Ankara'da şehiriçi ulaşımımı neredeyse sadece otostopla sağlamamdan ötürü pek çok hikayem var kısa kısa. Bir kaçını paylaşayım dedim.


  • -  Uzun kır saçlı bir abi almıştı bu sefer ve elimde bahar şenliği için hazırlanmış çıtlar (uçurtma için), darbuka vardı. Atladım ön koltuğa Ümitköy'den Bilkent'e doğru yola çıktık. Ama sadece Bilkent köprüde bırakacaktı beni;

- Ooo hayırdır darbuka falan?
- Bahar şenlikleri başladı ya orada çalar eğleniriz.
- Oh, biz de Ankara Üni'deyken güzel geçerdi şenlikler, sonra rektörü osursa bile protesto ettiğimizden attılar sonunda okuldan.
- Eee bitmedi mi okul?
- Yok sonra Anadolu Üni'de gazeteciliği bitirdim.
- Süpermiş.
- Saolasın, ne yapacaksınız bugün okulda? Sadece darbuka çalıp mı eğleneceksiniz?
- Ya işte çıtalarla uçurtma falan yaparız, bi de ucuz şarap alırız ooh mis, deme keyfimize.
- Ünide biz de hep ucuz şarap içerdik, sonra paranın .mına koduk, pahalı şarap içiyoruz.
- Abi sen kaç yaşındasın ya?
- Kaç gösteriyorum?
- 30 civarı.
- (gözleri parladı) Valla mı lan? Nereye istiyorsan bırakıyorum seni! Tabi ki şaka, şurada bırakacağım.



  • Aynı mahallede oturup, aynı okulda okuduğum bir arkadaşla yine her zamanki yerimizde mevzilendik.Bir su arabası durdu;

- Ya siz böyle her gün her gün nereye gidiyorsunuz?
- Okula, Kızılay'a, Tunalı'ya
- Nişanlı falan mısınız siz?
- Yok abi çıkmaya bile yeni başladık.
- Haa, şimdi nereye?
- Bilkent.
- Lan Çayyolun'a sipariş var yoksa bırakırdım.
- Saolasın abi, başka zaman işallah.
- Benim aslında Golfüm var, bi gün onunla gezelim ya, kafa adama benziyorsun. İşten çıktığım bi gün alırım seni gezeriz.
- ...
- Müzikle falan uğraşıyor musun?
- İşte kendimce bateri, darbuka, bendir falan çalıyorum, vurmalılar yani.
- Süper ben de gitar çalıyorum, müzik yapalım bir gün.
- Olur.
- Numaranı versene.

Numara alış verişinden sonra adamı bir daha hiç görmedim.


  • Yine uzunca beklemelerimden bir tanesiydi. 20 dk kadar hiç bir araç durmadı. Sonrasında yaşıtım sayılabilecek bir kız yanaştı;

- Ya paran yoksa dolmuş parası verebilirim.
- (cebimden para ve ego kartımı çıkarıp) Teşekkür ederim, param ve kartım var ben sırf otostop çekmeyi sevdiğimden bekliyorum.
- Peki sen bilirsin.

5 dakika sonra Porsch Cayenne S yanaştı, arabaya binerken son bir kez kıza baktım ama bizim tarafa bakmıyordu, umarım görmüştür.


  • Yine Ümitköy-Bilkent arası bir bekleyiş. Ümitköy'de Galeria'nın önünde kısa bir bekleyişin ardından iki kokoş ve neşeli teyze aldı;


- Ne tarafa gidiyorsunuz?
- Bilkent'e, arkadaşımıza gidiyoruz, gün yapıyoruz da biz.
- Beni de Bilkent'e bırakır mısınız?
- Tabii ki.

Yolda aralarında epeyce konuşup eğlendiler, arada bir de bana okulumla ilgili sorular sordular. Sonra tam onların gitmesi gereken yere vardık, ben ineyim dediğimde ise;

- Ay bırakalım canım okuluna kadar, ne olacak.
- Yok teşekkür ederim, şuradan bir otostop daha okuldayım zaten.
- Yok yok bırakırız. Görüyor musun Necla, ne terbiyeli yetiştirmiş ailesi.
- Ay evet evet maşallah maşallah. Allah zihin açıklığı versin yavrum.
- Teşekkürler.

Tamam durumun garip olduğunu kabul ediyorum ama çok eğlenceli insanlardı, hem de bölümümün önüne kadar bıraktılar.

Aslında daha bir sürü eğlenceli anı var ama üşendim yazmaya, aklıma geldikçe belki daha da yazarım. Bu yazı da Paris için yaptığım 3 saatlik hazırlıktan (couchsurfingten insan arama, güzergahları belirleme, otostop çekilebilecek noktaları ayarlama) sonra aklıma geldi. Umarım onu da buraya yazabilir, otostop anılarıma eklerim.
dahası...


Tekrar bir otostop planıyla karşınızdayız efendim. Bu sefer ki istikamet Münih! Orada bir gün geçirdikten sonra Strasbourg. Orada arkadaşı yakalayabilirsek onunla bir ya da iki gün geçirdikten sonra asıl istikametimiz olan Paris! Fikir Dayı'dan çıktı (Dayı = Ramis). Ben de atlayınca 2 Ocak'a randevulaştık ve kırdık kafayı gidiyoruz. Hava umarım çok soğuk olmaz. Dortmund'a gittiğimizden daha az tedirginim. Sonuçta 1000 km'lik tecrübem var. Münih ve Strazburg'ta arkadaşlar var ama Paris konusunda emin değiliz, couchsurfing'ten yardım alabiliriz. Henüz kararlaştırmadık.

Couchsurfing dünyanın başına gelmiş en güzel şeylerden birisi.Ademoğullarından biri couchsurfing için "kapitalizmin yapamadığını yapıp dünyayı ufacık hale getirdi ve zararsız bir şekilde" ya da benzeri bir cümle sarfetmiş site hakkında. Yerinde tespit. Basitçe couchsurfing size dünyanın her yerinde arkadaşın varmış gibi işliyor. Mesela buradan kalkıp Portofino'ya gitmek isteyip te hem arkadaş ziyeret etmek hem de başını sokacak yer edinme konusunda yardımcı oluyor bu site. Daha önce gitmediğiniz herhangi bir yere giderken bu siteye başvuruyorsunuz, evi müsait olan kişi sizi ağırlıyor. Bir arkadaşınıza gider gibi gidiyorsunuz. Sadece konaklamak için kullanmanız biraz kaba olur, dolayısıyla arkadaşınıza gittiğinizde nasıl davranırsanız (beraber vakti geçirmek, beraber yemek pişirmek, sohbet etmek, şehri beraber gezmek, film izlemek vs) yaparsanız siteyi tam amacıyla kullanmış olursunuz. Derdiniz sadece başınızı sokacak bir yer bulmak olmamalı, yeni insanlar tanımak, yeni paylaşımlarda bulunmak olmalı. Eğer öyle olursa tadından yenmez.

Asıl amacı bu şekilde kullanmak olsa da aynı şehirde yaşayan site kullanıcıları aralarında ufak tefek etkinlikler düzenliyorlar. Sinema geceleri, yemek pişirme toplantıları, konserlere beraber gitme, parti vs bunlara örnek olarak gösterilebilir. İnternet üzerinden gerçek hayatta nasıl sosyalleşilir diye merak eden varsa en güzel cevaplardan birisi bu olacaktır.

Buradan bana ulaşabiliyorsunuz.

Konumuza dönersek, 2 Ocak'ta vuracağız kendimizi yola. Bu sefer de Paris fatihi olarak yazsın tarih bizi, hadi bakayım.

Yazın da İspanya'ya gitsek otostopla..

Şans dileyin, ihtiyacımız olabilir.
dahası...


Yare yareee..

Bu lafı çok seviyorum. Japonca "oof of, aah ah" falan gibi bir anlama geliyor. Söylemesi de eğlenceli bi taraftan. Neyse bu nidaları neden döktüğüme gelecek olursak eğer; Çarşamba günü sınavım var ve henüz kitap yüzü açmadım (dersler haricinde) ama uykuyu insani boyutlara indirmeyi başarıyorum git gide. Hayattan aldığım zevki biraz da maksimuma dayadım, sikimde saat dolaşıyorum yine. Sanırım buna cuma günü pek çok içki içip psytrance bir etkinliğe katılmayla başladım. Etkinliğimizin adı "Cosmic Space Disco" idi ve ömrümde gittiğim ilk trans etkinliğiydi. Neden bunca zaman gitmemişim diye sorguladım kendimi. Hiç bir dişinin gelip muhabbet açmaması üstüne üstlük 6-7 adamın benle muhabbete girmesi acı vericiydi biraz. Nolurdu bikaç kız da gelip yazsa falan. Her neyse biz de kendi kendimize tepinerek vakti geçirdik. 4:30'a kadar çılgınlar!? gibi dans ettik, kurtlarımız döktük.

Takip eden günlerde ise paso yatış, paso tembellik. Aslında o kadar da sayılmaz. Cumartesi çamaşırlarımı pakladım, pazar günü arkadaşı havaalanına bıraktık. Aslında tekrar farkettim de kendi evimde kalmadığım zamanlar ben pek bir mutlu oluyorum. Bu Türkiye'deyken de geçerliydi. Ne zaman bir arkadaşa kalmaya gitsem ertesi gün ağzım kulaklarımda oluyordu. Daha az uyuyordum, daha fazla muhabbet ediyordum. Kendi evimde olunca bir afakan basma durumu söz konusu bünyemde. Uzatmayalım.

Bugün de pazartesi ve hemen hemen ilk kez bir pazartesi kursa vaktinde ulaştım. Her ne kadar bugünkü hoca baysa da herkesi, günümü mahvedemedi. Hala keyfim yerinde, sebebini anlamış değilim ama sorgulamıyorum, neden sorgulasın ki bir insan "neden keyfim yerinde lan?" diye?

Paylaşmadan geçemeyeceğim bir detay da metroda aktarma yapacağım sırada sırtıma bir el dokundu ve;

- Merhaba, bana feysbuktan mesaj atan sen miydin?
- Mesaj, feysbuk, sen?
- Ya hani Cuchsurfing ile ilgili.
- Haa evet, merhaba.

Bunun sonrasında biraz sorduğum sorularla ilgili konuştuk, sağolsun etkinliklere katılma konusunda içime su serpti. Sonrasında ters istikamette yürüdü ve gitti ben de Celil arar diye elimde tuttuğum telefonumun varlığını unutup atkımı düzeltmeye kalkıştığımda bir şeyi ileriye doğru fırlamasını sadece hissedebildim. Telefonun her yere çarpma sesiyle birlikte ağzımdan has-sik-tir sesleri yükseldi. Metronun raylarına yuvarlanmıştı telefon ve yaklaşık 1.5 metre aşağıdaydı raylar. Kafamı kaldırdığımda metro bekleyen insanların benimle beraber aynı sahneyi yaşadıklarını gördüm. Kızın tekiyle göz göze geldik ve tepkisi "o oo" oldu. Gayet açıklayıcı. Solumdaki delikanlıya döndüğümde ise istemsiz şu sözcükler döküldü dilimden "was soll ich machen?" (ne yapmam gerek?) Metronun gelmesine 1 dk vardı, riske atmadım. Delikanlı ile birazs tartıştık ne yapılabilir falan, sonrasında atlamaya karar verdim. Metro gider gitmez atladım aşağı kaptım sevgili N-Gage'imi. Zafer çığlıkları eşliğinde (yalan) aktarma yapmam gereken kısma geçtim. Telefonum elimdeydi, mutluyum.

O değil de harbi garip bi mutluluk var bünyede, az uyudum, heralde ondandır :)

Siz de mutlu olun canlar, öperim.
dahası...


İçim içime sığmaz vaziyetteyim sayın okuyucu. Birkaç gün önce saçları zaten doğal dreadlock (rasta) haline gelmeye başlamış bir arkadaşı yoğun ısrarlarım sonucu rastaladım. Yaptığım ilk işimdi, hep kendime yaptım bunca vakit ve artık sıra başka insanlara gelmişti. Kendimden çok fazla emin olmamakla birlikte ilk tığ darbesini vurdum, sonrası zaten geldi. Saçları düzgün ayırarak başladık ve verdik tığın gözüne. Tabii ki balmumuymuş bokmuş püsürmüş kullanmadık. El ile ilmek ilmek işledik. Biraz geç başladığımızdan dolayı yarım bırakıp gece uyuduk. Ertesi gün kalkıp kahvaltıyı yaptıktan sonra (saat 18.00 suları) tekrar devam ettik. Parmak uçlarım artık acımaya başlamıştı ama karşımda ortaya çıkan eseri gördükçe gaza gelip yılmadan devam ettim. İkinci günün şafağında (saat 7 suları) artık tamamlanmıştı. Işıl ışıl parlıyordu otuz tane dread. Lafı uzatmadan bir kaç tane fotoğraf koyayım da ortalık şenlensin ortaaam ya.

Fazlası için şuraya danışabilirsiniz: Feysbuk Albümü
dahası...





2001

İstemediğim bi kızla arkadaş gazıyla birlikte olmamla başlayan hadise, kızın doğum gününün çıkmaya başladığımız günün iki gün ertesine denk gelmesiyle yaşanan bir hadisedir. 19 Mayıs gösterilerine hazırlanan iki ergendik, folklor grubunda. Stadda ki provadan sonra doğum günü olduğunu öğrendim ve aklıma gelen ilk şeyi hayata geçirdim.

- xxx naber?
- İyi Bilal senden naber?
- İyi. Doğum gününü unuttum sandın dimi? (eller arkada)
- (yüzünde bir gülümseme) aaa
- Doğum günün kutlu olsun. (arkamda sakladıklarımı uzattım)
- Ya bi git işine ya..

Son kelimeleri oldu, iyi de oldu. Nasıl ayrılırım diye düşünüyordum zaten. Ha arkamda ne mi saklıyordum? Kenarda gördüğüm biçilmemiş çimler. Hepsi de epey uzundu. Bir avuç dolusu kopardım, her biri farklı yöne bakan baymış yemyeşil çimenler. Beğenmedi. Niye ki?

2004

Götik yarim, ayrılalım dediğimde salya sümük ağlamaya ve amaçsızca yürümeye başladı. Tutamadık. Sonrasında bi cafenin yanında bi yere oturttuk ama hala hıçkırarak ağlamaya devam ediyordu. Sakinleşmiyor bir türlü. Annesini aradık, durumu izah ettik ve annesi gelene kadar başında bekledik. Midye ya da benzeri birşey satan esnaf amca;

- Kızım niye ağlıyorsun bu kadar? Yazıktır, helak ettin kendini.
- Benim için ağlıyo amca, bi bak değer mi allaaaşkına?
- ....
- böğühüüüü

Yaklaşık 2 saatlik ağlama nöbetinden sonra annesi nihayet vardı biz de bayrağı devrettik.
____________________________________

Aynı insan bikaç gün sonra prova için gittiğimiz stüdyoda da buldu bizi;

- Bi dakka konuşabilir miyiz?
- Ne diyeceksin?
- Affedemez misin beni? (hakkaten affedilmez bi hatası olmuştu)
- Hayır.
- sniff ....
- Ağlama xxxx, ağalayacak bişey yok.
- Senden son bir şey isteyebilir miyim?
- Nedir?
- Son bir kez sarılabilir miyim?
- Hayır.

Sonrasında arkamı döndüm, kapıyı kapatıp içeri girdim. Merdivenlerden inerken içimde acımasız bir mutluluk vardı. Haketti arkadaş. Bir kaç saat boyunca orda öylece kalmıştır diye bekledim. Kalmamış. Bir yerlere gidip ağlamıştır heralde.

2005

Okul çimlerinde elele tutuşmuş uzanıyorduk. Karşımızda süs havuzu. Su fışlatan bıdılardan birisi düzgün çalışmıyor ama ilginç bir şekilde durup durup "fışt" diye su bırakıp duruyordu, ona kitlendim.

- Ne düşünüyorsun?
- Ne güzel fışlıyo lan!
- puahahah
- Ne?
- Nasıl bi adamsın sen ya?
- Romantik bişey mi söylemeliydim?
- Boşver.

Ne?
_____________________________________

Gece dışarıda vakit geçirmeme hoş bakmayan bir kız idi bu bahsi geçen insan. Bir gece yine ona söylemeden sabaha kadar sokaklarda sürttüm. Öğrendiğinde bir taraftan ağlayıp bir taraftan da baya sayıp sövüyordu.

- Neden böyle yapıyorsun? Hani evde duracaktın, bana niye yalan söyledin bıdıbıdıbıdıbıdıbı....
- ...
- Ya bişey söyle!! Ayrılmak mı istiyorsun? Ne istiyorsun adam gibi söyle.
- Hayır.
- E neden dışarı çıktın?
- Canım istedi.
- ...
- ...
- Ne düşünüyorsun?
- Bu 314 otobüsü Ayrancı'ya kadar gidiyomuş! Oha! Ben hep Altınpark tarafına gittim bununla.
- Allaaam ya!!! Öldüreceksin beni! Ayrılmak istiyorsan söyle.
- Yoo, istemiyorum.

Harbi öyle bir niyetim yoktu arkadaş.

________________________________

Bu bahsi geçen insanla epey uzun süreli ilişkim olunca benzer vakalar çok tabi. Ankara/Batıkent'te bir lisenin bahar şenliğine o dönemler severek dinlediğimiz gruplar gelmişti, biz de kaçırır mıyız? Kaçmaz tabi. Konser bitti, Batıkent'te yaşayan iki arkadaş daha vardı.

- Anıl'ların ev nerede?
- Şu tepe var ya..
- Eee
- kıhıhıhııhıh
(Anıl dediğimiz arkadaş ve Kençal'dan da gürültülü bir kahkaha)
- Neye gülüyorsunuz ya?
- Hiç yai işte oranın arkasında ahahahahah
- Ya ne var?

Bişey yok :)

Cümlenin sonunu tamamlamayı çok istedim ama ağır gelebilirdi, vazgeçtim. Kençal ve Anıl anlamıştı, bana yeter.

____________________________________

Volkwagen T2 minibüs benim her zaman en sevdiğim araçlardan olmuştur. Ve adı bence Türkan'dır.

- Türkan mı ben mi?
- ...
- OHA!
- Ya hayır öyle değil, şey...
- ...

Harbi aklıma cevap gelmedi ama.

Daha baya vardı ama unuttum :)

_______________________________________

2009

Ankara'da Konur Sokak'ta Cubana diye bir bar var, Küba dostluk derneği olarak ta geçer. En üst katta ve terası var arka tarafında. Terasta da salıncaklar falan. Sık gittiğimiz için de servis yapan elemanı tanıyorduk. Her seferinde muhabbet ederiz. Kız arkadaşımla gidip salıncakta yayılmıştık;

- Ohh sizinki de keyif ha. Ben bu tarafa kimseyi yollamam, siz rahat rahat takılın.
- Eyvallah sağolasın ama gelsin insanlar farketmez.
- Yok yok sizin keyfiniz kaçmasın. Ulan bi kere bile gelip şurada sevgilimle salıncakta sallanamadım.
- Neden? İşten arta kalan zamanlarda gel sevgilinle.
- Vakit mi var, sevgilim yok hem.
- Anladım.

Adama içim parçalanmıştı.

- ...
- Ne düşünüyosun Bilal.
- Keşke adama "abi kalkayım da beş dakka da sen otur, ben yerine bakarım" deseydim.
- NEE!!
- Yazık adama.
- Ya ne diyosun be eşek!!

Birkaç tokat yedim ama savaşa dönüşmeden yatıştırdık. Yazık adama ama ya.
dahası...



- Çok sigara içiyorum ya ama aksini yapmak ta içimden gelmiyor.
- O değil de şu uyanma sorununa tez zamanda bir çözüm düşünüle.
- Rathaus'a kar yağınca oradaki standlar falan ne güzel olmuş.
- Her yer kar. Ama öyle böyle değil.
- Nele'den kısa, öz ve sert bir yanıt; "Biz iyi arkadaşlarız, başka bir şey olamaz. Bunu biliyorsun, daha önce de biliyordun."haklı. Umarım bu olay tavırlarına yansımaz. Ben demiştim sana söylemeyelim duygularımızı diye. Neyse
- Weinnacht standından yeni bir ağız arpı aldım.
- Dün bütün gece hayvanlar nasıl göç eder onu izledik. Karıncalar ilginç yaratıklar.
- Artık Ankara'da yaşamıyorum. Hayır zaten epeydir Viyana'da yaşıyorum ancak artık döndüğümde Ankara'da bir evim yok. Göçtük.
- Geleceğe dair planlarımı askıya almış görünüyorum, kısa vadeli planlarla yetineceğim bir süre. En azından güneş tekrar görünene kadar.
- Hava soğuk.
- İnan çok merak ediyorum buraya geldiğimde kendimi insanlara "Bilal yerine Emre olarak tanıtsaydım şu anda nasıl bir insan olurdum" diye. İnsanın iki ismi olması karakterine de yansıyor.
- Dün yanımızdan geçen her Japon'a "konbanwa" diye seslendik dönüp bakmadı, sinema işte garip. Hadi sıhhatler olsun.
- Konuşmama ihtiyacım, konuşma ihtiyacımı bastırıyor bu ara.
- İnsanlar neden illa bir sevgili edinmek ister biraz biraz anlar gibiyim.
- 14 Aralık'ta Almanca sunum yapmalıyım ama ortak çalışacağım elemanla kursa vardiyalı gelince henüz oturup konuşamadık.
- Sev beni, ihtiyacım var.
- Nele'ye poğaça alsam çay demlesem aramız düzelir mi ki?
- Couchsurfing'te aktif olmaya çalışıp her seferinde sosyalleşme korkumdan erteliyorum.
- İnsanların insani ilişkilerini kıskanıyorum.
- Aslında harbi feci kıskanç biriymişim meğerse. Bilsem de çaktırmıyormuşum.
- Esra'nın zamanında baktığı falda buraya gelmemin iyi olacağını söylemişti. Ne açıdan acaba? Ben hala o kadar da iyi olmuş gibi hissetmiyorum.

dahası...


Başka, bambaşka blogları okurken (ki bu his genelde Kate Orange'ın blogu oluyor bi de yu vin pörfekt) farkediyorum ki ben ne eşek adammışım meğer. Burayı anca dertlerimden bahsetmek için kullanıyorum resmen. Tamam Nele'ye açılıp cevap alamamış olabilirim, yıkamam gereken büssürü bulaşık olabilir, geleceğe dair hala kafamda sorular, sorunlar olabilir de bu, buraya sürekli kötü şeyler yazmamı gerektirmez. İyiyim ben. Harbiden. Rahatladım bile yani. Kafamı kurcalayıp duran Nele sıkıntısını attım (gerçi bir mesaj bile atmadı).

Ne bileyim yazsam ya şuraya pazar günü lapa lapa kar yağdı, çıktık dışarda Viyana'nın ilk karını karşıladık, karda oynadık, eğlendik diye.

Bu ara Weinnacht var, her yer rengarenk süslenmiş, çam ağaçları dikilmiş, bu soğukta bile insanın içi ısınıyor diye.

Desene Viyana'nın muhtelif yerlerine geçici tezgahlar kurdular, en güzeli de Rathaus'un önünde, 10 numara Glühwein (sıcak şarap) yapıyorlar diye.

Bunları anlatsam daha iyi değil mi?

Bence de öyle.
dahası...


- Coni şimdi tanımadığım etmediğim adam napıcam ben onun evinde?
- Oğlum tanıman gerekmiyor zaten. Ev partisi gibi bişey, yoldan müziği duyan da atlayıp geliyor.
- Haa. Peki gömlek falan bişey giyecek miyiz? Girişte para veriyo muyuz? İçerde içki var mı?
- Herr Koç, sen daha önce hiç ev partisine gitmedin değil mi?
- Yok coni.
- Fakir! Neyse arkadaşının evine gidiyormuş gibi düşün, bildiğin salaş parti. İçki içerde olabilir ama yine de biz bişeyler alalım.
- O zaman 09.30 Reumann metro.
- Görüşürüz.

Herr Koç'u ikna etmem biraz zor oldu ama sonunda gidebildik. Tam adresi Nele mesaj olarak gönderdi, zaten onun davetlileriydik. Öncesinde gidip birer şarap aldık daha sonra da arayıp tarayıp adresi bulduk. Yukarı çıkıp ortalığı biraz kolaçan edince Nele'yi aradık. Mutfaktaymış zaten. Geldi sarıldık falan ama bişeyler farklıydı. Neyse. Biraz Nele'yle muhabbet ettik sonrasında Nele kendi halinde takılmaya devam etti. Biz de kendi halimizde. Bi tane Alman eleman sardırdı, onla epey Almanca muhabbet ettik, konuşabildiğimi farkedince epey mutlu oldum. Adam Polonya'da erasmus yapmış ve bu sıralarda da geziyomuş. Pazartesi de Almanya'ya geri dönecekmiş falan. Adam bize Polonya içkisi getirdi shot attık birer tane.

Herr Koç Sıkıldı. Gitti. Şarabından çok az yudum almıştı. Biz de Alman elemanla muhabbete devam, Nele ortalarda yok. Aslında aynı odadaydık ama o diğer uçta. Ya inan bişey anlamadım arada bi bakış atıyor kötü kötü sonra da arkadaşıyla muhabbet ediyor. Sürekli yanına gidip rahatsız da etmek istemedim. Rahatsızlık demeyeyim de annesinin eteğinden yapışan çocuk gibi olmak istemediğimden kendi halimde takıldım. Arada kudurmadığım da olmadı değil. Bi elemanla yeni tanışmıştı telefon alış verişi falan. Allahtan o eleman sonra gitti başka bi kıza falan yazdı. Off Partinin ilk çeyreği gerçekten ızdıraptı.

Bi ara sıkıldım, mutfağa yöneldim. Nele de oradaydı. Biraz muhabbet ettik ama gerçekten bieşyler vardı, anlamadım. Benimle konuşurken keyifsiz, ama diğer insanlarla gayet yardırıyor muhabbeti. Mutfakta bi Avusturya'lı kızla tanıştım. O da Türkçe konuşuyordu?! Arkadaş herkes Türkçe konuşuyor, ben anlamıyorum kim Türk kim yabancı. Bi süre muhabbetten sonra Nele'ye döndüm.

- Bak Nele bu arkadaş ta Türkçe konuşabiliyor.
- E Türkçe konuşun o zaman (soğuk bi tavır).

Döndü arkasını başka bir arkadaşıyla muhabbete devam etti. Sonra o Avusturya'lı kızla muhabbete devam ettik. Kız bi ara "dans etmek istiyorum" dedi, dedim şu odada ediyolar. "Gel" dedi, gittik dans ettik, yazmadım. Evet hiç yazmadım kıza, aklımda hala Nele vardı. Biraz dans ettik sonra ben yine sağa sola sardım, muhabbet muhabbet. Nele melez zenci bir arkadaşıyla tanıştırdı, kız çok sevimli.

- Bak bunun erkek arkadaşısı Kürt.
- Hadi ya?

Kızla muhabbet etmeye başladık. "Nerden" diye sordu. Dedim "Ankara". Sonra erkek arkadaşı geldi. Esmer, rasta bi eleman. Kız tanıştırdı işte bizi.

- Er ist aus Ankara.
- Aus Ankara? Ankara'lısın?
- Evet.
- Oha hadi ya? Ben Murat.
- Ben de Bilal, sen nerelisin?
- Dersim. Senle nasıl iletişim kurabiliriz?
- En kolayı internet olurdu.
- Kağıt var mı yanında?
- Telefona yazarım.
- Ben telefon kullanmıyorum ama.
- Tamam mailini ver.
- Tamam mail at bana, görüşelim, Ankara ha, vay be!

Bi şişe şarap, bi shot Polonya içkisi ve bir biradan sonra ben oldum artık. Yeterince oldum. Köşeye geçtim kendi halimde insanları seyrediyordum. Nelenin yanında sarı bi çocuk vardı, beni göstererek konuştuğunu farkettim. Acaba ne anlatıyordu? Sonra o sarı eleman geldi yanıma, elini uzattı, dans falan etti sonra da;

- Burası çok garip yer, bunu tanımıyorum, bunu tanımıyorum, bu iyi adamdır, bunu da tanımıyorum..
- Aa du kannst türkisch?
- Evet. Burda herşey var. Alkol var, dans var, kıskançlık var!?

Kıskançlık var? Nasıl yani? Yani nerden çıktı ki o kelime? Yani ne demeye çalıştı ki? Zaten üç gündür düşündüğüm tek kelime de o.

O da bi arkadaşıyla tanıştırdı, o adam da rasta ve kafa bişeydi. Kafamdaki 3-5 rasta bazen insanlarla kaynaşırken katalizör etkisi gösterebiliyor. Yeni elemanla da baya muhabbet ettikten sonra artık parti benim sayılırdı, ortamdaki hemen herkesle 3-5 cümle muhabbetim oluştu, daha rahattım. Tek kafama takılan Nele'ydi. Diğer odada yakın olduğunu bildiğim bikaç arkadaşıyla muhabbet ediyordu. Dans etmekten yorulduğumda dans edilmeyen oda olan Nele'nin yanına gittim. Sokuldum yanına, oturdum.

- Yoruldum.
- Gitmek istersen gidebilirsin.
- Yok hayır.

Ne alakası var ya? Ben sana onu mu demek istedim? Off, alkol daha da başa vurmaya başladı, biradan devam. Bi ara ufak bi vurmalı buldum, içerdeki müziğe eşlik ediyordum. Sonra Nele bi elemanın pantolonuna çöktü, o kısımlar komikti. Adam gitti pantolonunu değiştirdi, bacağındaki kırmızı pantolonu Nele'ye verdi. Birasını da bana.

Artık o kadar yorgun ve uykuluydum ki, yerdeki yatağa uzandım, gözleri açık tutmaya çabalıyordum kapıdan bildiğin kabusum geldi. ALİ. Arkadaş böyle bieşy olamazdı ya, imkansız! Ali'ydi o karşımdaki (Viyana güncesini okuyan olduysa "hassiktir lan!" gibi bir tepki verecektir). Neyse o da şaşırdı beni gördüğüne, kafaları iyiydi bi Türk daha vardı yanında. Bizim Türkçe bilen sarının arkadaşıymış. Ömrümde duyduğum en kötü Almanca'yı konuştu. Ben utandım o konuştukça. Sonra Nele'yle tanıştırdım, bak bu da Türkçe biliyor diye. Niye yaptıysam. Sonra da "asılmayın harbi kan çıkar" diye de ekledim. Bunlar zaten abazalıktan gözü dönmüş vaziyette tüm kızlara yazdılar ortamdaki. Bi ara diğer çocuğu şişman bi kızla yiyişirken gördüm, göz zevkim bozuldu. Daha sonra Nele geldi;

- Ben gidiyorum.
- Bekle ben de geliyorum.
- Arkadaşların var, kalabilirsin.
- Ich mag sie nicht.
- Sevmiyorsun? Tamam o zaman.

Ayakkabının tekini bulana kadar çok uğraştım. Merdivenlerden inmesi de bi o kadar zordu. Nele önden fırladı gitti, yüzüme pek bakmıyordu. Bisikletinin kilidini çözdü.

- Fahrst du mit dem Fahrrad?
- Evet, herzaman.
- Im Winter, unter dem Schnee?
- Immer immer. Seviyurum çünkü.

Metroya kadar beraber yürüdük, sonra "görüşürüz" deyip, atladı bisikletine. Kaldım orda. Yavaşça merdivenlerden indim, keyfim yerinde değildi, biramdan kalan son yudumu da içip çöpe yolladım. Talha aradı, eve geçiyorlarmış "evdeysen su koy makarna yapalım" diye aramış ama ben eve onlardan sonra vardım.

Metro beklerken elim istemsiz telefona gitti. Mesajlar/mesaj yaz;

Nele;
Was würdest du sagen, wenn ich "du gefällst mir" sagen würde?

Gönder...

Bütün gece bunu söylemek için fırsat kolladım, olmadı. Eve geldiğimde ise tamamen kafayı yemiş bir sarhoş nasıl davranırsa aynen öyleydim.
dahası...



Silkinip kendime gelmem yaklaşık bir buçuk ay sürdü ama sonunda buradayım. Kendine gelmiş, korkmayan ve hiç birşeyi ertelemeyen halimle. Korkmuyorum artık arkadaş almancanızdan! İngilizceye de kaçmıyorum artık. Yalan yanlış ta olsa almanca bundan sonra. Çok karışık bir durum olmadıktan sonra herşeyi zaten açıklayabiliyorum. O zaman ingilizcenin ardına saklanmaya gerek yok. Bu birinci silkinme hareketim.

Ayrıca artık eve tıkılıp kalmak ta yok. Burnumu bile çıkarmazdım dışarı iki aydır. Kimseyle de görüşmüyordum. Onu da yeniyorum artık. Daha fazla sokağa çıkıyorum, daha fazla insan yüzü görüyorum. Zaten kapalı alanları (ev dahi olsa) çok sevmiyorum. Dolayısıyla sadece mahallede gezmek bile bana çok iyi geliyor. İşte bu yüzden vuruyorum kendimi sokaklara. Bu da ikinci silkinme hareketim.

Sanırım sonuncu ve en mühim olanı da artık insanları kendimden fazla yüceltmemem gerektiği. Şimdiye kadar kendimi yanlarında eksik hissettiğim insanlara bakınca gerçekten de hiç bir üstün yeteneklerinin olmadığının farkına varmamı sağladı Esra Hanım. "Başkalarına verdiğin değeri biraz da kendine ver". Güzel açıklayan bi noktaydı. Bir diğeri ise "senin tercihlerin ve hayata bakışın farklı" zaten sıkıntım kara koyun olmaktı hep. Sonradan imrendiğim şeylerin sıradan bir insan yaşamı olduğunun farkına vardım. Sonra da sıradanlaşmanın bana uygun olmadığını ve ne yaparsam yapayım olamayacağını farkettim. Şimdi iyiyim. Hatta süperim. Artık daha fazla olumlu yazı ve daha sık güzel haber yazacağım. Bu gece Nele'yle ev partisine gidiyorum canlar, gelişmeler yarın ;)
dahası...


Gün geçtikçe kendimin aslında harbiden olduğumu sandığım insan olmadığımın farkına varıyorum. Örnekleyerek açıklamak isterdim lakin zor olurdu. Değilim abi bunca yıl tanıdığın gibi biri. Sosyal bi insan değilim örneğin (örnekle açıklanıyormuş bu arada). Beni öyle sanan insanlar var. Çok cüretkar ya da yeniliklere çok açık bi insan da değilim. Yeni birisiyle tanışırken çok rahat ya da "cool" da olamıyorum. İnsanlarla rahat iletişim de kuramıyorum. Sandığım kadar pozitif bi insan da değilim. Şaşırdın mı? Bence de şaşırmamalısın.

Ama elimden geleni yapıyorum. Daha fazla insan içine çıkmaya, daha fazla etkinliğe, falana filana atlamaya, bir ortamda yalnız ya da kelimenin tam anlamıyla "uzaylı" bile kalsam orada bulunmaya çalışıyorum. İnsanlarla kendimi kıyaslamamaya çalışıyorum mesela. "O adam şunu yapmış, ben neden yapamıyorum" dememeye çalışıyorum. Özgüvenimi taze tutmaya uğraşıyorum.

O değil de ben gerçekten yukarıda saydığım gib bi insan mıydım yoksa burada mı bu hale geldim diye çok merak ediyorum. Sonra memleketteki hallerimi gözümün önüne getirmeye çalışıyorum, gelmiyor. Çok değil bundan on ay önce halim neydi acaba? Tamam çok fazla insanla tanışıyodum, alakasız kişilerdi çoğu ve daha aktif bi insandım da ne değişti? Dil yetersizliği? Olabildiğince hemşehriler yerine yabancılarla takılmaya çalışıp becerememe? Ayak uyduramama? Ne yani birisi açıklasın.

Ama kıracağım kabuğumu! Çıkacağım bu işin de içinden. Geleli on ay geçti ve ben hala kendime bunları telkin ediyorsam bunun sebebi ya hakkaten uyum sorunu yaşamam ya da memleketten bir çok insanın burada bulunmasından ötürü diğer ülkeden insanlarla takılma ihtiyacı duymamam. Kısaca tembellik olarak açıklayabiliriz.

Ey Bilo! Titre ve kendine gel cCc
dahası...


Yoğun boşluğum tüm süratiyle devam ediyor. Buraya bunu bile yazmaya üşenir haldeyim. Bu sıra severek yaptığım tek şey yemek yapmak. Kurban münasebetiyle konu komşudan bi küçük baş hayvan kadar et geldi. "Küçük Yozgat"ta oturmanın faydaları olsa gerek. 10. Viyana Türkler'in yoğun yaşadığı yerlerden birisi ve geçen ay buraya taşındık. Ohaa amma çok şey olmuş ve ben hiç bişey yazmamışım. Eve nasıl taşındık, evi ne hale getirdik vay efendim o bi aylık süre içerisinde neler yaptık falan. Bildiğin boşlamışım burayı. Kusuruma kalmayın. Ama inan çok zor. Şu an tek paylaşmak istediğim Almanca'yı öğrenemiyor olmam. Aslına bakarsan tam öyle değil. Teoride herşey süper gidiyor şu anda ancak iş konuşmaya gelince o tekleme seanslarım yok mu harbiden delirtiyor. Derdimi anlatana kadar epey süre geçiyor ya da bana öyle geliyor. Kimle konuşsam "iyi konuşuyorsun" diyor ama sanki sadece sırtımı sıvazlıyorlarmış gibi geliyor. Almancayı daha çok hayatımın içine katmalıyım. Hatta blog yazılarımı almanca yazmayı deneyebilirim. Kim okuyacak diye düşünüyorum öyle olunca. Hadi onu geçtim kaç kelime yazabilirim ki? Aslında harbi iyi düşünce ya, bundan sonra anlatmak istediğim ya da yazmak istediğim şeyi Türkçe yazarım sonra ufak bi anlatacağım şeyi de Almanca yazarım. Böylelikle yazma kabiliyetim ve kelime bilgim genişleyebilir.
dahası...



Hala almanca cümleler yankılanıyor kafamda. Alles gute zum Geburstag, Happy birthday” ve türevleri. Cumanın doğum günüm olduğunu bile bi önceki gün farkettim. Eğer Leti “yarın doğum günüm var, davetlisin” demeseydi hala aklıma gelmezdi heralde. Zaten n’olduysa “aa benim de yarın!” dememle oldu. O zaman gece diskoya gidiyorduk. Kabul.

Ertesi gün kursa gittiğimde ufak detayları planladık, nerde kaçta buluşacağız falan. Nußdorferstrasse metro durağı, saat 22:00. Gelmek isteyenler bi kağıda adını yazdı, herşey kararlaştırıldı.

- Leti, welche 2 Farben gefält dir?

- Hmm Rosa?!

- Noch eins?

- Weiß.

- Ok passt.

Hmm demek pembe ve beyazı seviyorsun, tamam. Bunu da sırf Leti’ye bileklik yapmak için sormuştum.

Kurs bitti, akşam buluşmak için sözleşip dağıldık. Birkaç resmi işim vardı ama hiç uğraşacak takatim olmadığından doğru eve gittim. Yoldan pembe ve beyaz ip aldım sonra başladım bilekliği örmeye. Akşama kadar kafam biraz kırılsın diye evdeki şarabı açtım, başladım yudumlamaya. Bi tane de sigara sardım, alttan da Bob Marley. Bileklik bittikten sonra da uyuyakaldım, önceki gece duvarı damalı şekilde boyayacağız diye sabaha kadar sprey sıktık, doğru düzgün uyuyamamıştım. O sıra birader aradı doğum günümü kutlamak için, ardından da Talha eve geldi. Arkadaşların yurduna gidecekti internet kullanmaya, pek hayırlı olmadı kullanması ama iş işten geçti.

Beraber çıktık evden, hala vaktim vardı ben de uğradım arkadaşların yurduna. İnternetten sanal kutlamalarımı okudum. Gıcığım feysbuk duvarından kutlanan doğum günlerine. İnsanlar zorunda mı hissediyolar acaba? Her neyse. Talha da hoşlandığı kızın Romanya’da sevgilisi olduğunu öğrendi, baya bozuldu ama toparlar ya, tanıdığım Talha ise eğer. Saat 21:30’a gelirken çıktım yurttan üzerimde Kençal’ın en sevdiği?! Kombinasyon kıyafetlerim var. Kumaş morumsu kareli pantolon, beyaz gömlek, morumsu cepken, beyaz spor ayakkabı.

Nußdorfer’de buluştuk. Birkaç kişinin daha gelmesi gerekiyordu. Biz onları beklerken kızlar bi kafede rezervasyon yaptırıp oturmuşlar. Beklediklerimizin gelmemesi üzerine biz de kafeye geçtik. Leti ve Anca pasta yaptırmışlar, şok oldum.

Masaya oturduk, sol baştan sayarsam Osman, ben, Dardan, Yani, Nazım, Leti, Anca, Batu. Osman Makedon Türklerinden Batu’ysa bildiğin Türk. Diğerleri Romanya, Arnavutluk ve Bulgaristan’dan. Dışarıdan bakınca güzeldi herşey ama bi boşluk vardı ama sebebini anlayamadım. Sorgulamadım. Nereye sürükledilerse gittim. Pastalarımızı yedikten sonra Nußdorfer’deki diskoları denedik ama hem yabancı hem de az kız, çok erkek olduğumuzdan pürüz çıkardılar, almadılar. O sıra bölünmeler başladı. Kararsız kalınca Osman ayrıldı. Anca da ayrılacakken karar verdik. Handelskei metrosunda Milleniun City’de disko varmış, biraz uzak ama metro sabaha kadar çalışıyordu nasılsa.

Oradan da eli boş döndük. Spor ayakkabıyla almazlarmış. Neyse buraya kadar gelmişken bari bowling oynayalım. Yedi kişilik turnuva başlattık. Başlarda iyi gidiyordum ama Leti puan olarak öndeydi ve Dardan da arkadan yetişiyordu. Oyunun ortalarında Bilyana ve Bella diye bi kız arkadaşı geldi. Bilyana (Bibi) da sınıftan. Neyse Anca’nın yerine Bilyana devam etti oynamaya ama son 5 atışımın 4’ü strike olunca oyunu birinci sırada tamamladım. Dardan ikinci, Leti üçüncü. Keyfime diyecek yoktu.

Bibi’nin de gelmesiyle ortama neşe ve enerji geldi. Anca ne Batu’yu evlerine yolladıktan sonra şehir meydanına indik. Barlar sokağına. Mutlaka bize uygun bi disko olmalıydı, dans etmeliydik. Adını bilmediğim bi yere gittik. Kötüydü, baya hemde. Oradan erken sıkılınca Kaktüs diye bi yer var. Bilindik bi yer. Oraya gitmeye karar verdik ama karar verene kadar heralde bi 15-20 dk geçti. Sonunda eve gitmekten vazgeçip gittik oraya.

Detaylara çok inmeyeceğim ama Leti’nin sarhoşluğuyla epey eğlendik, baya da dalga geçtik. Ona asılan erkeklerin hiç birini geri çevirmedi hepsiyle muhabbet ettikten sonra öpmeden yolladı hepsini. En son Leti, Dardan ve Nazım bizimle iki durak geldikten sonra indi, ben Bibi ve Bella da devam ettik metroyla. Benden bi durak önce indiler ama Bibi hala dans etmeye istekliydi. “Git evinde dans et!” önerimi de ciddiye aldı sanırım, evde de uyumadan önce dans ettiğini düşünüyorum. Benden bi durak önce indiler. Ben de koltuklara ayağımı uzatıp tüm geceyi düşündüm “yare yaree” (yare yare Japonca’da oof of ya da aah ah falan gibi bi tepkidir) eşliğinde. Cebimden tütünümü çıkarıp sarmaya başladım. Son duraktı zaten geleceğim yer. İndim, ağzıma sigaramı tutuşturdum eve kadar ne yaptığımı anlamaya çalışır vaziyette yürüdüm. Sokağın köşesine gelince saate baktım sabah 5! Kapıyı kitleyip anahtarı da arkasında bıraktıklarından dolayı evdekileri arayıp uyandırmak zorunda kaldım. Oturdum koltuğa, yaktım sigaramı, hala bişeyler yerine oturmuyordu. Çok özel hissetmiştim ama bi o kadar da yalnız. Seneye de mi böyle olacak? Sanırım öyle.

Yare yaree..

dahası...


Kalkışa son 3. Tekrar yaban ellere yolculuk. İnan alıştım artık, özledim bile. Cuma 12'de uçağım Sabiha Gökçen'den ayrılacak.

3-0 yenik ayrılıyorum kendi sahamdan. Referandum, bayram ve basketbol. Hadi basketbolda yine başarılıyız, şimdiye kadar finali bırak, gruplardan çıkınca şanslı sayılıyorduk. Referandum da malumunuz, o konunun üzerinde bile durmayacağım. Bayram ise tebdili kıyafete uymamamdan kaynaklanan dedemin verip veriştirmesi. Ben yaşlıdır aksidir deyip geçsem de anam ve babam epeyce kırıldı, ipleri kopma noktasına getirdiler. Yoktan yere büssürü gerginlik. Bu kırgınlık illa geçer ama bakalım, bizimkilerin tavırları daha bir farklı olur artık onlara. Neyse ne işte, bayram da neşeli geçmedi yani, bundan sonra da böylece devam eder gider.

Cenk Taner'in de söylediği gibi yaslı gidip şen gelmiştik, deplasman galibi olarak yazacaktı tarih bizi ama kendi sahamdan 4-0, 5-0 ayrılarak deplasmana gidiyorum tekrar. Gerçi artık neresi deplasman, neresi iç saha iyice allak bullak olmuş durumdayım. Küme düşme tehlikesindeki takım gibiyim, ne iç sahada ne deplasmanda taraftarım yok artık, olanların destekleri yetersiz, geri kalanlar ise yönetim istifa diye bağırmakta. Ama ne yöneticiyi ne de kadromu değiştirmeye niyetim var. Hayatımda köklü transferler ve taktik değişikliğine gidebilirim ama kendimden memnunum. 5-4-1 oynamaktansa 4-3-3 bilemedin 3-5-2'ye dönebilirim. Şimdiye kadar hep savunmada bekleyip, kontradan gol aradım. Artık orta sahada pres yapmalıyım. Üstüme gelmelerindense ben hücuma kalkmalıyım, diğer şekilde gol bulamayacağım. Gol yeme riskini artık almak gerek.
dahası...


Döndüğümden beri namusum gibi koruduğum sakallarıma kıydım bugün. Her bir teli 2 parmak uzunluğuna ulaşmıştı halbuki (parmaklarım kalındır). Sadece top sakal şeklinde bıraktım, favorileri de çeneme dayadım (klasik Bilo). Fena da olmadı aslında, daha zayıf gösterdi. Zaten ezelden beridir (lise bittiğinden, tebdili kıyafeti attığımdan beri) sakalımın olmasının sebebi de budur. Suratım yusyuvarlak ve kilom da normalden fazla olunca çok tombalak bi hal alıyodu. O gün bugündür de çenemde kılım var.

Yine neredeyse geldiğimden beri ilmek ilmek işlediğim dreadlerime de kıydım! Kel ulan kafa, senin neyine dreadlock (rasta)? sadece kafamın arkasına 9-10 kadar iliştirdim. Hem daha düzgün oldu böyle.

Feysbuğumdan 150 kadar kişi sildim. Hala bakınıyorum silinesi insan var mı diye. Eylermlerim sürecek.

Tivitırdan 10 kadar kişiyi takip etmeyi bıraktım.

Kardeşim gerçek hayatta bi paylaşımımız yok, merabamız bile yok nerdeyse, neden ekliyosun? Zamanında sınıf arkadaşımdın, eyvallah. Yakındık o zaman. Şimdi hiç bi mecburiyetimiz kalmadı arkadaş olmamız için. Yani sonradan farkedipte "anaa bilo beni feysbuktan silmiş" gibi tepki veren olursa da gülerim. Ne yani çok mu şaşırdın sanal arkadaşım? Ne gerek var listeni fuzuli kalabalıklaştırmana? Oh böyle ne güzel oldu. Kafa daha rahat. Lazım olanlar kalsın, diğerlerinin hayatlarında ne olup biter hiç umrumda olmaz.

Bi cinnet yetermiş hepsine.

Kafam rahat. Daha iyiyim.
dahası...


İki gündür içim içime sığmıyor. Bir cesaret kafamdaki dreadleri (rasta diye de bilinir) yarısından kestim makasla. Kafama koymuştum artık kendimi rastalamayı. Elime makası alınca artık geri dönüşü kalmamıştı. Kestim. Sırtımın ortasına kadar gelen dreadlerimi yarıya indirdim, omza kadar artık. Beş tane vardı şimdi elimde 10 tane yapılabilecek dread kalmıştı. Ne yapmalı? aldım elime tığımı, önce kendi saçımdan bi tutam alarak işe başladım. Sok-çıkar, sok-çıkar. Oldu. Valla oldu. Ben de şaşırdım ama meğer sadece saçları yuvarlayıp içinden defalarca tığ geçirmekle oluyormuş. Biraz uğraştırıcı bi iş ama yaparsan oluyormuş. Soldaki gibi oldu saç ilk yaptığımda. Uçları boru gibi böyle. Ama oldu, tuttu yani. Eklediğim diğer saçlar gayet sağlam yerine yapışık vaziyette ve en önemlisi rasta vaziyette duruyor. Evin içinde bi aşağı bi yukarı koşturasım geliyor yahu. Nasıl sevindim mutlu oldum anlatamam.

Sonra ertesi gün akşam da aldım elime tığımı uçlarını düzeltmeye karar verdim. O boru gibi olan uç kısımları şimdi sivri sivri duruyor. Daha güzel oldu. kesildiği falan belli değil. Halen de gevşek duran eski dreadlerimi sıkılaştırıyorum. Durmadan elimde tığ, boş kaldıkça sokup çıkarıyorum. Keyifli bi de yapması ya, sadece arkada olduğundan dolayı biraz yorucu eli sürekli arkaya uzandırmaya çalışmak.

Ankara'ya bir varayım alıcam bi kucak saç, geçicem başına kafaya eklemeye devam. Taa ki kafanın hepsi rasta ile örtülene kadar. Tamam kendi saçım olmayacak ama benim saçım çok geç uzuyor, bekleyemem 5 yıl uzatmak için. Bir an önce dreadlemem lazım. Okul dönemim süresince de o şekilde kalacak, sıkılmazsam. Belki farklı bi renge de boyarım belli olmaz. İsteğimin saçlarımın Shikamaru gibi durması. Onun saçlar rasta değil ama bağlama şekli süper. Zaten Naruto'da en sevdiğim karakterdir kendileri.

İşin özü saçlarımda daha fazla dread var artık, hem de bunları büssürü para vermeden hallettim. Ekleyeceğim saçları da aldıktan sonra kafamın hepsi rasta olmuş olacak. Süper olcak süper ^_^

Eğer "ben de istiyom" diyeniniz varsa söyleyin, size de yaparız :) Hayrına hemde :)

dahası...


Hayao Miyazaki. Şimdi size uzuuuun uzun vikipediden kopyalanmış yazısını yapıştırmayacağım, eğer çok merak ediyorsanız Vikipedi 'den girip okuyabilirsiniz. Ben sadece izlediğim birkaç animesini paylaşmak istiyorum sizinle.

Howl'un Yürüyen Şatosu (Howl's Moving Castle, Hauru no Ugoko Şiro)

Solda gördüğünüz karakterler o filmdeki en sevdiklerim. Bir de ateş vardı o da iyidi. İsimlerini şu an çıkaramadım, netten aramaya da üşendim. Filmde bir kızın sıkıntısını çözmek için Howl'un yürüyen şatosuna gitmesi ve orada hizmetçi olarak çalışmaya başlaması anlatılıyor, geri kalan olaylar da bundan sonra gelişiyor zaten. Miyazaki nasıl bir abimizse çözmüş değilim. Bir anime bu kadar detaylı ve ince ince işlenmez. Hem konu hem de görsellik açısından hakkaten 10 numara olmuş film. Mutlaka izlemelisiniz.


Ruhların Kaçışı (Spirtted Away, Sento to Chihiro no Kamikakushi)

Bu filmle oscar almıştır abimiz. Filmin ana karakteri Chihiro, solda gördüğünüz ablamız. Omzundakileri de filmin ortalarında sonuna doğru göreceksiniz söylemem hoş olmaz. Bu filmde de konu, bu güzel kızımız ve ailesinin yeni bir şehre taşınma sırasındaki yoldaki macerasıdır. Yanlış yola girmeleriyle başlar zaten film, geri kalanını varın kendiniz izleyin. Her ne kadar büssürü ödül almış olsa da bu film, bence izlediğim diğer filmleri daha güzeldi. Tabii ki bu da çok güzel ve Miyazaki'nin yaptığını belli eden detaylar yine var ancak ben diğer filmlerini daha çok sevdim.

Komşum Totoro (My Neighbor Totoro, Tonori no Totoro)

Solda gördüğünüz ufaklığın adı Mei ve dünya tatlısı bi kız. Annesi hastanede olduğundan ablası, babası ve o kendi başlarına kalıyorlar. Annesine söz verdiği için de ablasını yormamak üzmemek için diğer çocuklar gibi hiç mızıldanmıyor, düşünce ağlamıyor falan. Bunlar da yeni bir yere taşınıyorlar (sanırım bu Miyazaki üstadın çocukluğunda falan başından taşınma ile ilgili bir olay geçmiş) ve yine tüm hikaye bu yeni taşındıkları yerde geçiyor. O elindeki mısırı da kopardığından beri bırakmadı film sonuna kadar. Allaaam çok tatlı bişey ya bu.

Kayalıktaki Balık Ponyo (Ponyo on the Cliff, Gake no ue no Ponyo)

Bi dünya tatlısı da bu filmde, Ponyo. İnsanın böyle bir tanıdığı olsun istiyor. Kardeşi, kızı, yeğeni bişeyi olsun yani yanaklarını mıncır, akşama kadar oyna falan. Aslen balık olan bu küçük hanım, insan olmak için çok uğraşıyor ve yanındaki Sosuke'yi de ilk gördüğünden beri bırakmıyor. Bu 5 yaşındaki ufaklıkları aralarındaki ve diğer insanlarla olan diyaloglarını bizzat izlemeniz gerekir, ben ne anlatsam boş. Hele ki Ponyo'nun insan olduktan sonraki herşeye şaşırışı ve çok sevmesi (misal ayakları çıktığında ilk sıralar sürekli evin içinde koşuşturması, ilk ramen yiyişi vs) mutlaka izlenmeli hem de tekrar tekrar. ayerim bu ikiliyi de ben.

Fİlmler hakkında inceleme gibi yazı yazmak istemedim, sadece bu filmlerden haberdar etmek istedim sizi. Üstadın daha çok filmi var, ben henüz 4'ünü izleyebildim. Dİğerlerini de en yakın zamanda edinip izlemek isterim. Siz de isteyin, isteyince olur.
dahası...


Sılaya dönüş nasıl bişey bilen var mı? Ya da merak eden? Ben ettim. Döndüm. 15 gün kadarını bile harcadım. Ya da daha fazlasını, emin değilim. Uçaktan iniyorsunuz ve herşey aynı, sen de aynısın. Herşey farklı, sen de farklısın. Herşey nasıl bıraktıysan öyle ve yine neredeyse herşey tamamen değişmiş. İlk ayırdına vardığınız şey insan ilişkileri. Değişmiş ya da zaten öyleymiş farketmeye başlamışsınız ama değildi ya, böyle değildi hiç bişey.

İlk önce yabancısadım memleketi. İstanbul'a inmiştim, gece otobüse kadar da arkadaşlarla görüşecektim. Önce heryerde Türkçe duymayı ardından Kadıköy otobüsünü garipsedim. Onca yolu teptikten sonra Kadıköy'deydim. Trafik, insanlar, koşturmaca, kalabalık hepsi farklıydı. İnsanlar farklıydı, giyim kuşam, herşey.

Ben hep aynı kaldım sanıyordum. Değilmişim. Susmuşum ben ya artık. O neşeli ben gitmiş gibi, konuşkan olan. Hala susuyorum, iletişimim zorlaşmış insanlarla. Ne nemrut adam olmuşum ya. Git gide içime dönmüşüm, bi yalnızlaşmışım. Hayal bile kurmaz olmuşum, umutsuz olmuşum.

Ankara'ya vardığımda ise durum daha içler acısıydı. Daha önceden mi farkedemedim yoksa sonradan mı böyle olduğunu anlayamadığım bir takım olaylar vardı. Sevgilisinden başka hiçbir mal varlığı olmayan birkaç arkadaşım, ailesinden başkasına vakit ayıramayan arkadaşım, "hasretinden ölüyom" demesine rağmen geldiğimde aramayan eski bir arkadaşım, bana hiç vakit ayıramayan olmazsa olmaz arkadaşım, Viyana hakkında kafasında milyonlarca soru olmasına rağmen aramayan arkadaşım, silah altına alınmasına rağmen mallığından taviz vermeyen arkadaşım, Ankara'da bulunmadığını bildiğim ama geldiğimden bu yana ne sanalda ne telefonda görüştüğüm arkadaşım, evinden nadiren burnunu çıkaran arkadaşım, birkaç arkadaşım sandığım insan, can dostum güzel insan.. Hepiniz hep mi böyleydiniz yoksa herşey bu geçen beş buçuk ayda mı değişti? Tamam birkaçı bırakıp giderken de böyleydi ama ya bu denli değildi ya da hakkaten ben hiç bişeyin farkında değilmişim.

Ailemle bile ki ailem canımdır, en yaratıcı geyiklerin çıktığı ortamdır aile ortamım ona bile tekrar adapte olmam 3-5 günümü aldı.

İşin özü, sanırım hiç birşey bıraktığınız gibi kalmıyor. Biliyorum herşey illaki değişir ama bu denli boka saracağını hiç düşünmemiştim.

Ayrıca, yalnızlaştırıyorsun beni blogspot.
dahası...


- Ha gayret, aç gözlerini.
- Güneş henüz görünmüyor.
- Biliyorum ama direnmelisin.
- Bu saatte mi?
- Saatin ne önemi var? Nasılsın?
- Bitkin. Sanırım açım, emin değilim.
- Kaldır kafanı!
- Hayır!
- Ömrün boyunca böyle kalamazsın! Diren!
- Neye?
- En azından yüzünü yıka.
- Saat daha çok erken.
- ...
- öğhööö öğhööö sanırım ölüyorum. Benden bu kadar. Göğsüm çok acıyor.
- Buldum. Sıcak ve bol şekerli birşeyler iç. Annen sana ballı şerbet yapardı hatırlar mısın?
- Evet! Tamam kalkıyorum.

Tuvalete doğru birkaç adım.

- Aaah miidem! böğğhhhhgg. Sadece yeşil bir sıvı. Sanırım günlerdir birşey yemiyorum. Ne olabilir bu? Güneş mi çarptı acaba?
- Sanırım öyle.
- Tamam suyu koyuyorum, kapiçunomuz var, bolca da şeker. Ayağa dikilmem lazım. Çok işim var. Yarın yola çıkıyorum. Hasta olarak gitmek istemiyorum.
- Hah şöyle.
- Üşüyorum..
- Şunu iç kendine geleceksin. Hadii.
- Aaah çok şekerli ama işe yarıyor sanırım. Terlemeye bile başladım.
- Çok güzel. Erken kalkmanın nimetlerinden yararlan şimdi de. Önce kendini, sonra eşyalarını en son da bulaşık ve ortalığı toparla. Bunun için yeterince vaktin var.
- Nele'yle görüşmedik.
- Arayacağım demişti, aramadı.
- Öyle. Sanırım herşeye karşı özgüvenim bir toz bulutu gibi dağılmaya başladı.
- Neden?
- Bilmem. Sence neden olabilir?
- İnan bir fikrim yok. Sanırım buralardan bir süre uzaklaşmak iyi gelecek. Bir dahaki dönem için düzgün bir yol haritası çizmem gerekli. Geldiğimde Almancamın içine edilmiş olacak.
- Öyle düşünme, orada da çalışabilirsin Almanca.
- Çalışır mıyım?
- Çalışmalısın.
- Sanırım özgüven eksikliğin enerji eksikliğimden kaynaklanıyor.
- Kesinlikle.
- Düşünsene, Ankara'dayken hiç birşey yapmasam bile sürekli bir enerji patlaması içerisindeydim, moral ve pozitif enerji verebilecek milyon tane insan vardı etrafımda. Burada ise memleketteki insanlara bile ben enerji yolluyrum. Ben de insanım, enerjim sınırlı.
- Biliyorum.
- Sadece biliyorsun zaten. Yardımcı ol!
- Ne yapabilirim? Kendini gayet iyi analiz eden birisin. İyi ve kötü yönlerinle.
- Sanırım hayatımdaki cahil ve negatif insanları çıkararak başlayabilirim işe, yahut onları birazcık değiştirerek. Viyana'da insanların yüzüne gülüp, arkalarından sinir olmaktan bıktım. Çaresiz gibi hep aynı insanların kıçının dibinden ayrılmamaktan.
- Ayrıca sanırım insanları tanıdıkça çok farklı idealler görüyorsun, kafan allak bullak olmuş durumda.
- Haklısın.
- Eee 2. bardakta bitti sayılır, daha iyi misin?
- Sanırım.
- Bi gayretle kalkıp bavulunu yerleştirmeye ne dersin?
- Başka çarem yok sanırım.
- Hadi bakalım.
- Teşekkürler, sen de olmasan..
- Ben hep buradayım, ihtiyacın olduğunda sadece danışman yeterli. Toparlan artık. Yarın son hazırlıklarını yapıyor olacaksın.
- Tamam.
dahası...


Şu an bunları size ölüm döşeğimden bildiriyorum. Sanırım pek bir vaktim kalmadı. 2 gündür ölümü bekleyen hasta modunda kafamı yastıktan kaldırmadan yatıyorum, sonrasında "ha gayret" diyerek biraz kendime gelmek için dikiliyorum ama nafile.

Herşey bundan 2 gün önce arkadaşın "iş var çalışır mısın? Ev taşıyacağız." demesiyle başladı. Tamam dememin ardından 6 saat geçti ve taşıyacağımız evin önündeydik. Sevimli Avusturya2lı bir müzisyen ve eşi. Eşi hamileymiş, o yüzden daha geniş bir eve taşınıyorlardı. Herşey tamam. Ev 2. katta, asansör yok tabii ki. Eşya taşımasanız bile orayı 50 kez inip çıksanız haliniz kalmaz. Bunu eşyalarla yaptık. Tamam çok fazla eşya yoktu ancak o kadar fazla koli vardı ki ve hepsi de kitap ve cd, eşek ölüsü gibilerdi. Tamam güç bela ne varsa arabaya yükledik, sıra bunları indirmeye geldi. Ben yapabileceğimden kuşkuluydum ancak bir gazla o da bitti. Buraya kadar herşey normal dimi? Spor olarak sadece klavyede yazı yazan ya da arada bir bisiklete binen biris için 5 saat boyunca bişeyi indirip kaldırmak nasıl bir iştir tahmin edebiliyor musun? Hiç sanmıyorum. Çok temiz 50 kaat para aldık 5 saat çalışmadan ama akşamına artık bitmiş bir insandım. Eve geldiğimde saat 7 falandı sanırım ve yatağa nasıl devrildiğimi hatırlamıyorum. Gece acıdan ağlayacaktım artık, çok çaresiz hissediyordum.

Ertesi günde ise artık adım atmak, kolu kıpırdatmak imkansız hale gelmişti. Ama yapılması gereken işlerim vardı, pazartesi dönüyorum memlekete ve hala evi bok götürüyor misal. Telefonla ilgili yapmam gerekenler var ve vücudum beyinden gelen hiç bir dalgaya itaat etmiyor. Msnde anneden birkaç öğüt aldık. Bişeyler atıştırıp ağrı kesici yuttum, azıcık kesilir gibiydi ama hala kımıldamak imkansız. Buradan 5-6 bilemedin 7 km bir yere gitmem gerekli. Ya metro kartı alıp metroyla gidecektim ya da her zamanki yöntemle yani bisiklet. Annemin tavsiyesi bisiklet yönünde oldu, bana da mantıklı geldi. Hareket edersem açılırdı bacaklar. Atladım bisiklete, başladım pedalı çevirmeye. Önceleri çok ızdıraplı olsa da sonradan alıştı bacak, gidiyodum yani yavaş yavaş. Gitmem gereken yerlere uğradım ardından bir arakdaşı aradım ve onunla çikolata alışverişine çıkmaya karar verdik. Mariahilfer, Karlsplatz, Museumsquartier falan filan, halim olmamasına rağmen devam ediyoruz. En son Schwedenplatz'dan abur cubur yüklenip Stadtpark'ta soluğu aldık. Buradakilere festival yapmak için mazerete sebep yokmuş onu anladım. Su festivali varmış Stadtpark'ta. Biz gittiğimizde sound check yapıyorlardı. Deli bir teyze kahkaha ata ata bir aşşa bi yukarı yürüyordu, nasıl imrendim teyzeye. Sanırım hala delirmek ideallerimden birisi. Sonra o teyze junkylerin yanına gitti onlarla takılmaya devam etti. Bi aile geldi tam önümüze onlar da çocuklarıyla oynuyorlardı. En fazla 3 yaşında falan olan bi kızla babasının oyununu görmeniz gerekirdi. Çocuk olmakta çok güzel şey diye geçirdim içimden.

Marilyn Manson ve David Lynch'in sergisine de gittik. Manson'ın resim yaptığını zaten biliyodum, bi kça resmini de internette görmüştüm zaten ama yakından görmek ayrı bir havaymış. Genelde sulu boya ile yapıyor resimlerini. David Lynch ise 3 adet kısa film ile katılmış Manson'ın sergisine. Ama filmler de pek bir feciydi kardeşim. Manyak mısın deli misin nesin?

Dönüş yolunda bisikletle gelecektim lakin bisikletin koltuğu arıza vermeye başlayınca yolculuk çekilmez hale geldi. İnan o yorgunluk, heryerin ağrıması, ve de bozuk bir koltuk hepsinin bir araya gelmesi bir insanı canından bezdirmeye yeter de artar bile sanırım.

Bugün taşıma işinin üstünden 2 gün geçti ama hala heryerim ağrıyor, başım dönüyor, halsizim, gereksiz terlemelerim, burun akıntım, balgam ve göğüs ağrım var. Sanırım buraya kadar. Memleketi son bir kez daha göremeden buralarda ölüp kalacağım sanırım. Cesedimi götürün lan, buralarda bırakmayın.
dahası...


İnsanlara tahammülüm giderek azalıyor. Önceleri ne kadar da sakin ve sabırlı bir adamdım halbuki. Neyin beni bu hale getirdiği hakkında pek bir fikrim yok. Sanırım artık beni anlamayan insanlara kendimi anlatmaktan yoruluyorum. Anlamayan insanlara birşeyi 3. kez anlatırken yoruluyorum. Cahil insanları artık cehaletinden kurtarmaya uğraşmıyorum. Yanlış bilgiler duyunca sadece gülüyorum. Saçma fikirlere bile "he" diyorum, nası biliyosanız öyle olsun, araştırmayın. Burnunuzun dikine gidin. Öğrenmeyin. Öğrenseniz de birşey değişmeyecek zaten. Gereksiz insanları bünyem kaldırmıyor artık. "Ne olursan ol, gel" diyebiliyordum önceden. Şu anda "git" diyorum. Tamamen çığrımdan çıkmadan bir yardım. Noolur. Esra. Bunu kaçıncı kez yaptım bilmiyorum ama yine muhabbetin ortasında başka bir işim çıkmasından ötürü yarım bıraktım konuşmamızı. Ne kadar da iyi geliyorsun oysa bünyeye. Seninle muhabbet eden birisinin suratının asılması olanaksız gibi. Burada senin gibi, Anıl, Gizem, Çağla, Dilek, Laz, Kençal, Erhan vs gibi arkadaşlarımın olmasını o kadar çok isterdim ki.

Canımı da sıkan bu aslen. O günlerin geride kaldığını bilmek. Her devrim sancılıdır. Kendi devrimim içerisindeyim, çok sancılı, aklın almaz.

Bu arada teşekkürler Esra, emesene tam vaktinde yetiştin, seviyorum seni ^_^
dahası...


Şu anda yapması en zor şeylerden birisi buraya yazı yazmak sanırım. Üşengeçlik abidesi durumuma geri döndüm. Halbuki ne güzel geçiyordu dün günüm. Her ne kadar dün de zor olsa da..

Viyana'da yaşamak zor derken acaba dünkü durumumuzdan ötürü mü dediler diye epey kafa yordum. Uzun süreli ev hapsinden sonra gözü karartıp bisikletlerle şehir meydanına inmeye karar verdik. Marilyn Manson'ın sergisi vardı onu görecektik bi de gitmişken hem Stephansplatz'da falan gezeriz dedik ya da Kunsthalle'de pinekleriz falan. Sonra sergiden sonraki planların pek hoş olmadığını anladık. Öncelikle aşırı nem ve sıcaktan dolayı kıçımızdan ter geldi Museumsquartier'a varana kadar. Varmamız da pek iç açıcı olmadı. Birbirinden taş giyinmemiş ablalar karşıladı bizi şehir meydanında. Gerçekten çok zor. Gözlerimiz artık etrafta çirkin arar oldu. olabildiğince kafamızı öne eğip etrafla ilgilenmemeye çalışsakta pek başarılı olamadık. Zaten Manson'ın sergisini de bulamadık. En iyisi Dom'un oralra gidip kalabalığa karışmak. Yİne iyi bir fikir değil. Giyinmemiş ablalar buralarda da varlar. Çok zor! Sanırım zor olan yalnızlık. Sevişmek çok güzel bişey olmasına rağmen sevişememek bi o kadar koyuyor. Bu satırlardan abaza bir insan olduğumu da çıkarabilirsiniz. Bazı literatürlerde bunun karşılığı abazalık olarak geçebilir, doğrudur ama benimki abazalıktan ziyade sevgi açlığı.

Almancayı tam oturtamadığım için özgüvenim de yitiyor ufaktan. Toparlanmam lazım. Buraya gelen insanın ya Almancası yeterince güçlü olmalı ya da yalnız gelmemeli. Yalnızlık başa beal burada.

Bir de dil kursu her ne kadar insanlarla kaynaşmak için ideal bir yer gibi olsa da genelde kaynaştığın yine kendi memleketinden insanlar oluyor. Herkes kendi muhitiyle birlikte hep. Ex-Yugo'lar birbirleriyle, Türkler keza, ve diğer Asya ve Afrika insanları. Yani kursta öyle "ohoo çok uluslararası bir ortam oluşacak, ortamın mına koyacam" falan diye düşünen varsa hayal kırıklığına uğrar muhtemelen. Çevrenizi ya dışarıda pubda, sokakta edinebilirsiniz (ki ben Nele ve Adel ile sokakta tanıştım, şu anda en çok görüştüğüm yabancı arkadaşlarım onlar).

Buraya gelmeyi planlayan sevgili okuyucu arkadaşlarım, nasıl hayallerle geliyorsunuz bilmiyorum ama çooook fazla beklentiyle gelirseniz hayal kırıklığına uğrarsınız. Ben gelirken zerre birşey beklemiyordum o yüzden rahatım :) ve bir an önce şu Almancayı öğrenmeyi istiyorum. Hayat daha bir güzel olacak ondan sonra. Ve ayrıca buradaki insanlar Türkiye'dekilere hiç benzemiyorlar, kültür farkı derler ya ondan işte. Bir süre sonra bu kültüre alışıp, Almancayı da hallettikten sonra daha yaşanası bir yer halini alacak buralar. Bir de sevgili gerekli tabii.
dahası...


Göbeğim açıkta kalmış sabah, güneş göbeğime vurunca uyandım. Ali'yi havaalanına uğurlayacaktık. Ben anlamıyorum abi, eskort gibi mi görünüyoruz karşıdan bakınca? Daha bikaç gün önce oda arkadaşımı da biz götürdük havalanına. Bunlar çişten çıktıktan sonra bizi çağırırlar bu gidişle "Bilooo bittiiii". Bazen insanlar iyi niyetimi kötüye kullanıyorlarmış gibi geliyor. Zaten sıcak anasını satayım, hergün banyo yapıyorum! Bak bu son cümlem çok önemli. Valla her gün banyok yapıyorum. Ben! Neyse..

Sabah dediğim gibi güneşin göbeğime vurmasıyla uyandım. Kahrolsun güneş!! Sonra Ali kapıyı çaldı. Arkadaşı arabayla gelecekti bizi havaalanına götürmek için. Eğer araba olmasa havaalanına Landstrasse/Wien Mitte'den 1.8€ verip s-bahn ile yaklaşık 30 dakkada gidiyorsunuz ya da isterseniz CAT diye bi tren daha var (City Airport Train) o da 16 dk'da varıyor ama onun fiyatı 8€ ayrıca son olarak VOR diye bi tren çeşidi var o da 3.60 € ama farkı ne bilmiyorum, biraz daha yeni bir tren heralde. Neyse bu trenlerden herhangi birisine bindiğinizde havalanına varıyorsunuz ve direkt havaalanının içinde iniyorsunuz. Birkaç kat yukarı çıktıktan sonra ister maiknalardan (THY ve benzeri Türkiye'ye giden havayolu şirketlerinin o makinalardan check-in'i yok) isterseniz geleneksel yöntemlerden check-in yapabiliyorsunuz. Sonrasında uçağı beklemek için en uygun yer üst kattaki kafeteryamsı yer olsa gerek. Camdan kalkan uçaları izlemek gerçekten eğlenceli.

Ama bizde araba vardı ve olmaz olaydı! Spor model tek kapı bir araba. Arkadaki camı çok dar bir açıyla aşağıya doğru iniyor. Mübaala yok, benim gibi 174 (göz rengim kahverengi, saçlarım kumrala benzer siyah, göbekliyim, ilgilenen kızlar için mail adresim bears...) bi adam bile sığamadı oraya, iki büklüm o kadar yolu çektik. Bu da yetmezmiş gibi onca güneşi yedik ve komboyu tamamlayan ağır apaçi müzikleri oldu. Nasıl zor şartlar altında yolculuk yaptığımızı "bu kız çok tatlı çünkü Tokatlı" ya da ona benzer bir müziği duyunca farkettim. Size tasvirim ise inanın çok zor olur.

Eve geldiğimde gerçekten intiharın eşiğindeydim. Tüm yaşam enerjim çekildi resmen. Bünyedeki ağır apaçi sendrom ve zehrini atmak için Tool ve Pink Floyd enjekte ettim ama sadece bir nebze faydası dokunabildi. Düşündükçe hala tüylerim ürperiyor!!
dahası...


22 Aralık 2012. İple çekiyorum resmen bu tarihi. Neden? Foton çağına girecekmişiz. Epey okudum, araştırdım, imkansız gibi görünüyor. İnsan ırkının tekrardan yükselişe geçmesi olarak ta adlandırılıyor bu çağ. Yaklaşık 2000 yıl kadar sürecekmiş. Saygıdeğer Esra arkadaşımızın internetten derlediği bilgilerden bir demet sunayım sizlere;

Yüksek enerjili fotonlardan oluşan büyük bir kuşak. 2012 yılında güneş sistemimiz tüm gezegenleri ile birlikte bu kuşağa girdiğinde dünyamızın ozon deliği onarılacak ve tüm yaşam 3. boyuttan 5. boyuta geçecek. İnsanların 2 sarmallı DNA'ları ikişerli olarak biraraya gelip 12 sarmallı bir DNA'ya sahip olacaklar. Bu olay sırasında tüm insanların chakra'ları açılacak ve duyuları ve algılamaları artacak. Herkes birbirinin düşüncesini okuyabilecek. Bu ilk önce kısa süren bir kaosa neden olacak fakat daha sonra herkes bir düşünce birliği halinde bir araya gelerek, önyargının, yalanın ve kötü düşüncelerin olmadığı bir ortama geçilecek. İnsanlar birbirinin auralarını görebilecekler. 12 sarmallı DNA'ya geçiş sonrası insanlarda hiçbir hastalık kalmayacak, hasta olanlar kendilerini ve birbirlerini iyileştirebilecekler.

İnsanlar ölümsüz olacaklar. Ölüm olayı ise fiziksel dünya'da kalmaktan vazgeçip başka bir boyuta geçmeye karar verme şeklinde olacak. Yani, dünya'da geri kalanlar (kalmayı seçenler) ölmeye (başka boyut gitmeye) karar verenlerin ortadan bir anda kaybolduğunu görecekler. Fiziksel dünyamızda kalmayı seçen insanların ışık bedenleri olacak ve bu cennete benzeyen ışıklı dünyada çok güzel vakit geçirecekler. Fiziksel olarak 2000 yıl sürecek olan bu olay sonrasında foton kuşağı güneş sistemimizi terkedecek.

İnanması gerçekten çok güç farkındayım ama gerçek olmasını ummaktan başka yapabileceğim birşey yok şu anda. Ancak bu foton kuşağına giriş öyle birden bire "hoop girdik" şeklinde olmayacak kanımca ve biraz sancılı bir dönemden geçeceğiz. Bak o da şu şekilde açıklanmış;

1. gün: 21 Aralık 2012'de kör bölgeye giriş, tüm canlıların beden tipinin değişmesi, hiçbir elektrik aygıtının çalışmaması, tam karanlık
2. gün
: Atmosfer basıncının düşmesi, herkesin kendisini şişmiş hissetmesi, Güneş'in yeterli ısıtamaması, dünya ikliminin soğuması (buzul çağı soğuğu)
3.-4. gün
: Atmosferin şafak vakti gibi sönük bir ışıkla aydınlanması, foton etkisinin başlaması, foton enerjili aygıtların çalışabilir hale geçmesi, yıldızların yeniden gökyüzünde belirmeleri.
5.-6. gün
: 24 saatlik gündüz devresine giriş, kör bölgeden çıkıp ana foton kuşağına giriş, tüm canlıların güçlenip zindeleşmeleri, dünya ikliminin ısınması, foton ışınıyla çalışan gemilerin uzayda yolculuk yapmaya başlaması, telepati, telekinezi gibi psişik yeteneklerin ortaya çıkışı (uyanış, süperbilinç).

Bu yazdıklarım fantazi kurgu hikayelerden alınma değil kesinlikle. Kendiniz de biraz araştırmayla edinebileceğiniz bilimsel bilgiler. Ayrıca sadece bilimsel bir açıklamayla kalmayıp bu bilgileri Maya'ların takvim bilgilerine ve hatta ilahi kitaplara da dayandırıyorlar.

Merakla bekliyoruz azizim. Belki ben bile refaha kavuşurum, kim bilir.
dahası...


Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi. ..
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar... olduğunu
öğrendim.


Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu.. .
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Mevlana Celaleddin Rumi

*İslamiyetten nefret etmiyorsam bu adam sayesindedir. Mükemmel bi adam.
dahası...


19.06.2010 Yer: 1. Viyana Ring caddesi.
Birbirinden kopuk gençlere yolda tesadüfen rasladık. Sokakta bildiğin rave partisi yapılıyordu. Uyuşturucunun ve alkolün bini bir para. Ama çok iyiydi ya, ömrümde gördüğüm en güzel kızları bir araya toplamışlar. Rasta olmayanlar da katılamıyor gibiydi korteje. Sizinle de paylaşmak istedim, buyrun buradan yakın;

Önce biraz foto. Bu kız çok tatlıydı :)


Bunlar da videolar.

dahası...


"Bir zamanlar" diye başlayan bi yazı yazmak istemişimdir hep, bak bugün yazıyorum. Bir zamanlar (4 yıl kadar falan önce) Bi kız arkadaşım vardı benim. Evet kız arkadaşım vardı o zamanlar hem de uzun soluklu derler ya hani yıllarca falan sürer, öyleydi. Yekünde 2 yıl civarında bir süre beraberdik. Öyle ayrılıp barışanlardan da değil ha bi kere ayrılmıştık o da 1-2 hafta falan sürmüştü. Sanırım fazla uyumlu insanım. "Normal" diye nitelendirilen insanların bu kadar süre katlanamayacağı bir insandı kendileri.

İlişkimiz süresince hemen her gün "senin için yaşıyorum" derdi, "sen olmadan yaşayamam". Ben de karşılık olarak en mutlu anımızda bile "bir gün ben gidicem, bu kadar alıştırma kendini bana. Senden ya ayrılıcam, diyelim ayrılmadım ölümlü dünya, bi gün ölücem" derdim. Ayrılma olasılığımın üstüne her defasında vurgu yaptım ama anlamadı, anlamak istemedi. "Sensiz yaşayamam"lı cümleler kurdu yine. Gün geldi ayrıldık, evet ben önerdim ayrılmayı. Hem de doğum gününde ve ertesi gün Fransızca hazırlığı bitirme sınavı varken. Doğum gününe de katıldım evet. Ve evet o sınavdan kaldı. Üzüldüm mü? Zerre umrumda değildi, insan sevgilisiyle olan hayatı ve kendi diğer hayatını ayırabilmeli. İlk günümüzden beri aynı şeyi vurguladım.

Böyle ilişkilerde kimse birbirini bir kalıba sokmaya çalışmamalı. Herkesin zaten hali hazırda hayatları var, diğeri sonradan dahil oluyor ve o dahil olanın da kendi hayatı oralarda bir yerde halen akıyor. İşte bu dengeyi oturtamayıp sadece sevgilisiyle hayatı var sanan insanlardan sonraları hep koşarak uzaklaştım. Sadece kendi ilişkilerimde değil, bu şekilde ilişkisi olan eşten dosttan da kaçtım.

Niye yazdım bunu? O arkadaşımız sonradan bi kaç kişi daha buldu ve "onlar için yaşamaya" devam etti. Her sevgilisine aynısı dedi, "ben bugüne kadar hiç aşık olmamışım meğersem" ve emsali sözcükler. Komik oluyosunuz lan :D Harbiden bak. Bırakın elalem için yaşamayı, kendi hayatınız neyinize yetmiyor? Hem sonradan göt olabilirsiniz yav. Büyük konuşmamak gerek. Kendinizi sevin, kendiniz için yaşayın. Yalnızsınız be bu hayatta. Kaldı ki elin oğlu/kızı olmadan yaşayamamak ta ne demek? Anasız babasız yaşayacaksın ilerde, sevgili falan ne ayak? Ben yine kızmışım :)

Dediğim gibi, kendinizi sevin, kendiniz için yaşayın. Ömrünüz kısıtlı!
dahası...


Hiç utanmam gün bile sayarım. Son 26 gün ulan! Bundan sonra hep böyle mi olacak artık? 2 ay kalcam arkadaşların, ailenin yanında sonra 8 ay kadar buralarda. aralarda gel git falan. Zor lan. Zor olan ayrılmak değil, alışma süreci. "Her devrim sancılıdır" derler, bu da benim devrimim. Sıfırdan hayat kuruyorum.

Siyah beyaz fotoğrafları sevmiyorum. İstediği kadar mükemmel olsun bana hitap etmiyor arkadaş. Fotoğraf dediğin renkli çekilir. Bi de siyah beyaz fotoğraf çekmesi genelde kolaya kaçmak için kullanılır bence. Tüm kusurları örter, tonları birbirine yaklaştırır ve dolayısıyla en olmayacak renkleri yan yana koyarsın gibi geliyor bana. Mesela sırf sepya ya da siyah beyaz olduğu için beğenilen fotolar biliyorum ya da sadece S&B ya da sepyayı dayayıp, fotoğrafın altına da "falanca fotografi" yazınca kendini fotoğrafçı oldum sanan insanlar biliyorum. Lan fotoğraflarınızın bi çoğunda (ya da hepsinde) kompozisyon yok, objer yerleşimleri, ışık vs hiç biri doğru yerde değil ulan! S&B/Sepya fotoğraf çekmeden önce gidin onlara çalışın, her S&B/Sepya çeken "sanatsal" fotoğraf çekmiş olmaz!! (Çok dolmuşum ya, bunu burdan haykırmam lazımdı)

Bu ara "züğürtlük nedir bilmek istiyorum" diyen varsa aranızda, kapımı çalması kafidir. Züğürtlüğümü, saçlarımın kel olmasından daha fazla yadırgamıyorum. Fazla kanıksadım bu durumumu. İnan kel olmayı o kadar kanıksayamadım daha. Acaba para yönünden hiç derdim olmasa nolurdu diye düşünüyorum arada, sonra endişeleniyorum. Lan olm para derdim de olmasa bende dert kalmaz sonra kafayı yerim, öyle ufak tefek şeyler arada acıtsın canı, lazımdır.

Feysbukta bir çok mezun fotoğrafı görür oldum. Mesela bazı kızlar vardır mutlaka dikkatinizi çeker. Ömrü boyunca hep pantolon giyer ya da uzun etekler falan bişeyler bişeyler ama mezuniyete gelince genelde işler değişiyor sanki. "Ohaa İpek'in bacakları varmış lan!" diyosunuz mezuniyette. O değil de Bilkent'te dirsek dirseğe ders gördüğüm arkadaşların alayı mezun olmuş lan. Kep falan atmışlar, yerden o kepleri toplamışlar. İçim burulmadı değil, yalan yok ama bi taraftan da "koy götüne" diyorum. Nasılsa bir gün öğrencilik hayatım bitecek ve tebdili kıyafete gireceğim, acelem yok.

Venedik güzel yer ama çok sıcak. Bi tane ağaç yok nerdeyse meydanda. Zaten meydan dediğin bi adadan oluşuyor, her yer adacık adacık. Gondolla bile gezdim. İlginç lan, kendimi romantik bile hissettim gondolla gezerken. Hard Rock kafeleri de var bi de en sevdiğim yanı saat 2-3 gibi meydandaki mazgal gibi yerlerden su gelmeye başlıyor ve ufak ufak toplanıyor o sular. Ardından saat 9-10 gibi (akşam) meydanın hepsini dize kadar su basıyor. Herkes ayakkabıları çıkarıp meydanda o şekilde dolaşıyor. Süper fikir. Ben de istiyorum! Ankara'ya da yapsınlar.
dahası...


Yok hayır düzeldim artık, serzeniş yapmayacağım bu sefer. Hatta ertelediğim Dortmund maceramı bile yazabilirim, o kadar iyiyim. Sadece yapmam gereken bikaç ödevi ertelemiş bulunmaktayım onun huzursuzluğu var üstümde, onları da hallettikten sonra nirvanaya ulaşmış olacağım. Aa harbiden anlatayım mı lan otostop yolculuğumuzu? Zaten gün gün günce tutmuştum, hatırlamam o kadar zor olmayacak.

İlk olarak kararlaştırdığımız üzre 12.05.10'da sabah 6 gibi Hütteldorf'a mevzilendik. Önce birer sandviç aldık, bi tane de sigara. Yanımızda tütün getirmiştik ama yine de aldık bi sigara, son hovardalığımız o olacaktı. Neyse baktık metronun önünde otostoba elverişli biyer yoktu, yürümeye devam. İlginç ilginç köprü altlarından falan geçtikten sonra (bi grafiti vardı çok beğendim al işte bu) Neyse sonra yürüyebileceğimiz yol bitti, otobana daldık. Oradan da bi süre yürüdükten sonra hala elverişli olmadığını farkettik. İnşaattaki insanlara sorduk, biraz ileride bir benzinliği gösterdiler. Benzinliğe vardık başladık otostop çekmeye ama yine pek işe yaramadı. Saat te zaten 11 falan oldu, onca zaman sadece düzgün yolu bulmaya harcadık. Benzinlikte de aradığımızı bulamayınca yürümeye devam ettik, bi süre daha yanlış yerlerde şansımızı denedikten sonra otobana çıkmaya karar verdik. Elimizde sevgili haritamız çıktık otobana, elimizde "Linz" yazılı kartonumuzla. Elimizi kaldırır kaldırmaz bi tane transporter durdu. Çok tatlı bir çift. İsviçrelilermiş. Linz yakınlarında bir yere kadar bıraktılar, yolda bir ara mola da verdiler kahvaltı yapmamışlar. Yanlarındaki kamp malzemelerini çıkarıp anında omlet yaptılar, ister misiniz diye çok ısrar etseler de gerçekten tok idik. Bize süper kahve falan yaptılar. Her neyse kahvaltımızı da hallettikten sonra yola devam ettik. Yaklaşık (kahvaltı da dahil) 1.5-2 saat kadar yol aldık. Sonra bizi bir dinlenme tesisi gibi bi yerde bıraktılar. Bak işte bunlar da o sevimli çiftimiz;
Normal şartlar altında oradan bir araba ayarlamamız gerekiyordu ama biz çok zeki(!) olduğumuzdan dolayı tekrar otobanın yolunu tuttuk ve yaklaşık 10-15 km kadar yürüdük hadi o kadar olmasa da 10 km rahat yürümüşüzdür. Bizi otobanda farkeden Avusturya polisi de bitti tabi yanımızda,
- Napıyosunuz burda?
- (Talha'nın cevabı) Dortmud'a gidiyoruz!
- Otobanda bu şekilde yürüyemezsiniz, telhlikeli ve yasak!
- Peki ne yapmalıyız?
- Benzinliklerden falan deneyin, burada yapamazsınız.
- Peki bizi en yakın benzinliğe bırakır mısınız?
- Gelin.

O benzinlikteki otostop denelerimiz: Sağolsun 10-15 km ileride büyük bir tır parkına bıraktı, eğer bir daha otobanda görürse kafa başı 36€ ceza yazacağını da söyledi. Biz de oraya kadar ki durumumuzu konuşmak ve biraz dinlenmek için oturduk çimlere; Sonra bi tane 34 plaka tır gördük, ona sorduk ama elimiz boş döndük. Sonra dolanırken otostopçu bi elemana daha rasladık. Acayip neşeli sevimli bi adam, Slovakya'dan çıkmış o da yola, Almanya'ya gidiyormuş. Onunla biraz muhabbetin ardından bi otostopçuya daha rasladık, o da Viyana'dan çıkmış yola, aynı okuldaymışız meğerse. Onunla da ayak üstü muhabbetin ardından mevzilenip başladık otostoba. Bizim elemanlar buldular, bindiler gittiler. Biz hala bekliyoruz. En son 2 tane daha 34 plaka tır gördük, gittik konuştuk saolsunlar sınıra kadar atalım sizi dediler. Ertesi gün tatil olduğundan tırlar hareket edemeyecekmiş belli bir saatten sonra. Neyse sınıra varmadan hemen önce benzin almak için durduk, adamlar kahve ısmarladı. Bulgar göçmenleriymiş. Kahveleri de içtikten sonra sınıra geldik, tırdan indik. Ortalıkta dolanıyoruz. Çok fazla tır var, hemen hepsi Türk. Bi tane Hakkarili abi bulduk, bolca belden aşağı muhabbet ettik.

Ya o gece orada kalacaktık ya da gidebildiğimiz yere kadar gidip geceyi olabildiğince uzakta geçirecektik. 2. şıkkı seçtik. Polonyalı bi abi kamyonu çalıştırdı, gittik çaldık kapısını. İlk sorumuz "ingilizce biliyor musun?" oluyor zaten. İngilizce bilmesine sevindik, atlayın dedi o da. Atladık, süper bi adam. Gidene kadar herşeyden muhabbet ettik. Artık hepimizin gözler kapanıyordu bi benzinliğe çekti, dinlenme tesisi olan. Passau ve Nürnberg'i geçmiştik, Wurzburg'a 40 km kala bi yerdeydik. Bak bu da Polonya'lı amca, biraz karanlık ama iş görür;

Saat 00.30. Bu saatte otostop olmaz dediysem de dinletemedim Talha'ya. Ben kafamı koydum kafeteryadaki masalara, uyudum. O hala "ben araba bulcam!" diye dolanıyordu ortalıkta. Sabah 6 gibi bir gündür bişey yemediğimizi farkederek kahvaltı yapmaya karar verdik. Kahvaltının ardından tekrar otostop denemeleri. Bir müddet denedik, 3-5 saat kadar. Bikaç tane durdu ama istediğimiz tarafa gitmiyordu. İllki Dortmund'a varmamız gerekli idi.

Bi ara artık bıkmaya başlamıştık ki Talha gidip bi araca daha sordu. Adam Düsseldorf'a gidiyordu. Şık giyimli gençten bi adam. "Atlayın" dedi. İşte o an dünyanın en mutlu insanlarıydık heralde. Bi an arka koltuğa dönüp baktığımda Talha çoktan kaymıştı, ben de almancamı son sınırlarına kadar zorlayarak adamla muhabbet etmeye devam ettim. sonrasında abimiz "uyu sen de, ben yaklaşınca uyandırırım" dediğinde ağzımdan sadece "wricklich?" (Harbi mi?) kelimesi çıkabildi. Sonrasında huzurlu bir şekilde yumdum gözlerimi. Radyoda çok hoş chillout şarkılar, bilmem kaç şeritli Almanya otobanı, BMW model araba ve rahat bir uyku! Daha ne isteyebilir ki bir insanoğlu?

Abimiz yolunu değiştirip bi 80-100 km daha giderek bizi Dortmund'a 40 km bi yerde büyük bir dinlenme tesisinde bıraktı. İnan o an zafer kazanmış gibiydik. Daha önce bizi görüp almayan bazı araçlara rasladık, suratlarına karşı sigaramızı üfledik gururlu bir şekilde.

Artık son 40 km'yi yürüsek bile aşardık ama gerek kalmadı. 1 saat dolmadan bir tane Alman çocuk aldı bizi arabasına. İşim gücüm yok, bırakırım gideceğiniz yere kadar dedi. Süper! Navigasyonu pek iyi değildi ama Dortmund'un içini bulana kadar canımız çıktı. Her neyse, sora sora Bağdat bulunurmuş. En sonunda Dortmund'un içinde bir yerlerde indik, taksici Türk abilerden birisi bizi hauptbahnofa attı ve Burakları beklemeye başladık.

Kısa bir bekleyişin ardından Burak ve Gizem kapıda belirdiler, işte o an "bitti" dedim, evet başardık! Zeynep'in eve giderken sadece birkaç anımızı anlattık, hepsini tüketmedik. Çünkü evde Zeynep ve Nil hikayeyi dinlemek için sabırsızlanıyorlarmış. 10 numara kahvaltının ardından olanı biteni gülüşerek anlattık. Sanki olanlar başıma gelmemiş gibiydi anlatırken, dışarıdan izliyordum o sıra kendimi.

Bu kadar. Bundan gerisi de gezip tozmaca işte. 8 günlük Almanya maceramızda NRW (Nordrhein Westfallen) eyaletinin hepsini gezdik heralde. Bundan gerisi de başka bir hikayeye giriyor.
dahası...


Çok radikal kararlar alasım geliyor böyle ara ara, sonra geçiyor tabi. Mesela interneti kapatayım diyorum, gerçi Türkiye'ye dönünce istemesem de kapatacak gibiyim Google bile yasaklı. Her neyse konumuz bu değil. Mesela en basitinden feysbuğu kapasam çok büyük bi zaman yaratabilirim kendime ancak bu boşluğu doldurmak için çaba harcamam gerek. Çok fazla şey öğrenebilirim ama aynı zamanda cahil kalmak için de büyük çaba harcıyorum. Ne çelişkili adamım ben ya. Ama mantıklı bi çelişki bu. Öğrenmek istediklerim genelde yetenekle ilgili şeyler cahil kalmak istediğim nokta ise güncel konular, politika falan.

Sonra mesela vejeteryan olasım geliyor. Et yemeği çok çok severim ama hayvanları yemek pek hoş gelmiyor bana, gittikçe soğuyorum zaten et yemeklerinden. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyebilirisn ama öyle kardeşim, fazla çelişkili insanım ben, elden bişey gelmiyor.

Bazen de böyle herşeyden geçip bi köye falan yerleşsem diyorum. Okulu falan bırakayım, bi karavan alayım, domates biber yetiştireyim, ekin ekip kaldırayım, gazete bile okumayayım, tv olmasın, sadece merak ettiğim konularda kitaplarım olsun.

Aborjinlere falan katılayım diyorum bazen de. Neden olmasın? Çükümü sallaya sallaya dolanırım ortalıkta, bumerangla kuş avlarım (muhtemelen kıyamam onlara, ben çalgıcılık bölümünde yer alır, toplayıcılıkla karnımı doyururum), didgeridoo falan çalayım ortalıkta, boyayayım vücudumu.

Yahu bi insan olarak tarihler boyu sadece karnımızı doyurmak için yaşamışız şimdi neden daha pahalı kıyafetler, son teknoloji ürünleri ve lüks satın almak için yaşıyoruz? Sorgulayın lan kendinizi! Şu kısacık ömrünüzde tek yapmanız gereken uslu uslu oynayıp karnınızı doyurmak dahasına neden ihtiyaç duyasınız? Bu şekilde yaşayan bir topluluk varsa haber edin, nüfusumu oraya aldırcam!
dahası...


Ne yazcam ki ben şimdi? Tüm zıtlıkları içimde barındırıyorum bu ara. Yazacak çok şeyim var aslında ama yazmaya da değer görmüyorum hiç birini. Keyifsizim genele bakacak olursak ancak her günüm keyifli geçiyor, çok yoğunum mesela ama hiç birşey de yapmıyorum. Bu örnekleri uzatabilirim.

Animelerle çok içiçeyim bu ara. Ömrümde yaptığım anime muhabbetinin misli misli fazlasını bu hafta yaptım, hayatım Japon pop kültürü oldu.

Bu ara beni hem rahatlatıp hem de sıkıntıya sokan düşüncelerden birisi ise eve dönmeye 1 ay kalması. Harbi 1 ay sonra tam tadında olacak buradan ayrılma vakti.

Ne zaman sokağa çıksam çarşı iznine çıkmış er ve erbaş gibiyim. Abi yazın gelmesiyle burada kışlıkları bırak, tüm kıyafetler rafa kalktı sanırım. İnsanlar giyinmeyi reddediyorlar. Şehrin orta yerinde (yani parklarda falan) bikinisini kapan güneşleniyor, üstsüz falan. O zaman sevişecek kimsen olmamasının zorluğunu daha bir hissediyorsun, iliklerine kadar.

Rivayetlere göre 2. sınavdan da yüksek not almışım, pek emin değilim.

Şu an önünde durduğum ekrandan insanları seyretmek çok ilginç. Hani böyle sanal gibi, nasıl desem aslında arkadaşın ama yediği her boktan haberin oluyor ama sanki gerçek değilmiş gibi, sanki o da sanal geziyormuş gibi, 3 boyutlu yaşam yokmuş gibi, gibi işte. Her neyse.

Son sıralar dibi olmayan bir kuyuya salınır vaziyette düşer gibiyim, herşey hızla akıyor ve sonu yokmuş gibi. Dibe vurmayı bile iple çekiyorum, en azından belirsizlik kalkar ortadan.

Sabah yatıp akşam kalkmaktan da bıktım lan!

Bu ara genel bi bıkkınlığım var zaten, kesin bu dengesiz havalardan ötürü. İnsanı da dengesiz yapıyor bu memleketin havası.

Biraz enerji verin/gönderin lan, çok ihtiyacım var. Tükenmiş halimle bile hala sağa sola pozitif enerji dağıtmaktan perişan oldum.
dahası...



İki gündür "miskinlik nedir?"in cevabı olma görevini üstlenmiş vaziyette odanın içerisinde hiç bir şey yapmadan dolanıyorum. Feysbuk sayfasını yenile, emesene giren var mı bak, tütün sar, tütün iç, oturur vaziyetten yatar vaziyete geç, müzik dinle, film izle, evin ve kendinin pis olmasına serzeniş et, yüksek sesle kendi kendine konuş, kahkahalarla kendi esprilerine gül vs vs.

Şöyle bir bakıyorum, şu blog meretine pekte dişe dokunur şeyler yazmamışım, sadece Nele'ye olan aşkım. O da Cedric ile Chen gibi zaten, kendi kendime "23 yaşındaysanız ve aşıksanız hayat gerçekten güzel" deyip uykuya dalıyorum. Aşklarım bile hala çocukça, büyümeyi reddeden bir bünyem var. Bu yaşında hala bir kariyer, ticaret falan filan yerine sokakta oynamak, oyuncak satın almak, gezmek, bisiklete binmek gibi uğraşları hayal eden bir ademoğlundan da büyümüş olması beklenemez sanırım.

Ayaklarım yere basmıyor hala. İyi bir insan olup şirinleri görme ümidiyle yaşayan birisiyim ben. Evet. İyi bir insan olmanın yarattığı küçük bir dalganın tüm insanlığa etki edebileceğine inanan bir bireyim. Ertesi günün neler getireceğini düşünmeden günlerini harcayan, Lidyalı icadı değiş-tokuş maddesine hiç tamah etmeyen ve bu yüzden sıklıkla aç kalan sorumsuzun tekiyim. Sorumsuz dediysem o kadar da değilim aslında. Belli başlı sorumlulukları kendime sorumluluk olarak alıp, geri kalanına sadece arap kızı gibi pencereden bakıyorum.

Ama hayaller yaş ile ters orantılıymış sanırım. Önceleri bir rock yıldızı olmayı bile düşlüyordum. Şu anda da "neden olmasın?" dediğim oluyor ancak sadece zayıf bir ihtimal olarak kalıyor. Ama bunun yanında daha gerçekleşebilir hayalleri kovalamaya başlıyorsunuz. Örnekleyerek açıklayacak olursak; 23 yaşında sağlıklı bir gencim - tamam biraz kıllı, göbekli, kel ve sırt ağrıları çeken birisi olabilirim - buna rağmen hala aklımda çalışmakla ilgili ufacık bir olumlu düşünce geçmiyor. Tek hayalim hayatımı ağustos böceği gibi geçirmek (size bir de gereksiz bir bilgi vereyim: Ağustos böceği dünyaya gelmeden önce 12 yıl boyunca toprakta yetişirmiş, yani kuluçka süresini toprak altında 12 yıl olarak geçirirmiş. Sonra yer yüzüne çıktığında eş bulmak için sadece bir ayı olurmuş. Ağustos! Ve bu ay boyunca güzel şarkılar söyleyip dişiyi etkilemeli ki çoğalabilsin. Şimdi elinizi vicdanınıza koyup düşünün adam 12 yıl boyunca bu anın gelmesini beklemiş ve sadece bir ayı var, aynısı başınıza gelse siz çalışır mıydınız? Hiç sanmıyorum. Benimki de öyle işte. Doğmadan önce sonsuz bir zaman dilimi bekledim ben ve şu anda önümde sadece "bir ömürlük" vaktim var. Çalışmalı mıyım? Sanmıyorum :). İnsanlığa faydalı olmak gibi hedeflerim de yok. Altı milyar insan var çevrede, bıraktım onlara. Onlar halletsin canım, herşeye ben koşturacak değilim. Kendime ve ufak bir kitle olan çevreme faydalı olayım bana yeter. Aslına bakarsanız herkes aynı düşüncede olsa, kendine ve etrafına faydası dokunsa ve bunu diğer başka kimseyi üzmeden, ezmeden yapsa dünya daha yaşanır bir hal alır.

Aah ah insanlar şu gereksiz hırslarını bir kenara koysalar ya da bu hırslarını daha zengin olmaktan ziyade daha bilgili olmaya harcasalar hayat ne kadar da yaşanır bir yer olurdu değil mi? Yeşili sevip, ağacı korusalar mesela!?

Neyse al sana bir tane daha amaçsız bir yazı.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.