Ne kadar çok kıyafetimiz var değil mi? Bir çoğunu indirimlerden topladık mutlaka ya da sezonda paraya kıyıp aldık. Hepsi yepyeni, afilli. Ya da eşiniz dostunuz hediye etti, manevi değeri büyük yahut benim gibi genelde gidip 2. el alıp eski yaşanmışlıklarına bir anlam yüklüyoruz. Bir diğeri eskimeden ya modeline, ya rengine ya da fiyatına aldanıp bir yenisini alıyoruz. Sonra dolabımızda giymeyeceğimiz ya da birkaç kez giyip unuttuğumuz kıyafetlerimiz yüzü koyun bir şekilde yatıyorlar.

Şimdi size "gereksiz kıyafet almayın, Afrika'da giyemeyen insanlar var" muhabbeti çevirmeyeceğim, hele ki "bunların hepsi kapitalizmin oyunu" şeklinde bir nutuk da çekmeyeceğim. Tek merak ettiğim kıyafet denen kavram olmasaydı işlerin nasıl olacağı sorusunun cevabı. "Olur mu öyle şey, insanız biz, tarihten beridir kıyafetimiz var" demeden önce sadece bir düşünün, kıyafetsiz bir yaşam nasıl olurdu diye. Aslına bakarsanız nüdizmi savunuyorum içten içe ama toplum gerekliliklerinden dolayı da örtünmem gerekiyor.

Kıyafet benim nazarımda kibirdir. Evet evet kibir. İnsanoğlunun %98'i giydiği kıyafeti örtünmekten ziyade gösteriş, daha güzel görünme amacıyla giyiyor. Şimdi bu konuda anlaştığımızı var sayıyorum, ben de o yüzden giyiniyorum çünkü. 

"Gelelim kıyafet olmasaydı nasıl olurdu?"nun cevabına. Her şey daha yalın olurdu bence. Birbirimize bakarken "ne giymiş?" diye baştan aşağı süzmezdik insanları, ayakkabısı bizimkinden pahalı diye eksikli hissetmezdik. İş görüşmesine gideceğiz mesela,  pahalı takımlar almak zorunda kalmazdık. Kendimizi yâre beğendireceğiz diye saatlerce kıyafet seçmez, yenisini almazdık. Toplum içinde yer edinmek ya da daha üst mevkilere erişmek için ambalaj değiştirmezdik. "Biz" olurduk. Tamamen kendimiz. Yalın halde. Birbirimizin gözlerine bakardık. Ambalajdan karakter tahlili yapmazdık. 

Karşı ya da hemcinslerimize de ilgimiz kıyafetle orantılı gitmezdi. Mini etek ya da vücut hatlarını belli eden kıyafet giyen insanları sadece kıyafetlerinden dolayı beğenmezdik. Libidomuz bu denli artmazdı seksi kıyafetler giyen insanları gördüğümüz gibi. Önce tanırdık birbirimizi, kıyafetlere aldanmadan. Gözümüz göğüs dekoltesine takılmazdı muhabbet ederken, odaklanıp dinlerdik insanların ağzından çıkan her cümleyi. Belki de anlaşmazlıklar daha kolay çözülürdü kıyafet olmasa. Bir insana kıyafetine göre insan muamelesi yapmazdık belki, kim bilir. Ne bileyim belki de hiçbir şey değişmezdi yalnız benim inancım kıyafet olmasaydı her şeyin daha güzel olabileceğinden yana, sence?

Hadi kıyafet denen olguyu çıkardınız, ne diye erkeğe pantolon zorunluluğu getirdiniz? Bence etek erkek elbisesi olarak evrilmeliydi! Bizim yumurtalarımız dışarıda, pantolon rahatsız ediyor!
dahası...


"Kendini değersiz hissettiğinde, kendini değil, çevreni değiştir" diye bir cümle okudum bir zamanlar, akla yatkındı. Hemen herkesin aklına yatar ama uygulamaya koyan çok az kişi olur. Aynı çevreyle lanet ede ede, onlara söve söve devam eder yaşamına insanlar. Yüzüne gülüp arkasından konuşarak, yüzünü görmeye, muhabbetini çekmeye tahammül edemeden sürdürür ilişkisini. Belki çıkarı vardır, belki kendine yediremez, belki de o hayatından çıkaramadığı insan için üzülür vs. ama çıkarmaz hayatından. Bir çoğunun kan bağı da yoktur, yine de sanki mecburmuş gibi katlanır, kendini değiştirmeye çalışır.

Çevre değiştirmekten neden korkar insanlar? Yeni birisine alışmak, tanımak o kadar zor mudur? Ya da değiştirmeyi düşündüğü çevreyi bırakmak ihanet midir? Şu üç günlük hayatta, ona buna söverek, huzurlu olmadan yaşamaya çalışmak, "insanlar ne der?" diye kaygılanmak nasıl bir yaşam biçimidir? Misal; sürekli görüştü çevreyi artık sevmiyor insanlar ama yeni bir çevre edinip o çevreyi geride bırakmıyorlar, sadece söylenerek devam ediyor o sevmediği çevrede yaşamını sürdürmeye. Bir süre sonra olmadığı bir insan olmaya başlayınca, bunun ayırdına varabiliyorsa "ne yapıyorum ben?" demeye başlıyor insanlar.

Ne yapıyorsunuz siz? Çevrenize kendinizi kabul ettirmek için kendinizden ödün vermeniz doğru mu sizce insanlar? Olmadığın bir insana dönüşmek, kendini değiştirmek çevre değiştirmekten daha mı ahlâklı bir davranış? Daha mı kolay yoksa? Neyden korkuyorsunuz insanlar? Görüşmek istemediğiniz insanlara "lütfen siktir git!" diyemeyecek kadar aciz misiniz? Ne sevdiğinizi ne sevmediğinizi birbirinize söylüyorsunuz, bu kadar zor mu insanlar? İnsan olmanın gerektirdiklerinden olmalı hisleri rahatça dile getirmek.

"Sen yine neyin ahkâmını kesiyorsun?" diyen çatlak sesler çıkacaktır arada, diyorum ki ben artık çevremi sevmiyorum, aranızdan bir çoğuna artık katlanamıyorum, sevmiyorum sizi insanlar. Size göre kendimi yontmaya çalışmaktan, olmadığım bir insana dönüşmeye çalışmaktan yıldım. Beni ben olduğum için kabul etmediğiniz sürece de sizinle görüşmeyi reddedeceğim. Artık kendimi değil, çevremi değiştiriyorum.

Bazen de farkıma varılsın diye gidiyorum, kıymetim anlaşılsın diye. Daha önce birkaç kez yaptım, çevremi tamamen değiştirdiğimde ya da çevremi terk eylediğimde kıymetimin farkına varılıyor, o yüzden de gidiyorum bazı bazı. Kıymetimin farkına varılmıyorsa zaten o çevre için kıymetli olmadığım anlaşılır, gitmek için geç bile kalınmıştır o vakit.

"Kıymetimin farkına varılsın diye gidiyorum" cümlesini kibrimden söylediğimi düşünmeyin. Bu sadece benim için geçerli değil, herkes değerlidir, değersiz tek bir canlı yok. Sadece her insanın değer kıstası farklıdır o yüzden değerli ya da değersiz olarak değerlendirir insanlar birbirini.Ben değerliyim, bunun farkındayım, bu farkındalığım azaldığı için gidiyorum, farkına varın diye gidiyorum. Sizin değerinizin de farkına varılmıyorsa gidin, öylece dağınık bırakıp gidin.

İnsanlar azizim, ne kadar ilginçler değil mi? Ben mi? Yok canım, ben kendimi anormal sanırdım, bildiğin düz, sıradan, normal bir adammışım.

dahası...


"Alo, n'aber baba?"
"İyidir evlat, senden n'aber?"
"İyi benden de. Ne diyeceğim baba; Şimdi ben burada okumaya devam edersem en az 3-4 yılım hatta belki daha da fazla. Önümü de göremiyorum burada, haybeye gün tüketiyorum. Diyorum ki, gelsem ben oraya, orada devam etsem eğitimime, ne dersin?"
"Para pul yüzünden ise onu hallederiz, onun için geliyorsan hiç gelme!"
"Hayır baba ya, ben de çalışıyorum zaten, kendi paramı kazanmaya başladım. Ben burada hiç huzurlu değilim. Dediğim gibi okul ilerlemiyor zaten, bir de sizi çok özlüyorum. Saksı gibi hissediyorum kendimi burada, öylece oturuyorum. Ayrıca ben ileride burada yaşamak istemiyorum, dolayısıyla öğrendiğim peyzaj, bitki, toprak, iklim buranın şartları ve oraya döndüğümde hiç bir işime yaramayacak. Yani buranın diploması pek iş yapmayacak orada. Bir de dediğim gibi mutlu da değilim burada. Gelsem yine beraber proje yürütsek, orada okusam?"
"Mutlu değilim orada diyorsun."
"Evet baba ya!"
"Gel o zaman, nasıl istersen koçum. Sen de ki ben Mozambik'te mutlu olacağım, oraya göndeririz, Amerika de oraya. Her zaman, tüm kararlarında arkandayız."
"Ona şüphem yok zaten, çok teşekkür ederim. Hem beraber çalışırız yine eskisi gibi."
"O da çok iyi olur, bunaldım iyice! Yetişemiyorum işlere. İş bölümü yaparız, sen, ben, Behlül."
"Tabi! Hep birlikte çalışınca altından kalkarız evelAllah."
"Çok iyi olur. O zaman sen işlerini hallet, dönüş tarihini söyle, bilet işine bakalım."
"Tamamdır baba, çok teşekkür ederim tekrar."
"Ben teşekkür ederim oğlum, görüşmek üzre."

*8 yıldır okuyorum ve bu 3. okul değiştirişim olacak, 3. şehir ve arada ülke değiştirme mevzuları da var. Buna rağmen hala aynı anlayışı sürdüren babama büyük bir alkış, Allah'ım ben de böyle bir adam olabileyim! İdolümsün baba.
dahası...


Denize olan ilgisizliğim düzgün bir vücudum olmamasından diye düşündüm hep, doğru olma ihtimali de oldukça yüksek yalnız bir ihtimal daha var bugün aklıma gelen, ne mi?

Yirmi dört yaşımın yarısından fazlasını bitirdim, yirmi beş yaşımın dolmasına yaklaşık dört ay var ve ben kendimi bildim bileli aşık olurum. Ayran gönüllü değilim, aşık olunca öyle ölesiye falan oluyor ve bir sonuca bağlamadan da geçmiyor, başkasına da yönelmiyorum. En azından şimdiye kadar öyle oldu.

Ve bu gönül meselelerimde de karekterimi oluşturan anti sıradanlık hakimdi. Dibine kadar yaşadım kimi sevdiysem. Kâh çocuk aklımla şiirler yazdım, kâh gecenin bir yarısı kek yapıp kapısına dayandım, kâh imkanlarımı zorlayıp şehir değiştirdim vs. Hep şaşırtmaya çalıştım sevdiğimi. Başarılı olduğum zamanlar da oldu, çuvalladığım zamanlar da.

Gelelim deniz meselesine. Ben şimdiye kadar hiç mavi gözlü birine vurulmadım. İlginç değil mi? Hiç karşıma aşık olacağım mavi gözlü birisi çıkmadı. İş bu yüzden sanırım denizin karşısına geçip o gözleri ararcasına uzun uzun denizin maviliğine bakmadım ya da göremediğim zamanlarda avunmak için denize sığınmadım. Yani deniz kimseyi getirmedi aklıma benim, kimsenin gözü gözümde canlanmadı denize bakınca. Dolayısıyla deniz hiç bir zaman etkilemedi beni o kadar.

Yeşil etkiledi beni hep, kahverengi. Orman yani, doğa. Annem yeşil gözlüdür ve her erkek çocuğu gibi tanıdığım ilk kadın olmasından kaynaklı ilk aşktır anne. Onu mu aradım acaba ormanlardaki yeşilde. Doğanın etkileyiciliği annemin gözlerinden mi gelir acaba? Yani insanların denize baktığında hissettiklerini, ben ormanlara baktığımda hissediyorum ya da en azından onların bahsettikleri hisleri.

Ormanlardaki kahverengilikler ise şimdiye kadar kapıldığım kızları çağrıştırıyor olabilir diye düşündüm bir de. Ne de olsa beyin bu, nereden neyi çağrıştıracağı belli olmaz. Saçmalıyor olabilirim ancak doğru olma olasılığı üzerinde duruyorum şu an.

Kim bilir, belki bir gün mavi gözlü bir sevgilim olur, karım olur, kızım olur, o zaman deniz tutkum başlar.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.