaşmadan o dakkada geliyorlar). Sigara yaktık, bitince geldi bizim otobüs. Boku’yu bulduk sonunda. Mideyi de bozduk, yediğimiz kesin domuz etiydi ya da yağı falan domuzdu. Celil; “valla günahı adamın boynuna”.
Girdik içeriye, dolaştık katları. Bilgisayarda bişeyleri kurcalayan bi çocuk gördük, Celil;
- Abi sorsana?
- Ne sorcam lan?
- Ne bileyim okulu falan sor, neymiş ne değilmiş.
Neyse zorla adamla diaolağa soktu. Adam da yeniymiş, Hırvatistan’dan gelmiş falan pek bişey bilmiyordu ama sıcakkanlı adam. Sonra kendi başımıza başladık dolaşmaya. Her katı gezdik, Celil her açık kapıdan içeri giriyor.
- Anaa burası hocaların odasıymış.
- Olm yürü, her kapıya dalma.
- Nolcak ya en kötü “bitte, sorry, entşuldigug” deriz.
Her katı tavaf ettikten sonra giriş katta görevli gibi bi adam bilgisayar başındaydı.
- Hah bak buna sor bu bilir.
Neyse bu adamla da konuştuk ettik falan sonra bikaç broşür aldık. Allahtan ingilizce yeterli oluyor. Sonra alt kata indik, avlusu var ama avluya çıkmadan önce bi sürü otomat ve 2 tane bilgisayar vardı. “Dur bakalım googlea giriyor mu?” dedi Celil, daldık. Hakkaten giriyormuş, feysbuka falan girdik, azcık oyalandık, otomattan kola aldık biraz takıldık. Bu bi gece dışarı çıkınca Avusturyalı bi kızla tanışmış, feysbukunu almış ingilizce ona yardım ettim muhabbet ettik. Sonra arkamızda Türkçe hararetli bir tartışmanın içinde bi kız vardı. Sigara içtik, Celil benden önce girdi içeriye üşüdüğünden, geldim kızla gülüşüyorlar. Lan ne ara kurdun o kadar muhabbeti. Biz de tanıştık falan sonra kız biraz anlattı bişeyler. Yüksek yapıyormuş burda falan filan. Sonra Boku’nun kütüphanesini sorduk, kız da o tarafa gidiyormuş takıldık peşine. Kız önce kütüphaneyi gösterdi sonra çalışma yapacağı labaratuara gidiyordu, Celil takıldı hemen peşine, biz de gezdik tüm labaratuarları. Sonra indik kütüphaneye baktık nasılmış diye. Çıkarken de “sorsana bi kitap falan ödünç alabiliyomuymuşuz?” dedi gittim kütüphane görevlisiyle konuşmaya başladık. Biraz bilgi aldıktan sonra gittik otomattan kahve aldık, 40 sentti bizde 70 sent çıktı, geri kalanları çok bozuk (1-2 sent) olduğundan onları atamadık otomata. Bi eleman vardı, dedim biz sana bozuk verelim, sen bana 10 sent ver, kahve alcaz çıkışmadı falan dedim. O da verdi 10 senti ben bozukları verirken “no problem men” dedi, olur mu ya falan dedim “really no problem” dedi gülümsedi, iyi dedim, “thanks”. Bizden önce kahve alan kızlar para üstünü almadı,
- Excuse me! These are your coins.
- Oh thanks.
- Oğlum, yanaş kızlara.
- Ne dicem Celil?
- Olm muhabbet et, üniversiteyi falan sor ne bileyim, zaten sen ingilizce konuşurken bakıyolardı , kesin muhabbet kurarlar.
- Ya olm atlama her kıza ya.
- Ya napıyon hacı, gidiyor kızlar.
- İlk günden tüketme olm kızları, daha önümüzde çok vakit var.
- Of abi ya, kaçırdık kızları.
Metroya döndük, tekrar 35A’ya bindik. Deobling diye bir yurt var, Sinan’la takılmaya gittiğimiz yurt. Başvuru yapalım diye bi gidelim dedik. Girdik içeri, bi kıza sorduk başvuru şeylerini falan, kız çat pat ingilizcesiyle anlatmaya çalıştı falan, bayadır da ingilizce konuşmuyodum kusura kalmayın pek yardımcı olamadım falan dedi, gitmem lazım deyip gitti. Bi adama rasladık, Türkçe konuşuyodu arkadaşıyla. Celil;
- Pardon hocam, bu yurtta Ali diye birini tanıyor musun?
- Olm nerden tanıcak, kaç tane Ali vardır.
- Aynen öyle.
- Nerelisin hocam?
- Adıyaman, siz?
- Ben Adana.
- Ben Kütahya.
- İsimler?
- Celil.
- Bilal.
- Ben de bilmem ne, memnun oldum.
Dedi ve gitti adam. Biz de tekrar metronun yolunu tuttuk, geldim yurduma, yarın ders çalışmaya gidicez Boku’nun kütüphanesine, hem de başvuru yapıcaz yurda. Ben de birazdan Sera’nın odaya gideyim de internet sorayım. “Ya yarı parasını ödesem bu aylık interneti beraber kullanabilir miyiz?” diyeyim. Bugün o kadar fazla insanla muhatap oldum ki, bu basit geldi bi an.
Saol lan Celil, yaşama sevinci kattın bugün bana.
dahası...


Güne Nutella ile başladım. Ardından bir fincan kahve için Ali’nin ketıla su koyduğum sırada “benim ketılı mı kullanıyorsun hocam?” diye bir soruyla karşılaştım. Kaç tane ketıl var, seninkini kullanıyorum tabi diyemedim, “evet, müsadenle tabi” demek zorunda kaldım. Hoşnut olmadığı belliydi. “İşte AED’ye gidince söyle ihtiyaçlarını alabileceğin yerlere götürsünler, ne bileyim vardır illaki ihtiyaç listen yeni geldin sonuçta. Bi ketıldır, mutfak malzemesidir falan...” Olm açık açık “kullanma ketılımı” desene. Biz de ona göre çözüm üretelim. Ama bugün yıkadım derin tavamı onda kaynattım suyumu, kahvemi onda yaptım. Ne demişler “kasaba minnet edeceğine, kes çükünü ye!”
Mutfağın lambası patladı galiba, zaten pır pır edip duruyodu.
Kararlıydım, Sinan’ı arayacaktım. Kahvaltım bitti, aradım Sinan’ı, kapattı. O aradı ardından (“kontörün gitmesin hacı, bende beleş var, sen çaldır kapat, ararım ben” demişti daha önce)
- Hacım napıyosun?
- İyidir Sinan ya, sıkıldım bi arayayım dedim.
- İyi yapmışsın hocam, napıcan bugün?
- Hiç ya, bi de kusura kalma geçen gün için.
- Hiç lafı olmaz ya, olur öyle takılma ona.
- Eyvallah saolasın. Ya bikaç bişey sorcam; Buralarda kafelerde vayrlıs yok mu? Bi de sende Naruto’nun bölümler var mıydı?
- Her kafede yok hacı. Naruto’yu da ben netten izliyorum, eski kız arkadaşımda vardı tüm bölümleri ama şimdi muhatap olmak istemiyorum.
- Anladım gerek yok zaten ya sırf Naruto için muhatap olmaya.
Ardından biraz Naruto geyiği
- Bu akşam İtalyan restoranında çıkıcaz gelsene.
- Süper olur, sıkılmıştım zaten.
- Tamam ben 4 gibi biyere perküsyon almaya gidicem, dönüşte ararım, U-Bahnda buluşuruz, bize gider biraz takılırız ardından çıkar maçı falan izleriz.
- Tamam o zaman araşırız.
- Tamam hacı, görüşürüz, arıcam ben seni.
Saat 2. Banyo falan yaptım. Vakit nasıl geçer diye düşünerek önce bi evi aradım açan olmadı, kızların evini aradım, daha hiç biri gelmemiş Ankara’ya orayı da açan olmadı. Ben de nicedir izlemek istediğim Vengo’yu izledim. Süpermiş ya film. Böyle bir aile dayanışması daha önce görmemiştim. Hele Diego için yaptıkları falan. O Diego gerçekten zihinsel engelli değilse eğer muhteşem rol yapmış.
Film bitti, saat 4 oldu. Film başlamadan önce annem aradı yarım saat falan lafladık. Tütün sarayım dedim, lazım olacak, sarılı tütünüm yok. Neyse 20 kadar tütün de sardım saat 5’i geçiyordu. Aradım tekrar, yoldaymış gidiyormuş. Bileti yoktu, yakalanmış isim ve soyad sıkarak kurtulmuş ellerinden. 6’ya doğru aradı, ben de çıktım yurttan. U-Bahnda buluştuk, arkadaşından cajon almış. Neyse atladık metroya bunların eve gittik, yolda da bolca muhabbet. Perküsyon üzerine tabi. Eve geldik, süper tarihi bir ev, metrodan çıkınca çok yakın, bulması çok kolay. İçeri girdik önce odasına yerleştik, evi gezdirdi. iki oda bir mutfak bi tuvalet. Duşakabin evin orta yerinde. Çok ilginç. Ev arkadaşının annesi gelmiş Türkiye’den, kedisini de getirmiş, pofuduk tüylü bi İran kedisi. Çok tatlı lan, uyuşuktu biz geldiğimizde, yeni uyanmış belli. Neyse ayaküstü hemen bi nete girdim, bloga yazdıklarımı geçirdim sonra “hadi kalkalım” deyince anca blogla uğraşabilmiş oldum. Başka birşeye bakmadım nette.
Oda arkadaşının yatağının üstünde kocaman Ohm var. Bi duvarda Atatürk, diğer duvarda da Bob Marley. Sinan’ın duvarda da bi sürü Dalailama Fotoları var. O an gözüm tuttu işte. Daha bi sevdim. Bikaç Hindistan muhabbeti döndürdük. Sonra çıktık evden.
Metroda reikiden falan konuştuk, enerji falan. Adam eğitmiş kendini bu konuda. Reiki yapıyor, şifacı bir nevi. Tarotla falan da ilgiliymiş, tam kalemim adam.
Kino diye bir alışveriş merkezi gibi bir yere vardık. Önce Türk kebapçısına oturduk BJK – GB maçı izledik, köfte yedik muhabbet ettik. Sonra bunun grup arkadaşları geldi, aletleri kurmaya gitti ben maça devam ettim. 4 – 1. Güzel maçtı. Neyse ben de rodi gibi dikildim başlarına, elemanlarla muhabbet falan ettik. Erdal’la daha önce tanışıyorduk zaten, diğerleri de sıcakkanlı adamlar. Gitaristleri geçici bi adammış, Sırp ve gitar profesörü. Adam hoca yani, ders falan veriyor üniversitede. Bi adam daha vardı yabancı, o nereli bilmiyorum o da obua çalıyordu. Ben obuayı daha kocaman bişey sanıyodum, bizim klarnet gibi bişey.
Performansları süperdi. Birçok bildiğimiz şarkıyı chill outa benzer bir tarzda söylediler.”Herkes köşesini kapmış iyi ama ben nası büyük adam olucam...” Bu şarkının beni bu kadar etkileyeceğini hiç düşünmezdim. Vokalde Erdal ve Sinan. Erdal’ın ses harbi süpermiş. Bunların diğer arkadaşları falan da geldi, ben yabani gibi muhabbet etmedim hiç, neden bilmem. Gece boyu şişko bi Avusturyalı Türk karı kesti durdu, sinir oldum.
Saat 12’yi vurunca balkabağına dönüşmemek için “bana müsade, memnun oldum hepinizle tanıştığıma” diyerek uzaklaştım ortamdan. Süperdim ya, hiç bişey keyfimi kaçıramazdı. Geldim yurda Ali yatıyor. Ohh daha iyi. Aldım bi bardak ays-ti oturdum bi sigara içtim önce, sonra yattım ama 2 saat falan uyuyamadım. Hayal falan kuruyorum “lan başka yurda çıkmam şart, yoksa eve falan mı çıksam, şu Ali gitse ya da biran önce” falan diye.
* Kendime not: Ali’den kurtul!
dahası...


İlk yemeğimi yapmış olmamın haklı gururuyla aldım ays-timi yaktım sigaramı oturdum güncemin başına. Ne mi yaptım? Sence? Tabiiki makarna. Ama o bildiğin makarnalara benzemez. Salçalı, domatesli, baharatlı falan. 10 numara oldu.
Hastalığı üstümden atmaya başladım. Sonra dedim hergün hergün peynir ekmek olmaz. Çıktım Penny’ye baya bi dolandım ne alayım diye. 2’lik ays-ti şeftali, 1.5’luk elma suyu, elma, mandalina, salça, makarna, Gazi marka kaşar, domates, margarin, tuz, baharat, nescafe, bulaşık deterjanı. Hepsine 22.53 verdim. Salam sosis falan da alayım dedim de hepsinde şıvayn yazıyodu, caydım. Şıvayn domuz demek, artistlik yapayım biraz. Yani koyu dindar olup “yook katiyen ben domuz eti yemem” dediğimden dolayı değil, Kıbrıs’ta yemiştik domuz sucuğu çok feci bişey. Çok yağlı falan, insanda iştah bırakmıyor, ondan almadım. Penny’nin fiyatları hakkaten iyi. Geçen bahsettiğim bira tenekesi şeklinde 50’lik Coca Cola 59 cent idi orda. Ben 69’a almıştım. 10 cent 10 centtir.
Buzdolabını ve mutfağı bok götürüyor, bi ara Ali’ye söyleyeyim de bi el atsın.
Gelince öyle hemen yemek olayına girişmedim. Önce peynirli, domatesli bi sandviç yaptım kendime oturdum Almanca çalıştım kendi kendime. Şu dil kartlarındaki edat ve sıfatların alayını yazdım, yazarken aklımda kaldı tabi. Allah razı olsun Çağla, ne iyi ettin de verdin şu kartları, bir de Fono’yu. Hakkaten işime yaradı. Almanca’dan hiç gözüm korkmuyor, korkmalı mı emin değilim. Herkes “sıkı tut hacı Almanca’yı” diyor ama nedense gereksiz bir özgüven var içimde Almanca’ya dair. 2 günde sayı ve renkleri öğrendim. 12 tane soru şeysi varmış, yarın da onları hallederim.
Müzik hakkaten ilaç gibi ya. Ali ne konuşuyor ne müzik dinliyor, içerisi kütüphane gibi. O gidince ben de abanıyorum müziğe. Ayrıca kapalı alan gerçekten bana göre değil, sırf bakkala gidip gelmek bile kendime getirdi beni.
Sera. Yan odadaki kız. Annesi İspanyol, babası Türk imiş. Allahım bu kadar gürültülü biri olamaz. Bilgisayarından TV açık zaten sürekli o da yetmezmiş gibi telefonda sürekli anasıyla, babasıyla kavga. Paso bağırıp duruyor telefonda. Hayırsız evlat nolcak, anaya bağırılır mı lan! İspanyol olsa bile!
Bazen diyorum Ali hiç gelmese. Yok şu an. Adamın telefonu bile yok lan bende. O kadar iletişimimiz var. Adam sürekli “bak hocam, buralar şöyledir, böyledir, kesin dönüş yapan arkadaş çok oldu, Türkiye’ye bi gitsek artık, hasretlik zor” falan modunda. Adam sanki mahpus damında. Alla alla o kadar acı çekiyorsan kapı orda, uçak orda, yürü git. Adamın bi de saatleri ilginç. Gece gidiyor arkadaşının odaya, sabah geliyor uyuyor, akşam üstü kalkıyor, bi yerlere gidiyor, sonra gece geliyor uyuyor, sabah kursa falan gidiyor, çamaşır yıkıyor sürekli. Off bi de horluyor ki sorma gitsin. “Horlarsam dürt hocam” dedi ama ben dürtemem ki. “Yazıktır lan çocuğa, bırak uyusun” der uyumaya çalışırım. Ama dürtücem bundan sonra.
Yarın Sinan’ı arayayım yine. Hem kusura kalma diyeyim kustuğum için hem de birkaç bişey sorayım. Mesela hangi kafelerde wireless vardır falan diye. Starbucks’ta var mıdır acaba? Bir de fotoğraf makinası gerekli. O kadar gezdim tek fotom yok. Ayrıca 2’lik flaş diskte gerekli. Bir de Naruto’nun onda bölümleri var mıymış onu sorayım. Var derse 8’ine (kayıtlara) kadar oyalanacak malzemem olur elimde. Hem varsa vakti takılırız falan. Yok öyle takılmaktan bahsetmiyorum. Uslu uslu Irish Pub’ta falan.
Söylemiş miydim? Burada sigara “Tabak”lardan alınıyor. Markete gidip “usta bi marlboro” diyemiyorsun. Sigarayı ayrıca dükkanlar satıyor. Bugün bakkala giderken bi tabakın önünden geçiyordum. Üzerinde marijuana şekilleri olan bonglar satılıyor. Oha lan! Aslen yasak or içilmesi ama malzemesini satıyor adamlar. İsteyen olursa getiririm buradan gelirken.
Bugünlükte bu kadar canlar, yazıcam daha.
dahası...


Nasıl bi gündü ya dün. Sinan’la buluşmadan 1 saat falan evvel gittim 1. Viyana’ya. Stephansplatz. Süpermiş. Diyecek başka bişey bulamadım. Binaların hemen hepsi tarihi, çok büyük bir meydan. Zaten metrodan bi çıkıyorsun seni direkt devasa bi katedral gibi bişey karşılıyor. Stephan Dom sanırım orası. Neyse makina alınca çekerim fotolarını. Meydanda büssürü Mısır’lı. Bağırıp çağırıyorlar, bişeyi kutladıkları kesin. Neyse ben de Sinan gelene kadar dolandım meydanda. Hakkaten süper ya, kliseler, tiyatrolar, opera binası, tarihi yapılar falan. İlk izlenim biraz İstiklal caddesi gibi ama daha geniş ve tek hat üzerinde değil, meydan şeklinde. Mozart’la ilgili büssürü dükkan var ama Mozart müzesi gözüme çarpmadı.
Ulaşım olayı çok başarılı. Bir tane görevli yok metrolarda. Bileti otomattan alıyosun sonra atıyosun cebine bileti sürekli bin, dolaş. Hiç bir yere kart okutmuyorsun, turnike yok, aşağıda görevli, güvenlik, temizlikçi falan hiç kimse yok. Yani kaçak binsen binersin ama yakalanırsan paşa paşa 70 € ödersin. Beklemediğin bi anda senden biletini göstermeni istiyorlarmış. Ben otomattan 14€’ya haftalık bilet aldım, 1 hafta boyunca her taşıta binebiliyorum.
Sinan geldi. Cana yakın eleman, konuşkan da aynı zamanda. Önce bişeyler atıştıralım diye Mc Donalds’a gittik. Big Mac normal seçim menü 5.99€ uygun bile sayılır Türkiye’ye kıyasla. Sonra bu bikaç arkadaşıyla konuştu, gidelim mi dedi, biz de kalktık. Önce U6’nın U3’le kesiştiği metro durağında indik, ordan yokuş yukarı epeyce yürüdük. Bi yurda vardık ama ömrümde gördüğüm en ilginç yurt.
Bir takım kapılardan geçtikten sonra arkadaşının olduğu yere vardık. Tek kişilik odalar, mutfak ve tuvalet ortak, banyo içeride. Bunlar mutfağın oraya çöreklenmişler geniş bir masa var. 3 kişilerdi, bizle beraber 5 oldu. Orada oturduk baya, muhabbet falan. Neyse arkadaşı uyucakmış, 11 gibi bizi postaladı. Arkadaşı bizi postalayınca biz de öğrenci barına geçtik. Olm yurtta bar var, içeride. Griyorsun neonlar falan sonra karşına Amerikan filmlerinden tanıdığın bar ortamı geliyor. Bilardo, langırt, tahtadan bir bar, masalar, sigara dumanları, dartlar falan. İşleten Türk’müş. Önce langırt oynadık, ben hala tripteyim. Neyse adamlar poker açıcakmış, bize de sordular oynar mısınız falan, Sinan’la ben yok dedik. Sonra oturduk bi masada bunlar pişti falan oynadılar benim de midem bulandı sanırım yediğim Mc Donalds ağır geldi, çıktım tuvalet aradım bulamadım. Arada bir yere apartmanın arasınra bi yere kustum, önce tutmak için ellerimi açtım, niye yaptıysam, hepsini elime kustum, Sinan’ı aradım geldi aldı saolsun tuvalete gittik, paklandım. Sonra biraz daha oturup kalktık, atladık metroya. Sinan ilerde biyerde aktarma yaptı ben devam ettim. Sonra yurda geldim nihayet, kusmuklu şeylerimi çıkardım, bizimkilerle konuştum onlar da Sinan’ı sorup duruyorlardı çünkü. Neyse zor zahmet attım kendimi yatağa.
dahası...


Günlerim birbirine girdi. Ne zaman Sinan’la buluştuk, ne zaman ne yaptım artık hepsi karıştı. Mesela bugün çarşambaymış, ne ara oldu? Neyse Sanırım Sinan’la Pazar buluşmuştuk. Pazartesi çıktım şirkete gittim, bizimkilere para göndersinler diye, bi de bi makbuz almam gerekiyordu. İnmem gereken durağı biliyordum, dahası hakkında pek bir fikrim yoktu. İndim durakta, adamı arıcaktım vazgeçtim. Baktım haritaya, Othmargasse diye bir sokak olduğunu hatırlıyordum. Bir kere baktım sonra yola koyuldum. Yürüdüm buldum hakkaten yolu. Gittim biraz oyalandım orada, makbuzumu aldım, paramı gönderdim sonra kap-kacak falan aldım. Tekrar yurdun yolunu tuttum. Karnım tok olduğundan bişey istemedi. Penny’ye girdim, birkaç bişey aldım. Burada süper yarımlık kolalar var. Bira tenekesi şeklinde. 69 cent. Alışveriş Penny’den yapılırmış onu da öğrendik. Hakkaten ucuz. Fiyatlar Türkiye gibi.
Geldim yurduma. Kabı-kacağı yerleştirdim. Biraz Almanca baktım falan vakit geçirdim. Bizimkiler aradı. Ananem ve Nilgün Ablam gelmiş Ankara’ya. Onlarla konuştuk. Hiç burulmadı bile içim. Ne ruhsuz bi adammışım ben. İnsan bi özler falan oraları. Bu kadar tavır alacak hiçte bişey olmamıştı halbuki.
Hasta oldum. Burnumu çekip duruyorum. Akşam daha da halsizleşince Çaresiz bir Katarin, bir de Vermidon yuttum. Yattım. Terledim biraz, daha iyi geldi.
Terlemek iyi geldi, bir de soğuğa yakın ılık duş kendime getirdi. Çıktım dışarı. Messe-Prater’de meşhur bir lunaparkları varmış bunların, çıktım oraya gittim. Dolaştım o taraftaki sokakları, bildiğin lunapark lan işte, büyük falan biraz. Bizde de Gençlik Parkı var. Oradan 1. Viyana’ya gittim tekrar. Gündüz daha bir güzelmiş. İnsan çok olunca. Bank Austria’cı bi çocuk bana kart satmaya çalıştı. Dedim daha yeni geldim şengenim bile yok elimde daha, o da iyi o zaman dedi gitti. 2 saate yakın dolaştım 1. Viyana’yı. Hakkaten gezdikçe gezesin geliyor, her tarafta tarihi bişey.
Kumral saç ve mavi göz süper bir kombinasyonmuş onu farkettim bir de. Abi Avusturya’lıların bir çoğu böyle ve hakkaten dibin düşüyor. Sarışın değiller, kumrallar genelde.
Şimdilik herşey yolunda ancak en sevmediğim şey olan yalnız kalma olayı haddini aşmaya başladı. Oda arkadaşı da hiç konuşmayan bi adam dolayısıyla hepten yalnızım. İnternette yok. Yan odada bi kız var, sanırım yalnız kalıyor ve interneti var. Oda arkadaşına sordum istesek, ortak girsek net olayına falan dedim, o da “biz denedik hocam, olmuyor” dedi. Hay sikiim, ne negatif insansın sen ya. Dişimi en fazla 1 ay sıkmam gerekecek, çünkü şubat sonu kurs başlıyor ve illaki ilk haftadan arkadaş edineceğim. Ama yok ben yalnız kalmaya, yalnız dolaşmaya falan bayılırım diyorsanız buyrun gelin, tam sizlik bir yer.
Yarın gideyim de meyve falan alayım. Çarşamba ha bugün? Vay be.
dahası...


Sonunda Viyana’cığımıza vardık. Tepeden güzel görünüyor gayet, her yer bembeyaz. Tuna Nehri amma büyükmüş. Sorunsuz indik. Uçağı düzgün indiren pilotu alkışlamak Kıbrıs’a özel bişey değilmiş, Dortmund’a inerken de, Viyana’ya inerken de alkışladılar adamı. İşini yaptığı için alkışlanan tek insan o değil ne de olsa diyerek üzerinde pek durmadım.
Aktarma esnasında önce biletli yolcuları, ardından aktarma kartı olan yolcuları almışlardı. O sıradaki bi anekdotu anlatmadan geçemem. Yaşlı bir Türk çiftte aktarma yapıyorlardı. Adam verdi aktarma kartını, kadın da verdi, adam geçti ve kadın tam geçeceği sırada oradaki görevli “ayn moment bite” dedi. Kadın neye uğradığını şaşırdı, Almancası yok. Kocasına sesleniyor “gavur dur dedi bana, Osman dur dur, gavur durdurdu beni”. Adamın umrunda değil gidiyor hala. Sanki “oh lan kurtulduk karıdan, kalsın orda” der gibiydi. Sonra bizim teyze de yürümeye başladı ama heyecanını, korkusunu ben hemen arkasından hissettim.
Bekledik bavulları. Hangi hattan geleceğini bilemediğimden önce bi şöyle yürüdüm her hatta baktım. Dortmund yazan bi ekran açıldı orda başladım beklemeye. Benimkini de en sonlara koymuşlar bekledim baya. Free shopa falan uğramadım bu sefer, direkt çıktım. Elinde “AED” yazılı bi çocuk bekliyordu, gittim yanaştım “meraba” deyin ce “Bilal?” dedi. Sanki yıllardır görmediği bi arkadaşını görmüş gibiydi. Sanki o “Bilal?” tepkisinden sonra “abi naber ya? Yıllardır görüşemedik, kilo almışsın baya, neyse geç arabaya yolda konuşuruz” diyecekmiş gibi hissettim.
Çıktık dışarı, atladık arabaya. Trafik kurallarına harfiyen uyuluyor. Bi de dikkatimi çeken otoparkta görevli yok. Girerken kağıt alıyosun, çıkarken otomat gibi bi yere para ödüyosun o da sana bi kart veriyor onu okutup çıkıyorsun dışarı. Güzel fikir.
Yolda elemana telefon geldi, bizimkiler beni merak etmiş. Tabi 07:30 gibi ineceğimi sanıyorlardı, ne yalan söyleyeyim ben de. Saat olmuş 11:30. Tutuşturdu telefonu elime al ara sizinkileri dedi. Aradım, anam kudurdu. “Bu saat oldu neden aramıyon, öldük meraktan” falan diye. Anlattım durumu, sonra konuşuruz diyerek kapattım telefonu.
Geldik şirkete. Orada oturduk biraz, Şahin Bey mi ne idi onun telefon trafiğinin bitmesini bekledik. Havadan sudan lafladık. Sonra ilk olarak GSM hattı, yastık ve yorgan edinmem gerekiyormuş. Onları hallettik, bi Türk restoranında yemek yedim. Menü alıyorsun pilav, ev yemeği, salata, çorba 5.50€ çay ve su ikramdı. Bi de oturdum yemek üstü süper bi sigara yaktım çayla birlikte. Süper geldi, dışarı çıkmam gerekmedi sigara için. Şirketin bulunduğu mahalle Türk mahallesi gibi bişeydi. Hangi dükkana girsek “selamün aleyküm abi” diyerek girdik. Artık yorgunluk gözlerimden hatta paçamdan akıyordu. Yurda gidip dinlenmek gerekti.
dahası...


Osman abi araba getirdi atladık önce bankaya gittik. Benim şu vize almak için bloke ettiğim parayı aldık. Sonra yurda doğru çıktık yola. Yol boyu “abi şu ne? Abi bu ne?” gibilerinden sorularla bikaç merakımı giderdim. Mesela şehrin ortasından kanal geçiyor, Tuna taşmasın diye şehirden geçen kısmın bi kısmını bölmüşler kanalla. Güzel fikir. Hem şehre görsellik katmış hem de taşkınları önlemiş.
Yol boyu tepende her yer kablo. Bu kadar karışık olamaz ya. Tramvayın, ışıkların, tafik lambalarının falan tüm kabloları tepende sarkıyor. Şehir 2 milyonluk ama metro ağı 13 milyonluk İstanbul’da bile yok. 6 hat metro var onun haricinde tramvay ve otobüsler. Hatta sabaha kadar yarım saatte bir otobüsler de varmış. Ulaşım olayını tuttum. Hele ulaşıma verilen para olayını daha bir tuttum. 3 günlük bilet 9€ haftalık bilet 14€ aylık bilet 46€ bi de okula başlayınca dönemlik (4 ay) alabiliyormuşsun o da 128€. Yani sen haftalık ya da 3 günlük bilet alınca “bak birader bununla yalnız 3 kere 5 kere binebilirsin” diye bişey demiyorlarmış. Hem tramvayda hem metroda hem de otobüslerde geçerliymiş.
Yurdumuza vardık. Kabelwerk. Biraz şehrin dışına doğru ama hiç şehir dışı havası vermiyor. Gayette işlek bi yer. Yurdun hemen alt kısmından U6 geçiyor, metro hatlarındna biri yani. Tamam bu kadar da artistliğimiz olsun yani. Yurtta epeyce Türk varmış. Bizzat karşılaşmadım ama duvarlarda “tüm fenerlileri sikiim, bunu yazan tosun...” falan görünce anladım. Elime bi anahtar verdiler, hem odamın kapısını, hem dış giriş kapısını hem de çöp odasının kapısını açıyormuş. Ne ilginç lan maymuncuk gibi, sanki denesem diğer odaları da açacakmış gibi geldi. Oda arkadaşım Türk. Adı Ali. Ankara’lıymış hem de, Keçiören’den. İlk girdiğimde içeriyi bok götürüyordu. Osman abi kulağını çekince hemen temizlemeye başladı. Eleman soğuk bildiğin, hiç muhabbet etmiyor. Bikaç kez “naber abi?” ile başlayan muhabbetimiz 5 dkyı geçmeden bitiyor. Başka arkadaşlarının odasına falan gidiyor. Lan çağırsana beni de. Neyse zaten 1 yıldır burdaymış ve Almanca’nın %20’sini falan anca çözmüş. Büyük yetenek(!) Acaba ben mi fazla güveniyorum kendime onu ileride anlayacağız.
Telefona cuma günü kontör yüklediğimden haftasonu yurt dışındaki sabit hatlarla 100 dk konuşma hakkım varmış. Ben de hem onu düşünerek hem de çok yorgun olduğumdan eşyalarımı yerleştirdikten sonra uyudum. Akşam bizimkiler aradı “oğlum neden telefonunu haber vermiyon?” diye. Anlattım işte yarın ararım falan demiştim diye. Uyudum. Resmen ölmüş gibiydim 12 saatten fazla uyudum. Ertesi gün kalktım annemin yaptığı kurabiyelerden atıştırdım biraz. Oturdum biraz yazı yazdım, kitap okudum, Almanca baktım, dedim sonra bi dışarı çıkıp keşif yapayım. Çıktım. Tabii biraz çekinerek. Sonuçta dillerini bile bilmediğim bi yerdeyim. Ardından “korkunun ecele faydası yok diyerek attım kendimi Viyana sokaklarına. Araç yolu kadar yürüyüş ve bisiklet yolu var. Herkes köpeğini falan gezdiriyor. Ulan bizim insanlar daha medeni, köpeklerinin boklarını poşete alıp çöpe döküyorlar. Burda sıçtığı yerde kalıyor bok. Ayrıca yere, bizden daha fazla tükürüyorlar. Yürüyüş yolu boyunca gittim. Caddelerin birleştiği bi yere geldim. Işıkları falan bekleyerek devam ettim yürümeye. İleride işlek bir cadde var. Mc Donalds falan gördüm, heralde orası buranın çarşı kısmı falan. Neyse farklı güzergahlardan geriye doğru yürümeye başladım. Giderken gözüme kestirdiğim bir markete girdim. Biraz heyecanlıydı çünkü herkesin Almanca konuştuğu bir market. Neyse 500 gr dilim dilim kaşar, 2 tane yeşil elma (kendin tartıyosun, elmanın olduğu rafta kocaman 2 yazıyor, tartıda 2’ye basarak alıyorsun o yapışan etiketi), kola, litrelik soda (su yok memlekette, meğerse çeşmelerden içiliyormuş), ekmek, kağıt mendil aldım. 7.74€. Kasiyer kadın tüm aldıklarımı geçirmedi kasadan, diğerleri arkada kalmış,
- Diiz ar olso mayn!
- Ekstra?
- No! Dis, dis, dis end dis ar mayn, no ekstra.
- Okey, danke şön
- Bite şön
İçimdeki tedirginlikten eser kalmadı. Geldim tekrar yurda. 1 saat kadar oyalanmışım dışarılarda. Annemi aradım yarım saat kadar lafladık. “Sanki kızların evine gitmişsin de birazdan ya da yarın geri dönecekmişsin gibi geliyor” dedi, ah anam, keşke. Özlemiyorum lan daha hiç kimseyi. Biraz tedirgin bir şekilde geçiyor sadece günlerim. Tamam arada bana da “lan Gizem’i arayayım da gelsin Kızılaya, sıkıldım mına koyim” oluyor ama alışcaz, göze alarak geldim.
Sinan’a mesaj çektim. Hani şu netten tanıştığım arkadaşa. Cevap atmadı. Önceki gün doğum günüydü, tahmin ettim anca ayıldığını. Türkiye’deki herkesi çaldırdım, numaramı öğrensinler diye. Kimsenin ev telefonunu bilmiyorum, aramak geliyor içimden ama nafile. Sanırım birazdan bikaç arkadaşı cepten ararım. Akşam Sinan aradı.
- Hacım naber ya?
- İyidir.
- Ya kusura kalma dün doğum günümdü anca ayılıyorum falan.
- Tahmin ettim ya.
- Ee hoşgeldin, napıyosun nerdesin şimdi?
- Yurttayım ya Kabelwerk ama kaçıncı Viyana bilmiyorum.
- Tamam yarın işim 20:30 gibi bitiyor, haberleşiriz tekrar.
- Olur valla, süper olur.
Baya moral oldu. Yalnız olmadığımı anladım. Saat şu an 15:48 birazdan bilgisayarı şarja takıcam, tütün falan sarcam, o sıra şarj olsun. Sonra 2-3 saate yurttan çıkarım, kaçlık bilet alayım diye sorarım ona göre giderim merkeze. Hava da kararmış olcak ama olsun bi dolaşırım. Sonra zaten Sinan gelir. Oh ya beklediğim buydu zaten, beni gezdirecek, yol yordam gösterecek birisi.
Dedim ya oda arkadaşı hiç konuşmuyor diye. Bikaç yol yordam nedir diye sordum. Yemek olayını ayrı ayrı halledecekmişiz. İyi napalım. Üst katımızda çamaşırhane varmış 73 cente yıkama kurutma. 7. katta havuz ve sauna varmış ama Türklere kapalıymış. Türk olmaktan o an utandım. Daha önce taşkınlık falan yapmışlar bunlar da kapatmış Türklere orayı. Oda cayır cayır, eleman üşüyor diye sonuna kadar açmış kaloriferi. Stüdyo daire gibi. Yatak yerine geniş kanepeler var. Bizimki dandik olanmış, diğer odalarda bildiğin yatak düzeni varmış, sorun değil rahat sonuçta. Odada tuvalet ve duş var, su hemen ısınıyor, güzel. Mutfağımız var, buzdolabı ve ocak ve tezgah falan. Bir sürü dolap ve 2 kişilik yemek masası. Şimdilik bu kadar, yaşadıkça daha da yazarım.
dahası...


Şanslıyım, bagaj 23.5 kilo tuttu, ekstra almadılar. Verdim bavulu tekrar sigara içmeye gittim. Sadece sırt çantam ve bendirim yanımda olunca dışarı çıkıp girmek daha rahat oldu. Çıktım yukarı, pasaport kontrolü. Ordaki polis amca(!) “Yurt dışı çıkış harcı ödemen gerek” deyince tekrar aşağıya inip Garanti’ye 15 TL para ödedik yurt dışına çıkmak için. Saçma lan. Her çıkışta ödemem gerekiyormuş. Devlete bak, yurt dışına her çıkışta “yurt dışına çıkacak kadar parası varsa bana 15 lira ödemekten gocunmaz” diyerekten sömürüyor milleti. Neyse, sorunsuz bir şekilde geçtik ordan da. Karşımda bi sürü free shop. Vakit çok, başladım gezmeye. İnsan ister istemez alkollerden başlıyor gezmeye. Hiçte sanıldığı kadar ucuz değil. Tamam aşağı yukarı 2/3 fiyatına ama Kıbrıs’tan alınanlar kadar ucuz değil. Tütün raflarına doğru ilerledim. Golden Virginia! O da Ankara’da aldığımla aynı fiyat. 2 paket aldım, bi süre götürür beni. Burger King’ten Whooper Jr. menü 14.75. İnterneti tekrar denedim ama nafile. Neyse son kontroller ve uçağa giriş...
Lan Kıbrısa giderken de böyle bi uçakla gitmiştim. Boing bilmem kaç imiş. Dolmuş gibi uçak, herkes göt göte. Koridor kenarındayım, hemen yan koridor tarafımda bi amca var, ortada oturuyodu sırf hostesleri dikizlemek için koridor tarafına yanaştı, hostes her eğildikçe ya da arkasını döndükçe o da eğiliyor ama nafile hostesler pantolonluydu, pek bişey göremedi. Yanımda bir çift oturuyordu. Yaşlılardı. Adam bana bişey diyeceği zaman İngilizce, kadın da Almanca konuştu hep. Paso tuvalete falan kalktılar, hiç ses falan etmedim “buyur abi” falan yaptım hep. Öyle olunca adam inerken “uçuş sırasındaki nezaketiniz için teşekkür ederim” gibilerinden İngilizce bişeyler mırıldandı.
Anonslar falan yapılıyor. Hostes Dortmund uçuşu falan dedi, dedim noluyoruz? Bişeyler dağıtırlarken sordum ne ayak diye. Meğer Dortmund aktarmalıymış. Viyana’ya aşağı yukarı 6 saate varırsın dedi, vay anam dedim. 3 saat 50 dk’ya Dortmunda vardık. Bir takım kapılardan geçtikten ve birkaç pasaport kontrolünden sonra uçağa bindik. Hostesler aynıydı, bu neden bana “görüşürüz” dediğini açıklıyor.
Uçağın kalkış ve iniş esnası süper adrenalinli bişey. Lunaparktaymış gibi aynı. Birden bire hızlanıyor, ardından kalkışa geçiyor işte o kısım süper. Gerçi ilk başlarda elimden ve ayaklarımdan can çekilmişti ama olsun. Hostesle de muhabbeti kurmuştum ha, çok işi olmasa otururdu yanıma gidene kadar bile konuşurduk. Bunun da arkadaşı Viyana’ya gidecekmiş okumaya falan anlattı da anlattı ben Vyana’ya ne zaman varırız diye sorunca. Yan taraftaki dikizci amca çok kötü baktı bana kızla muhabbeti kurunca.
Gelene kadar kendimi porno film setinde gibi hissettim. Her yerden Almanca muhabbetler dönüyor, çok sıkıldım lan. Yeni konuşmaya başlayan Alman çocuk kadar rahatsız eden bi almanca olmamıştı beni şimdiye kadar onu da farkettim.
dahası...


Check-in’e son 50 dk.
Ankara – Antalya arasını 7 saatte katedince buradaki bekleyiş daha bi çekilmez oluyor. 19:30’da havaalanındaydım. Girmeden son bir sigara daha. Beklemekten grçekten sıkıldım ama sıkıldığımı farkedecek pek vaktim olmadı. Sağolsun Dilek, Çağla, Gizem, Esra, babam, annem, birader, Sümer, Kençal, Zuhal hepsi sırayla aradı. Hatta Gizem, Çağla, Dilek ve ailedekiler 3-5 kez. Kızılcığım... Gelmedi. Geleceğim demişti halbuki. Gizem’de öyle ama Kızılcığımı dah abi bekledim açıkçası. Gizem’le bir önceki gün görüşmüştük.
- Emree ben seni uğurlamaya gelecektim, gelemedim. Sıkı sıkı sarılcaktım sana.
- Niye gelmedin?
- Ya gece evde değildim, sabahta gelemedim, kontörüm yoktu arayamadım.
- Hayırdır nerelerdeydin?
- Boşver ya.
- Neyse önemli değil zaten ya (aslında önemli. Ben de sana son kez doya doya sarılmak istemiştim).
Hiç bişey hissetmedim yol boyu. Sadece AŞTİ’den çıkana kadar gözlerim kızılcığımı aradı.
Son 40 dk.
Niye böyle oldu? Niye en çekindiğim şeylerden biri başıma geliyor? Aklımda hala “Naci en Alamo”. Nerdeydi acaba dün gece? Ayşenur’larda? Leyla’larda? Msn’de “sıkıntı var içimde” demişti. Sebebi ben miyim acaba? Kafası benimki gibi karışık mı ki?
Son 35 dk.
Sigara içmek için tekrar tekrar iksreyden geçmeyi göze alarak dışarı çıktım. Her seferinde bavulu, çantayı yüklenip, içeri girerken tekrar soyunuyordum. Değdi mi? Değdi. Havaalanına girerken nelerin çıkarılıp, nelerin ötmediğini falan iyice öğrendim. Bekleme kısmı da çok sıkıcı. Hiç taş gibi kız falan görmedim. Sezon değil ya ondan heralde.
Son 30 dk.
Herşey bi tarafa şu an kafamda sadece bagaj haddini aşmamak var. Yanımda doğru düzgün para yok, olan parayı da bavula vermeyeyim. Nolcak ya? Kaç kilo fazla gelebilir ki? Bilgisayarı da nete bağlayamadım zaten. Girebilseydim keşke nete.
Önümden kemeri elinde adamlar geçiyor. Bende de vardı kemer ama ötmedi bile. O değil de şimdi asıl denetim uçağa girerken olcak. Ayakkabıya kadar bakacaklar. Yaklaşık 14 saattir ayakkabıyı çıkartmadım. O kadar da yol geldim. Hala ısrarcılarsa çıkartsınlar ayakkabıyı. “ Yoldan geldik abi, koku yanıltmasın”.
Son 25 dk.
Uyku bastırdı lan! Otobüste de doğru düzgün uyumadım. Durdun durdun da şimdi mi bastırıyorsun? İlk geldiğimde uyusam babalar gibi 5 saat falan sızardım temiz temiz.
Hadi diyelim bagajdan ekstra almadılar, bu vizede ben apayrı insanım, kıllık yaparlar mı?
- Hoop birader bu sen değilsin!
- Ekmek musaf çarpsın benim abi.
Son 20 dk.
Arkamda hacı abi süper teknolojik, yandan anten, çıkıp TV izlenen Çin malı telefonunu açtı TV keyfi yapıyor. Milletin de beyninin ırzına geçti tabii. Kıs lan sesini, uyuyanlar var! Bi de kalp gözü, 5. Boyut benzeri bi STV programı açtı. Yok haır dikizlemiyorum, duyduklarımdan çıkardım bunu.
Uykuuu. Viyana’ya varınca çok işim var. Önce evi arıcam geldim diye. Bavulu alıcam, free shoptan belki tütün alcam (para kalırsa), beni karşılıcak elemanı bulcam, banka bulcam, para çekicem (umarım Türkçe ya da İngilizce biliyolardır. İh möhte yuro, ih habe ekaunt in das bank, ih hayse Bilo diye yarım yamalak cümleler kurmak istemiyorum).
Son 10 dk.
Yeter ya kaldırıyorum defteri, sonra belki bloga girerim bunları.
* Abi bokunuzu yiyim fazla para almayın lan bagaj haddinden. Temizinden en fazla 50 kaat işler TL ama...
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.