- Alo, naber baba?
- İyidir koçum senden n'aber?
- İyi baba biliyorsun işte, aynı.
- Biliyorum bunaldın sen de. Maddi konular bana ait, onları takma kafana. Okul ne alemde okul?
- Okul kör topal ya baba. O kadar iç açıcı değil, çok kötü de değil.
- Ne zaman bitirip dönüyorsun?
- Zaman vermek zor baba, tam rayına oturtamadım, otursun o zaman netleşir.
- Oralara ne için gittiğini unutma evlat. Biz her zaman seninleyiz, bunu biliyorsun.
- Biliyorum baba, eksik olmayın.
- Tamam evlat, sen hiç bir şeye canını sıkma. Okul olayına da takma. Toparlarsın. Sınavları da veremeyebilirsin, dönemin de uzayabilir, senen de. Hatta okulu bile bırakıpta, başaramayıpta gelebilirsin. Hiç önemli değil. Tabi gönül ister oradan diplomayla dönmen ama siktir et, hiç bir şey senden önemli değil. Sen derslerine çalış, olmazsa da olmaz. Çaresiz değilsin hiç bir zaman. İstediğin zaman en baştan başlarız.
- Çok teşekkür ederim baba itimat ve özverin için.
- Ne demek oğlum. Var mı başka bir isteğin.
- Canınızın sağlığı, senin?
- Yok, sen keyfini kaçırma yeter. Hadi hoşçakal, öperim gözlerinden.
- Ben de ellerinden öperim, hoşçakal.
- İyi geceler.

Babamla olan güzel diyalogları bu seride sürdürmeyi düşünüyorum. Bu bugünkü telefon görüşmemizden. Şeker gibi adam, sevilmesin de ne olsun!
dahası...


"Bilal Emre Arslan, 6. kyu!" demesinin ardından diğer aikidoka (aikido öğrencileri)lardan bir alkış yükseldi.

Sınava giren 8 öğrenciydik. 4'ü 6. kyu (yani başlangıç seviyesi), 2'si 4. kyu, 2 tane de 1. kyu sınavına girenler vardı. 1. kyu sınavına girenlerden birisi geçemedi, diğer herkes geçti. Yalnız o görsel şöleni, kendi imtihanımı, öncesini, sonrasını dile getirmem çok zor. Bizimkiler biraz sönük kaldı üst düzeylerin sınavlarının yanında. Sadece tek bir hareketi unuttum o da Tachi Waza Katate Dori Ai Hamni Iriminage, onu da hemen toparlayıp yaptım sonrasında. Sensei tek tek hareketleri sayıyor, sen de ona göre tek tek rakibine uyguluyorsun. Dediğim gibi, üst düzeylerin sınavlarını da izledik ve inanılmaz bir görsel şölendi.

1. kyu sınavı inanılmaz! 30-40 tane farklı hareketten sonra bıçak ve sopa saldırılarına karşı taktikleri de sergilediler. Sonrasında ise sensei japonca bir şey söyledi ve 3 sempai (üst dönem öğrenci) ayağa kalkıp sınav olana dalmaya başladı. Önce sırayla gerçekleştirdikleri saldırılarını senseinin elini çırpıp "hep beraber" demesinin ardından diğerinin saldırısı bitmeden gerçekleştirmeye başladılar ve sınavı geçebilen aikidoka hepsini savuşturdu, hepsini yere yığdı.

Sınav soruları bunlardı. Artık neredeyse hepsini ezbere ve refleks olarak yapabiliyorum.


Önümüzdeki dönem de devam edeceğim. Bakarsın USI'de rock'n roll dansına da kayıt olurum. Japonca kursuna da gitmeyi planlıyorum. Önümüzdeki dönem için plan çok. Buhranımı da epey attım üstümden. Yarın son kalan pürüzü temizledikten sonra bambaşka bir insan olma yolunda ilerleyeceğim. Aslına bakarsan kendim olma yolunda desem daha mantıklı. Neyse ilginizi çekerse oradaki hareketlerin bir çoğu da şurada;

dahası...


- Sıkıntılarından daha hızlı koşabilenleri,
- Bunaltılarıyla karşılaşınca telefonunda mesaj okuyormuş gibi yapıp, yön değiştirebilenleri,
- Dertlerini görmezden gelebilenleri,
- Üzüntülerine sadece ayak üstü selam verip, "hadi görüşürüz" deyip yoluna devam edebilenleri,
- Sorumluluklarına "derdin ne oğlum senin?" deyip, karşısına alıp konuşabilenleri,
- Mükellefi oldukları yapılacaklar listesine "gel bi' dakka konuşcaz" deyip, kendinden ziyade yapılacaklar listesini tedirgin edebilenleri,
- Tasalarıyla birlikte denize açılıp, onları orada boğup, kendi boğulmadan karaya ulaşabilenleri,

kıskanıyorum. Nasıl yapıyorsunuz lan? bana da öğretin. Çok ihtiyacım var!
dahası...


Peyzaj mimarlığı. 2004'ten beri bu yola baş koydum adeta. "Hakkımda" kısmında da belirttiğim gibi yıllardır okuyup bir arpa boyu yol alamıyorum diye düşünüyorum ancak tekrar dönüp baktığımda kazandıklarımın kaybettiklerimden epeyce fazla olduğunun farkına varıyorum.

5 yıl Bilkent'te resmen çırpındım. Maddi imkansızlıktan terk eylemek zorunda kaldım orayı. Alternatif olarak da Viyana'yı buldum. Aslına bakarsan Bilkent'e yaklaşımım; "Param yokken sen beni istemezsen, param varken de ben seni istemiyorum" şeklindeydi. Maddi durumumu toparlamama rağmen Bilkent'te eğitim görmeye devam etmek istemedim. O kadar bıktırmıştı ki beni, oranın dışında her yer olurdu. Sütçü İmam'da su ürünleri bile okurdum, o derece. Ama şükür ki ona gerek kalmadan daha iyi bir seçenek bulmuştum.

İlk senem buranın dilini öğrenmekle geçti. Lay lay lom bir şekilde almanca sınavlarını veriyordum. Dil öğrenmeyi sevince (her ne kadar almancayı öğrenmeyi o kadar sevmesem de) iki dönemde sıkıntı yaratmadan tamamladım dil öğrenme aşamasını. Sonrasında farkettim ki bize öğretilen dil, okulda ya da sokakta çok işine yaramayan bir dil imiş. İşte işler kötüye gitmeye orada başladı. Her ne kadar elimdeki belge B 2-2 seviyesinde almanca bildiğimi gösterse de okula başladığımda A 1-1'e geri dönmüştüm. Her şeye en baştan çalışmaya başladım. İnadım kurusun, pes etmek yerine üstüne gitmeye başladım. Üstüne gittikçe ilerleyeceğine olduğu yerde saymaya başladı. Tamam düzenli ve etkili çalışmamamın bunda etkisi yadsınamaz ancak o inadı hala koruyorum.

Okulun üstüne daha fazla düştükçe farkettim ki BOKU ihtiyaçlarımı çok da karşılayan bir okul değildi. Elbette Viyana'da gördüğüm ortam ve atmosfer olarak en mükemmel okul (diğer üniversitelerle kıyaslayınca) lakin benim olmak istediğim peyzaj mimarı bu değil! Ziraat mühendisi yetiştirir gibi eğitim veriyorlar. Ben daha çok tasarım yapacağız diye düşünürken önümüze dayadılar bitkiyi, doğa korumayı, çevre temizliğini, biyolojiyi. Ben biyolojiyi oldum olası sevmem zaten.

Hem evimin okula olan uzaklığı, hem bu düşünceler, hem de okulda yabancı öğrenci hiç olmayışı (çünkü yerliler aralarında konuşurken kendi ağızlarıyla konuşuyorlar ve dillerini sonradan öğrenen birisi için muhabbetleri yakalamak zor oluyor. Şey gibi düşünün türkçeyi sonradan öğrenen birisi Ege'de, Güney Doğu'da ya da Karadeniz'de sadece o bölgenin insanının okuduğu bir okulda okumaya çalışıyor. Herkes kendi bölgesinin ağzı ile konuşunca da anlamaz haliyle) beni okuldan git gide uzaklaştıran şeyler.

İş bu yüzden okulumu değiştirmeye karar verdim. TU Wien'e gitmeyi planlıyorum. Kesinlikle buradaki derslerden kaçmak değil amacım. Orası da üniversite ve orada da ağır dersler var. Hiç bir üniversite kolay değildir, çalışmadığın sürece. O okuldaki bölümde biyolojiden çok tasarım olması beni oraya çeken.

Okul mevzusu öyle işte, şimdilik fikir olarak dursa da aklımda, en yakın zamanda uygulamaya koyacağım. Aslında gelmek istediğim mevzu yıllardır okuyup da hala kendimi kaybetmişten çok kazanmış gibi hissetmemdi. Tekrar okul değiştirmeyi düşünüyorum ve bambaşka bilgiler ile yükleneceğim bu sefer. Belki yine vakit kaybedeceğim ama hep klişe kişisel gelişim lafı olan "mutluluk/başarı vardığın durak değildir, yolculukta geçirdiğin süreçtir"e inandım.

Belki ileride para etmeyecek bu fikrim. "Boşa" harcanan vakit olacak bu günlerim ama hepimizin derdi bir şekilde hayatta kalmak değil mi? Karnımızı ve ailemizi doyuracak kadar para kazanmak. Belki biraz da lükslerimizi karşılamak. Tamam onu her türlü karşılarım. Ben yaptığım işi hakkıyla yapmayacaksam, hergün poflayarak işe gideceksem, zorunluluk gibi yapacaksam mesleğimi ve haz almayacaksam ne anlamı kaldı? Başka yollardan da para kazanabilirim eğer amaç sadece para kazanmak ise. Para kazanmaktan daha farklı hırslarım var ve bu yüzden hala ısrarla eğitim görüyorum.

Elimde henüz bir şeyler başardığımı kanıtlayan kağıtlardan (diploma, sertifika vs.) olmasa da hatta hiç bir zaman elde etmesem de başardığıma önce kendim ikna olmalıyım. Elimde destelerce kağıt olsa ve o kağıtlar benim başardığımı gösterse ikna olur muyum sanıyorsun? Yanılıyorsun. Kendi içimde o hazzı yaşamadıktan sonra, başardığıma ikna olmadıktan sonra istedikleri kadar kağıt versinler. İstediğim kadar okul bitireyim, istedikleri kadar etiket yapıştırsınlar üstüme mimar, doç. prof. vs. onlar sadece etiket olarak kalır ve ben tatminsiz olarak yaşamıma devam eder, içime sinmeyen bir şekilde para kazanırım.

Bunca yıllık eğitim sürecimde hiç bir kağıt elde edemedim ancak çok değerli bilgiler, ufuklar, insanlar ve idealler kazandım. Bu sürecin daimi destekçisi aileme de sonsuz şükranlarımı sunuyorum. Arslan ailesinin resmi eğitim sponsoru babama ise özverisinden ötürü ayrıca teşekkür ediyorum. Bir gün bu başarılarımı kağıtlar ile de taçlandıracağım, bana güvenmeye devam edin.
dahası...


Ben size hiç aikidoyu anlatmadım değil mi? Gerçi şurada biraz değinmişim ama bu sadece aikido hakkında bir yazı olsun istedim. Vikipedi'de şöyle açıklamışlar;


Aikidō (Japonca: 合気道) bir "Modern Japon savaş sanatı" (Japonca: 現代武道 Gendai Budō) dır.Japonya'daki diğer savaş sanatları gibi aikido sadece kendini korumak için değil aynı zamanda ruhsal gelişim için de bir öğretidir.
Aikido adı üç kanji'den oluşmaktadır:
  • 合 ai (birleşme, uyum)
  • 気 ki (veya çi)(yaşam gücü, ruh)
  • 道 dō (yol)
Bir bütün olarak da anlamı "Yaşam Gücü İle Bütünleşme Yolu"dur. Aikidonun felsefesi insanın kendi yaşam gücünü geliştirmekten ibarettir. Yaşam gücünü geliştirmek ama kazanım ile veya yenilgi ile bağlanmamaktır. Aikido öğrencilerine aikidoka denir.
Dahası için bkz: Aikido.

Bu da üstad Morihei Ueshiba. 

Tamam bu bilgileri verdikten sonra artık kendi deneyimlerimle aikidoyu anlatma vakti gelmiştir. Aikido ile ilk kez Bilkent'te okuduğum sıralarda tanıştım. Aslına bakarsanız Japonya aşkı ile epeydir yanıp tutuşuyodum, hal böyle olunca Japonya ile ilgili ne varsa araştırmıştım ve aikido hem bana hem de düşünceme en çok uyan spordu (aslına bakarsanız sumo güreşi daha çok ilgimi çekiyor ama onun için ufak yaştan beri eğitim almam, o felsefede yetişmem, o yeme içme düzeninde beslenmem lazımdı, neyse. Olur da bir gün Japonya'ya gidersem mutlaka canlı izleyeceğim). O sıralarda uygun fiyata dönemlik kurslar vardı, aikidoya da orada başladım. Muhterem ile beraber başlamıştık ama nedendir bilinmez 2 ay sonra ayağımız kesildi kurstan. Ancak aklımda sürekli tekrar başlamak vardı. Burada (Viyana) da yine neredeyse bedavaya USI (Universität Sport Institute)'de kursların olduğunu öğrendiğimde tekrar başlama vaktinin geldiğini anladım. Buradaki 4. dönemime kadar aksattım başlamayı. Bir şekilde (tembellikten) kaçırdım hep kurs kayıt tarihlerini. Ekimden beri de düzenli(!) olarak gidiyorum. Aksattığım zamanlar çok oldu ama genel olarak kopmadım aikidodan. Ne zaman kurstan gelsem bir yerlerim ağrıyordu. Ham olan vücut ile çalışmak gerçekten zor ama aldığım hazzın üstüne o yorgunluk hiç bir zaman koymadı. 

Haftaya cumartesi (28 ocak) 6. kyu sınavım var. Aikidoda kuşak yok, onun yerine kademe anlatmak için kyular var. Yetişkinler 6. kyudan başlıyor, yukarıya doğru tırmanıyor. 1. kyu olmak kafadan 5-6 yıl belki daha fazla tecrübe gerektiriyor, ha deyince, hareketleri öğrenip kyu atlayamıyorsun. Hele ki danlara başladıktan sonra epeyce vakit geçmesi gerekiyor. Sadece hareketleri öğrenmek kâfi değil sanırım, o disiplini de oturtman lazım kendinde.

Bir de baktım da üst kyuların hepsi (sensei, sempailer) hep neşeli adamlar. Rahat, sakin, güler yüzlü, sevecen. Resmen aikidoyu yaşamlarına katmışlar. Çünkü aikidoda da kesinlikle zor kullanmak yok, güç harcamak yok, hırçınlık yok, saldırmak zaten yok. Sadece sana yapılan hamleleri vücudunu kullanarak - bak vücut diyorum, el koldan ziyade vücudunu kullanman önemli - savuşturmak, rakibini etkisiz hale getirmek. Rahat olmak birinci kural! Kesinlikle kasmayacaksın kendini (ben daha oturtamadım onu). 

Benim de en büyük isteğim vücudumdan ziyade ruhumu eğitmek. Henüz kendime o disiplini sağlamış değilim, oturmaya başladıktan sonra hayatım ve ruhum da düzene girer diye ümit ediyorum. Hatta bir taraftan da yogaya falan mı başlasam? Hem vücudum esner, hem de belki ruhsal disiplinime katkısı olur. Önce vücudu eğitelim, sonra tembelliği atalım bünyeden, ardından gelir o ruhsal disiplin. Yalnız aikido resmen neşe katıyor günüme! Bundan sonra aksatmadan devam etsem benden keyiflisi olmaz herhalde. 

Her şey mükemmel, gidip geliyoruz kursa, hoca süper, kafa dengi falan. Beraber çalıştığımız arkadaşlar da bir o kadar kafa dengi vs. Beni oradan tek yıldıran dedeler oluyor. Sadece dedeler de değil, herkes. Arkadaş soyunma salonunda herkes afedersin dal taşak dolaşıyor etrafta. Duşa anadan üryan gidiyorlar, duşta ne perde ne kabin hiç bir şey yok. Herkes yan yana yıkanıyor. Donunu sıyıran dolaşıyor etrafta. Hiç de yadırgamıyor kimse kimseyi. Bizim kültürümüze ters hacı. Viyana'nın hiç bir yerinde pisuvarlar arasında set de yok. Kardeş kardeş işiyoruz. Bu yüzden hiç bir zaman duş almıyorum spor sonrası. Anca eve gelince. Bir de kafamda sürekli çalan şu melodi! Durduramıyorum. 

Neyse aikido aşkı herşeyi yener. 


dahası...


Hiç kaybetmeden kazananınız var mı?
Hiç hata yapmadan sonuca ulaşan?
Hiç yanılmayan?
Hiç pişman olmayan?
Kalbi hiç kırılmadan aşkı bulan?
Hiç başarısız olmadan başarıyı yakalayan?
Hiç üzülmeden mutlu olan?
O zaman yazık size. Elinizdekinin ne kadar kıymetli olduğunun farkına kaybetmeden varamayacaksınız.

dahası...


Evet biliyorum yıllardır ülkemde adalet yok,
Evet biliyorum yıllardır insanlar sefalet çekiyor,
Evet biliyorum uzaktaki dostlara her gün yeni bir bomba daha atılıyor,
Evet biliyorum her saniye birileri susuzluktan ölüyor,
Evet biliyorum menfaat uğruna insanlar birbirine kıyıyor,
Evet biliyorum ırkçılık yüzünden bir kısım insanlar 2. sınıf insan muamelesi görüyor,
Evet biliyorum dünyada aşkının karşılığını bulamayanlar var,
Evet biliyorum sokakta uyumak zorunda olan evsizler var,
Evet biliyorum bodrum katlarda 15-20 saat çalıştırılan çocuklar var,
Evet biliyorum bu satırları yazarken bir yerlerde bir kadın, bir çocuk, bir canlı tecavüze uğruyor,
Evet biliyorum bir çok insan tedavisi olmayan hastalıklarla uğraşıyor,
Evet biliyorum bu gece de bir çok aile aç uyuyor,
Evet biliyorum borçlarını ödeyemediğinden dolayı intihar eden insanlar var,
Evet biliyorum töre cinayetleri var,
Evet biliyorum sevdiği insanlardan ayrı, bir daha göremeyecek insanlar var,
Evet biliyorum kutuplarda sevimli hayvanların kafalarına vurarak öldürüyorlar,
Evet biliyorum uyuşturucu bağımlıları her gün doz artırıyorlar, taa ki altın vuruşa kadar,
Evet biliyorum derdini paylaşabileceği ailesi ve arkadaşları olmayanlar var,
Evet biliyorum sığınacak bir tanrısı bile olmayanlar var,
Evet biliyorum kolu bacağı olmayan insanlar var,
Evet biliyorum umudu bile olmayan insanlar var,
Evet biliyorum kapitalizm uğruna hektarlarca ormanlar katlediliyor,
Evet biliyorum hepsini biliyorum. Onlar bile hala hayata tutunurlarken, onlar bile hala gülümseyebilirken, onlar bile hala başına gelenleri dünyanın sonu haline getirmezken sen sadece bir sınavdan kaldın diye dünyanı karartabiliyorsun sayın yufkayüreklikelgöbekli? Telafisi varken üstelik, başka seçeneklerin varken üstelik, tek yapman gereken kendini toparlayıp 100-200 sayfa yazıyı okumak iken üstelik, geçimini bile ailen sağlıyor ve senin dünya üzerinde tek yapman gereken o yazıları okumak, dersine çalışmak iken üstelik.

Şu halimi babam görse "adam ölüsü mü oğlum sanki? Çalışır bir daha girersin!" derdi. Ben babamı çok özledim, annemi çok özledim, kardeşimi çok özledim, kedimi çok özledim, köpeğimi çok özledim...

Mutlu olmayı seçtiğiniz kadar mutlusunuz!


dahası...


Ergen zamanlarımda en değerli varlığım arkadaşlarımdı. Hala çok değerliler ama her şeyin üstünde bir değerleri vardı. Her şeyden herkesten önce onlar gelirdi. Yere göğe sığmazlardı. Ailemi bile 2. plana atmıştım. Olmazsa olmazlarım arkadaşlarımdı. En büyük aşkım arkadaşlarıma idi. Tüm sevgimi onlara adamıştım.

Akıl biraz ermeye başladıkça ana gibi yar, baba ocağı gibi diyar, kardeş gibi dost olmaz demeye başladım. Arkadaşlarım değerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdi ancak ailenin değerinin farkına varmaya başlamıştım. Olmazsa olmazlarım ailem olmuştu artık. Ailemi 1. plana taşıyabildim nihayetinde. Aşkım ailem olmuştu.

Günler geçtikçe, okudukça, araştırdıkça öğrendikçe insanoğlunun yalnızlığını gördükçe aslında tek başıma olduğumu anlamaya başlıyorum. Yalnızlığın ise tek çözümünün Hakk'a sığınmak olduğunu idrak etmeye başladım. Her ne kadar layığıyla görevlerini yerine getiremesem de asıl yârin, asıl aşkın Yaradan olduğuna ikna ettim kendimi. Ailem, arkadaşlarım değerlerinden hiç bir şey eksilmeden hala hayatımda yer ediyorlar ancak yaşamımda kendime en yakın olarak Allah'ı seçtim. Aşkım Rahman'ımdır.

Huzuru, güveni, mutluluğu, sevinci, neşeyi, tebessümü, aşkı, yarenliği hep metalarda, karşı cinste, ailede, arkadaşta aramamdan mütevellit bir yere geldiğinde tıkandı. Şu anki enerji düşüklüğüm, huzursuzluğum, neşesizliğim hala Hakk'a değil de dünyalık metalara sığınmamdandır, dünyalıklardan medet ummamdandır. İnşallah O'na layık bir kul olurum da aşkına karşılık verebilirim. Zaten karşılığını misli misli alabileceğiniz yegâne aşk O'na duyulan aşktır.

dahası...


Bir parti düzenleyin. Tüm sevdiklerinizi çağırın, çevrenizde kim varsa. Birbirinden alakasız arkadaşlarınız toplansın bir araya. Daha önce birbirini görmeyenler görsün. Birbirleri ile gıyabında tanışanlar bizzat tanışsınlar, sizin anlattığınızdan daha farklı şekilde tanısınlar birbirlerini, kaynaşsınlar. Zaten ortak payda sizsiniz, arkadaşlarınız da aralarında mutlaka ortak payda bulurlar...

Sürekli gittiğiniz bir ortama alakasız birkaç arkadaşınızı davet edin. O ortamdaki insanları onlar da tanısınlar. Muhabbet edip aralarında bağ oluştursunlar. Periyodik olarak gittiğiniz o ortama o alakasız arkadaşlarınızı tekrar çağırın. Ortamınızdaki arkadaş/tanıdıklarınızla onlar da arkadaş olsun...

Sevdiğiniz, vakit geçirmekten keyif aldığınız arkadaşınızı diğer sevdiğiniz arkadaşlarınızla tanıştırmak maksatlı arkadaşlarınızın yanına getirin. Bir şeyler içmeye ya da yemeye davet edin. Laf lafı açsın. Sohbetler koyulaşsın. O sevdiğiniz arkadaşınız diğer sevdiklerinizle de arkadaş olsun...

Hah bunları yaptınız mı? Güzel. Şimdi evinizde oturup sanaldan o tanıştırdığınız arkadaşlarınızın beraber ne kadar güzel vakit geçirdiklerini, ne kadar çok eğlendiklerini, size edilmeyen davetleri, sizden habersiz buluşmalarını, yiyip içtiklerini, ettikleri dansları, yapılan muhabbetleri izleyin. Feysbuktan gittikleri gece kulübünde ettikleri dansın vidyo ve fotoğraflarına bakın. "Falanca etkinliğe katılıyor" bildirimindeki etkinliği düzenleyen arkadaşınızın size davet göndermediğini farkedin. Tivitırda "nasıl da eğlendik hacııı :))))" diye birbirlerini menşınladıklarına tanık olun.

Oldunuz mu? Canınız acıdı mı? Benim acıdı.
dahası...


"Ben hiç mutsuz olmadım" dediğim zamanları hatırlayanlarınız var mı? Bak burada bahsetmişim. Ben kendimi bildim bileli "mutsuzum" demedim, kuyruğu dik tuttum. Neye karşı kime karşı bilinmez. Mutsuzluk zayıflık mıdır o da bilinmez. Ben zayıflık gibi algıladım herhalde yıllarca ya da en azından mutsuz olduğumu dile getirince o mutsuzluk üzerime yapışacakmış gibi.

Aslına bakarsan öyle de olmayabilir. Sabahtan beri "mutsuzum" diyorum. Çok daha iyi hisseder oldum kendimi. Bu aynı bir hastalığı kabul etmek gibi. Tedaviye başlamak için önce o hastalığa yakalandığınızı kabul etmeniz lazım. Sonrasında ise kendinizi muayene edip tedavinize başlayabilirsiniz. Nasıl ki "seviyorum, nefret ediyorum, mutluyum, neşeliyim, üzgünüm, sinirim bozuk, öfkeliyim" diyorsak "mutsuzum" da denilmeli. ki sebeplerini araştırabilesin. "Öfkeliyim" diye yüksek sesle söyleyince sebebini düşünürsün. diğer tüm duygular da aynı şekilde. İşte bu yüzden göğsümü gere gere "mutsuzum" diyorum. Muayeneye de başladım, sonrasında tedavi aşaması.

Söylemekle üstüme yapışacak hali yok mutsuzluğun. Sadece bu ara göremiyorum iyiyi güzeli. Bakış açımı mı değiştirsem? Sevdiğim kadar sevmediğimi de dile getirsem belki bir şeyler değişir. Aslına bakarsan benim mutsuzluğumun temelinde kavrayabildiğim kadarıyla özgüven yetersizliği, kendini değersiz ve külfet hissetme vs var. Hala teşhisi tam koyabilmiş değilim ama bak çözülmeye başladı bile. Bu arada tivitırdan takip ettiğim Onur Gökşen - ki kendisi Dizüstü Edebiyatı yazarlarındandır. Bizim de Renkli Televizyonumuz Vardı isimli mahalle kültürünü anlatan eğlenceli bir kitabı yayımlanmıştır Okuyan Us tarafından ve aynı zamanda Ekşi Sözlük yazarıdır kendisi - 'in bir tiviti vardı, çok sevdim ve sanırım uygulamaya koymak gerekir "kendini değersiz hissediyorsan kendini değil, çevreni değistirmelisin.diye. Kendisi mi yazmış, yoksa alıntı mı yapmış bilemedim ama bence durumu özetleyen bir tümce.

Derin bir nefes alıp durumu toparlama vaktidir.
dahası...


Mutluluk paylaştıkça artar da peki ya mutsuzluk? Paylaştıkça azalır mı mutsuzluk? Mutsuzluk kiminle paylaşılır? Nasıl paylaşılır? Ben sevdiğim kişiyle paylaşmam mutsuzluğumu. Öyle yapınca ya mutsuzluğum ona geçerse. Enerjim yeterince düşük zaten, onunda enerjisini düşürmeyeyim.

Ne yapsak yerine gelir ki bu keyifsizlik (hala mutsuzluk demeyi kendime yediremiyorum)? Sınavlar keyif kaçırıyor, insanlar keyif kaçırıyor, hava keyif kaçırıyor (gerçi kar yağmaya başladı, daha güzel), sorumluluk/sorumsuzluklar keyif kaçırıyor. Aslına bakarsan enerjimin düzeyinden dolayı ne olsa yere seriyor beni. Resmen tutunacak dalım yokmuş gibi hissediyorum. Ailemi görmem lazım artık.

Sadece uzakta olmakla bile çok eksik hissediyorum kendimi, ailesini kaybedenleri düşünemiyorum bile. Daha büyük bir yalnızlık düşünemiyorum. Kardeşsizlikten daha büyük bir arkadaşsızlık da düşünemiyorum. Düşünsenize en yakın arkadaşınıza kardeşim diyorsunuz zaten. Kardeşe nasıl bir duygu beslediğini sen hesap et. Kardeşinin nasıl bir nimet olduğunu var sen hayal et.

Neyse kapanışı da Zardanadam'la yapalım. Rüzgar bana her ne kadar mutlusun dese de hala önümü kaplayan sisi aralayamıyorum.

dahası...


"(...)-İnsanların hakiki hali; Tek ve Yegâne'ye şiddetle ihtiyaç duyması ve O'nu aramasıdır. Rabbimiz bizim böyle olmamızı istiyor. O halde İblis'in yolu hangisiydi ey Mevlâna'm?

- İblisin yoluna bak, iddialarda bulunmaktan başka bir şey göremeyeceksin. Sonra Âdem'in yoluna bak, ihtiyaçlardan baka bir şey göremeyeceksin. Ey İblis! Ne diyorsun? Ben ondan hayırlıyım (Araf/12). Ey Âdem! Ne diyorsun? Rabbimiz! Nefsimize zulmettik (Araf/23) (...)"
(Sinan Yağmur, Aşkın Gözyaşları Hz. Mevlâna. 217)

     Bu dizelerden benim anladığım kibrin İblis'i bu hale getirdiği. O yüzden nerede kibirli birini görsem İblis görmüş gibi tüylerim diken diken oluyor! Enerjimin düşmesi de bundandır.



dahası...


      Gurbetçi nedir ne değildir?


  • Gurbetçi cahildir. Elde olmadan cahildir. İstediği kadar tahsilli olsun yine cahildir. Türkiye gündemini doğru düzgün takip edemez. Her ne kadar internetten, tvden biraz baksa da etrafında gündemi tartışabileceği çok insan olmadığından mütevellit okuduğu, dinlediği, izlediği havadis havada kalır, kısa süre içerisinde unutulur.
  • Gurbetçi yabancıdır. Yukarıda belirttiğim sebepten ötürü memleketinde yabancıdır. Yaşadığı yere de "ben nasılsa Türküm bunları bilmesem de olur" mantığıyla yaklaştığı için yaşadığı yeri de bilmez. Sadece birkaç tane önemli başlıkları bilir, geri kalan gündemden yine uzaktır. Hal böyle olunca hem sılada, hem gurbette yabancıdır gurbetçi. 
  • Gurbetçi milliyetçidir. Kendisine karşı yürütülen milliyetçi tavırlar onu milliyetçi olmaya zorlar. Yerli halkın büyük bir çoğunluğu istihdam, güvenlik vb. konulardan dolayı yabancıları sevmediğinden, tam olarak aralarına dahil etmezler. Mutlaka diyalog içerisindedirler ancak tam olarak kendilerinden biri gibi davranmazlar. Bu da her milletin kendi içinde gruplaşmasına yol açar, kendi milletini kayırmasına yol açar.
  • Gurbetçi gösteriş meraklısıdır. Türkiye'den başka bir yerde yaşadığından ötürü gurbetçiden beklenti fazladır. Daha iyi yaşam standardı, daha özgür(!) yaşam, daha ferah düzen, daha dolgun maaş vs gibi şeylerin sahibi olduğuna inanılan gurbetçilerden ne zaman tatile gelseler süper sonik cihazlar, yeryüzünde başka hiç bir yerde olmayan(!) çikolatalar, pahalı arabalar, çok acayip oyuncaklar(!) beklenir. Bu koşulları yerine getirmeyen gurbetçi hor görülür. Yerine getirirse de görmemiş olarak yaftalanır.
  • Gurbetçi uzaylıdır. Yaşadığı yerin memleketinden hiç bir farkı yoktur ama her zaman uzaylı gibi karşılanır. En ufak detay bile anlattırılır. Yollar, kaldırımlar, marketler, metrolar, gece alemleri, kızların teklif etmesi vs. 
  • Gurbetçi huzursuzdur. Artık gidecek hiçbir yeri kalmamıştır. Geri ülkesine dönemez çünkü rahata alışmıştır. Bulunduğu yerde kalamaz çünkü kültürüne alışamamıştır. Araftaymışçasına ömrünü geçirir. 
  • Gurbetçi kültürsüzdür. Aslında kendi kültürünü yaratmıştır. Taşradan büyük şehre gelen insanların yarattığı arabesk kültür gibi gurbetçinin de kendi arabesk kültürü vardır. Memleketinin kültürünü tamamen yaşayamaz. Bulunduğu yere de ayak uyduramaz ya da bir yere kadar ayak uydurur. Sonunda da kendi alt kültürünü oluşturur.
     Her ne kadar artık bu saydıklarımın bir çoğu seyrelerek bittiyse de hala bir çoğu geçerli. Bunu yazmam bana bile garip geldi ama sanırım beraber yaşadıkça, gurbeti yaşadıkça bunların ayırdına varabiliyorsun. Hayır hala arabesk rap dinlemiyorum, hala kafatasçı milliyetçi değilim, hala ayyıldızlı kolye takmıyorum ama bu söylediklerimi yapanları az çok anlamaya başlıyorum. Muhtemelen yaşamadan kimse farkedemez.

yufkayüreklikelgöbekli Viyana'dan bildirdi.
10.01.2012 - 18:21
dahası...


     Son msn konuşmamız bir word dosyasında kayıtlı halde duruyor, başucu kitabı gibi. Üzerine neredeyse hiç kafa yormadım. Konuştuk ve mevzu öylece kapandı. 6 yılın aşkını zaten o konuşmadan yaklaşık 1 yıl önce bitirmiştim ama yine de haklıydın, kırıntıları kalmıştı, konuşmamız o kırıntıları süpürdü, bitti.
     Hatırlıyorum da çok üzülmüştüm ben o satırları okurken, içim parçalanmıştı resmen. Sonra o keder öfkeye ve nefrete dönüşüyordu ki durumu tekrar gözden geçirdim. Hiçbir şey anlamadım tabii ki yine. Taa ki aynı hatayı tekrarlamaya başlayana kadar. Gönlümü tekrar amaçsızca birisine kaptırana kadar. Aynı hataları tekrar tekrar yapmaya başlamıştım. Yine göz yumdum, yine fazla değer verdim, yine kendimi önemsemeyi/düşünmeyi unuttum. Sonra şu sözlerin aklıma geldi;
   "seni kovalamak istemedim çünkü çıkarım vardı
nedir çıkarım
arada sırada canım sıkıldığında sohbet etmek
sana verebileceğim hiçbişey olmamasına rağmen
sırf bu böyle kalsın diye seni tutuyorum hayatımda
ama bu çok uzun sürdü"
     Aynı yoldan gidiyordum yine, farkına bile varmadan. Karşımdaki de seninle aynı düşünceyle sürdürdü benimle ilişkisini. Ancak bu sefer kaynama noktam 6 yıl değildi. Olayın cereyan etmesinin üçüncü ayında seninle olan süreç aklıma geldi, işte o zaman anladım neler demek istediğini, neden öyle konuştuğunu. Sonra onu, seni incelermiş gibi incelemeye başladım. Son konuşmada bahsettiğin;

   " etraftaki insanlarla benden daha çok vakit geçirdin
o insanlar da o an için ihtiyacımı karşıladıkları için ordalardı
hiç birine gerçekten değer verdiğim için değil
ben böyleyim
yani
bu çoğu zaman böyle
gerçekten ruhuma hitab etmeyen her insan
benim için sadece lazım olduğu sürece var"

     İşte bu huyunu da onda gördüm. Biz lazım olduğumuz sürece oradaydık. Bunun da farkına varmam vakit aldı ancak vardıktan sonra da ona göre davranmaya başladım.
     Son bir şey daha vardı;

"ama şunu da ekleyeyim
ben bu çıkışı hiç yapmayabilirdim
sen gözyumduğun sürece devam ederdim
ama sen ne zaman  bana çıkıştın, sadece lazım olduğunda siklemen yanlış bişey diye
ben belki de uzun zaman sonra ilk defa sana saygı duymaya başladım
bunun sebebi de budur
hatta belki de bütün bu zaman içindeki davrranışımda bundan olabilir
saygı duymadığımdan
haketmediğinden demiyorum buna ben karar veremem
ama hissettiğim şey bu yani
sen bana çıkıştıkça ben sana saygı duyarım" 

     Bunu da daha sık yapıyorum artık. Haksız olmanı dilerdim bu konuda ama evet haklısın. İnsanlara değer verdikçe kendini nimetten sayıyorlar, hatalarını görmezden geldikçe onları tekrarlıyorlar ve hoşgörünü kötüye kullanıyorlar. Kaldı ki sen onlara çıkıştıkça, tersledikçe, bokmuş gibi davrandıkça sana duydukları saygı katlanıyor. Sebebini hiç anlamış değilim. Her ne kadar insanları ezmenin hala yanlış olduğunu düşünsem de hoşgörü dozunu düşürmekte fayda var. En azından hakettiğin saygıyı görene kadar.
     Sana öfkelendim sanıyordum ama ben sana hiç öfkelenmemişim Şebnem. Ben oldum olası kendime kızmışım, affetmemişim. Artık affettim kendimi. Varlığın da yokluğun da bir şeyler katıyor. Arkadaş mıyız hala?

dahası...


     Vücudunun her yeri dövmeli insanları siz de görmüşsünüzdür mutlaka. Gerçekte görmeseniz bile dolaştığınız internet sitelerinde, gugıl arama motorunun görsellerinde, dövmeci sitelerinde, korkunçlu site ya da haberlerde vs. görürüz böyle insanları.
     Bir anlık bir şöhret için vücudu böylesine hor kullanmak ne kadar doğru ha benim çükünün ucunda bile dövme olan metalci internet şöhreti kardeşlerim? Sadece tumblr'da reblog edilen bir obje olarak hayatını sürdürmek, geri kalan zamanlarında ucubeymiş gibi kaçılmak nasıl bir duygu suratına kafatası dövmesi yaptıran mevkiidaşlarım?
     Ben dövme yaptırmayın demiyorum, hobi olarak yine yaptırın ama yazıktır, surata dövme yaptırmak da nesi? Memur olamazsın, hizmet sektöründe iş bulamazsın. Anca arada bir model olursun, o da nafakanı karşılamaz. Ailen de bir yere kadar bakar.

Bunlar da Tottoo yazınca gugıl görsellerde karşıma çıkan ibretlik görüntüler!


dahası...




     Siz de hiç şans bilekliği almış mıydınız? Ben alalı nereden baksan 4-5 sene olmuştur. Severim ben gökkuşağı renklerini o yüzden de çok hoşuma gitmişti bu ipler. Herkes aç gibi aşk, para falan gibi meta ve olguların işlendiği bilekliklere saldırmıştı, çok iyi hatırlıyorum. Çünkü bilekliğin ucundaki renklere göre sağlık, para, aşk, arkadaşlık, özgürlük, başarı falan gibi uğurları varmış. Hal böyle olunca da artık koca/karı bulmak için türbe yolu aşındırmaktan bıkmış, falcılardan usanmış ve alternatif bir arayan insanevlatları bu bilekliklere aç gibi saldırmıştı. Ben de sırf rengini beğendiğim için kaptım iki tane, ucuzdu da 1 lira falan.
     İlk gözüme çarpanlar şimdiye kadar en değer verdiğim iki şey idi; özgürlük ve arkadaşlık! Tereddüt bile etmeden onları kaptım, sonra da deli bağlar gibi bağladım ki düşmesin. Sonra okula gittiğimde Gülce diye bir arkadaş görüp çok beğenmişti ve;
     "Off çok sıkı bağlamışsın!"
     "E yoksa düşer."
     "Özelliği o zaten, kopması, düşmesi lazım ki tutsun."
     "Olur mu canım öyle, düşmesin, kalsın o dostluk ve özgürlük her zaman yanımda."
     "İşte düşerse o istediklerin oluyor. Yani bu bilekliklerin mantığı o."
     Öyle mantık mı olur? Aklıma yatmamıştı hiç. Ben de hiç gevşetmedim. Yıllardır öyle takılıyorum ama artık baya inceldi ip, eli kulağındadır, bugün yarın kopar. Ayrıca sanırım Gülce haklıymış, arkadaşlık ve özgürlük edinmek için bu bilekliklerin kopması gerek! Bunca yıl işlerin biraz da ters gitmesinin sebebi bu güzelim bileklikler olabilir diye düşünmeden de edemedim. Aslında batıl inançlarım yoktur, sadece sağ avcum kaşınırsa para geleceğine inanırım o kadar, o da sırf para gelmesini istediğimden dolayı.
     Bakalım, şu bileklikler kopsun da bir de o zaman görelim ne olup biteceğini. Belki cidden de kopmadan hiç bir işe yaramıyordur bunlar. Senin kopmuş muydu?

*O diğer plastik bileklikle "Unite Against Hate" yazıyor. Ağırladığımız Irlanda'lı couchsurfer vermişti. Bak burada bahsetmişim.
dahası...


     "Tamam, buraya kadar!" Bu cümleyi ilk kurduğum zamanı hatırlıyorum, gönül meselesiydi. Şu anda da hayatta kalma savaşı için kuruyorum bu cümleyi.
     Birkaç haftadır hastalıklı gibi tıkıldım odama, doğru düzgün dışarı çıkmıyorum, az konuşuyorum, sadece yiyip içip bilgisayar kullanıyorum. Ancak benden buraya kadar! Yeter!
     Ne mi yeter?
     Sapık gibi dünya üzerindeki en önemli şeyin önümdeki sınavlar olduğunu düşünmek yeter! Her ne kadar vizemin daha rahat alınması için o sınavları vermem gerekse de hala hayatımın anlamı o sınavlar değil! Bunca zaman inandığım gerçekleri tekrar gözden geçirdiğimde bunun farkına varmam daha da kolaylaştı. Kaldı ki karşımda duran sadece bir sınav! Çoktan seçmeli, %60'ı doğru yapıldığında başarılı sayıldığım bir sınav! Bir sürü slayt olsa da elimde, okuyarak bile aklımda kalabilecek bir ders. Tek yapmam gereken adam gibi okumak. Aslına bakarsan bu konuda bölümdeki kızdan yardım alabilirim. Sürekli etrafımda zaten. Onu sevgili olmadan arkadaş eksenimde tutabilirsem mükemmel! Cumadan sonra çalışmaya başladığımda (daha erken başlasam da fena olmaz tabi) alnımın akıyla çıkacağım bir sınav.
     "Ya vize vermezlerse" diye düşünmek yeter! Vize vermemek de ne Allah aşkına kuzum? Onlar kim oluyorlar da bana vize vermiyorlar? Varsayalım ben o dersleri veremedim, bana tutup da haset akrabalar gibi "ee sen dersleri verememişsin, zaten okuyacağın da yoktu, sen iyisi git evine" mi diyecek? Tabi ki hayır! En fazla yapacağı şey "bak eğer seneye kadar hala bu dersleri verememiş olursan ne sen uğraş ne biz uğraşalım, şurada 'eğer seneye kadar hiç ders veremezsem kendim terkederim bu diyarları' yazılı beyannameyi imzala" derler. Bu, olabileceklerin en kötüsü ki zaten kötü değil. O vakte kadar hala ders veremediysem gideyim bu diyarlardan.
     Ailemi yüzüstü bırakmışım gibi düşünmeye yeter! Ben 24 yıldır onların çocuğuyum ve 24 yıldır kim olduğumu gayet iyi biliyorlar. Tembelliğimi, başarımı, başarısızlığımı, hevesimi, azmimi, hırsımı, gamsızlığımı... Herşeyimi! Yani sen istediğin kadar bahane üret, istediğin kadar kıvır, yalan falan söyle onlar zaten seni senden iyi bildikleri için sırf daha iyi hisset diye yalanlarına, kıvırmalarına göz yumuyorlar. Yani sen vakit kazanmış, sorumluluklarını ertelemiş gibi görünsen de onlar zaten o işin ileriki bir zamanda gerçekleşeceğini biliyorlar. Senden, senin kaldırabileceğin şeyleri bekliyorlar, ne eksik ne fazla.
     Dilinin yetersiz olduğunu düşünmeye yeter! Lan senden daha tarzanca konuşup da sokakta şakıyan, iletişim kurmaya çalışan insanlar var. Fiilin yerini şaşırdın diye seni anlamayacak değiller, senden koşar adım uzaklaşmazlar da. Bilakis sen iletişim kurmaya çalıştıkça onlar daha çok anlamaya çalışır. Neyden çekiniyorsun bu kadar? Velev ki yanlış konuştun, derdini anlatamadın, seninle dalga mı geçecekler? Hayır. Yetmediği yerde ingilizce devam et, bırak o anlamak için çaba harcasın biraz da.
     Uzakta oturduğundan, evinden şikayet etmeye yeter! Volkswagen'in de dediği gibi "biz daha iyisini yapana kadar en iyisi bu!" O yüzden sızlanma! Okuluna mı gideceksin, yarım saat erken kalk, misafir mi ağırlayacaksın, odanda ağırla, kahvaltı mı yapacaksın, bak işte o konuda ne yapman gerektiğini ben de bilmiyorum. Öyle yani. Ses için kulaklık tak falan.
     Hayatındaki gereksiz insanlara çemkirmeye yeter! Çıkaramıyorsan gözardı et! Görmezden gel. Hatta üstüne git, o insanlarla eğlen, taşak falan geç, kendisi anlar belki hayatından çıkması gerektiğini. Yok yere sinir falan olup kendini germe. Sevgi beslemediğin gibi nefret de besleme. Hiç bir duygu besleme. Duygu beslemek değer vermekten ileri gelir. İster nefret, ister sevgi olsun hissin, karşıdaki insana değer biçtiğin için hissedersin onu.
     Kimse beni sevmiyor tribine yeter! Allah bile herkes tarafından sevilmiyor, sen kimsin ki herkesin seni sevmesini bekliyorsun? (Evrenden Torpilim Var kitabında geçiyordu bu söz). Tamam, son gönül işinden de elin boş dönmüş olabilirsin, bölümdeki kızdan başka seninle ilgilenen bir dişi de olmayabilir ama bu demek değildir ki bir ömür yalnız uyuyacaksın, kimse sana gönlünü açmayacak! Sadece henüz vakti değil, sırası gelince öyle bir ak yaşayacağım ki, ben bile şaşacağım yani. En azından o sevgiyi hakedecek birini bulacağım. Uğruna masal yazacak birini.
     Hiç bir işe yaramıyorum, cahilim, öğrenmiyorum düşüncesine yeter! Her zaman işe yaramak, öğrenmek, bilmek zorunda değilsin. Bırak başkasından cahil ol, bırak bir süre sadece ailenin parasını tüket, bırak bir süre öğrenme, kapa kendini dünyaya. Nadasa bırak kendini. Sen böyle de güzelsin, sen böyle de yeterlisin, sen böyle de deneyimlisin, sen böyle de tecrübelisin, sen böyle de bilgilisin. Üzerine bu sıra bir şey eklemesen de olur.
     Hayat (en azından benim yaşamak istediğim) derslerle, okuldaki başarılarla ya da metalarla ölçülemez. Hedef olamaz benim için. Her ne kadar eğitimim yılan hikayesine dönse de amacım sadece diploma değil, yani vardığım yer değil, o süreç benim için önemli. Derler ya hep "vardığın yer değildir yolculuğun amacı, o yoldur, yolda olmaktır, yoldaki öğrendiklerin, deneyimlediklerindir" hah işte o yolu iyi deneyimlemem lazım. En büyük amacım bu.
     Tamamdır, şu andan itibaren kendime geldim diyebilirim. Kendim oldum, bildiğin, tanıdığın Bilo oldum! Hah şöyle! Önce kendini sev, önce kendini bağışla, önce kendini anla. Kendimi unuttuğumda ise dönüp dönüp tekrar okuyacağım bu yazıyı!

*Bu arada Behlül, farkında olmasan da sen yazdırdın bu yazıyı bana. Sana o kadar çok şey borçluyum ki, bir ara toparlayıp hepsini aktaracağım sana. Biricik dostum!
dahası...


  • Sigara ve et gibi, alkolü de bırakmak istiyorum.
  • Tembelliği bırakmak istiyorum.
  • Hayatımdaki gereksiz insanları bırakmak istiyorum.
  • Daha fazla müzik dinlemek istiyorum.
  • Daha fazla kitap okumak istiyorum.
  • Müzik yapmak istiyorum.
  • Hakeden insanlara daha fazla vakit ayırmak istiyorum.
  • Sokağa çıkmak istiyorum.
  • Olumlu düşünmek istiyorum (tekrar). 
  • Ders çalışabilmek istiyorum.
  • Eğitimime daha fazla vakit ayırmak istiyorum.
  • Hayatımın odağını değiştirmek istiyorum.
  • Sevdiğimi söyleyebildiğim gibi sevmediğimi de söyleyebilmek istiyorum
  • Yeni bir enstrüman öğrenmek istiyorum.
  • Ailemi görmek istiyorum.
  • Duman Hanım'ı, Bulut Bey'i görmek istiyorum.
  • Neşeli olmak istiyorum, neşeli taklidi yapmak değil.
  • Konuşmak istiyorum. 
  • Anlatmak istiyorum.
  • Otostop çekmek istiyorum.
  • Vicdanım da tatile çıksın istiyorum.
  • Sarılmak istiyorum, sarılarak uyumak.
  • Öğrenmek istiyorum.
  • Yazmak istiyorum.
  • Yemek istiyorum.
  • Sevmek istiyorum.
  • Bağırmak istiyorum.
  • Rahatlamak istiyorum.
  • Erken kalkmak istiyorum.
  • Japonca öğrenmek istiyorum.
  • Saatimi yaptırmak istiyorum.
  • Anime izlemek istiyorum.
  • Ahkâm kesmek istiyorum.
  • Yaftalamak istiyorum.
  • Yargılamak istiyorum.
  • Sövmek istiyorum.
Listeyi daha da uzatmanın manası yok. Zaten olumsuzları saymaya başlayacaktım. Hala sihirli değnek bekliyorum, biri gelsin de bir tarafıma soksun diye!

Neyse, sabır. Axl Abimiz de aynını demiş;

dahası...


     ..."Aşk olsun Celal Abi, hemen ispiyonlamışsın!"
     "Yok ya ispiyonlamak değil, gördüm dedim sadece."
     "Ee tamam işte. Dayı dedi böyle böyle Celal Abi seni görmüş diye."
     "Dondurma yiye yiye önümden geçtiniz, dedim 'bu soğukta kim dondurma yiyor?' diye, bir baktım sen. Önce adını çıkaramadım sonra Ramazan'ı aradım. Bir de çok sevimli görünüyordunuz, ikinizde de renkli renkli hırkalar falan, uyumlu uyumlu böyle, çok yakışmışsınız..."
     Deme işte onu Celal Abi, deme. Uyumlu deme, sevimli deme, yakışmışsınız deme. Deme işte...
dahası...


     Tüm noel boyunca sıkılmıştım burada ama yılbaşında gönlümü almasını bildi Viyana. Her ne kadar havai fişek gösterileri memlekettekilerden daha tırt olsa da izlenmeye değerdi. Kärtnerstrasse ve Graben resmen insan seliydi ancak MQ ve Hofburg ise terkedilmişti. Kärtnerstrasse boyunca kurulan ufak standlar ve sahneler insanları hareketlendirmeye yetse de en güzel etkinlik sanırım Rathaus'un önündeki büyük sahneydi! Psychedelic rocktan klasik rocka, souldan, bluesa, grungedan punka kadar geniş bir yelpazede müzik ziyafeti çektiler. Buyrun buradan yakın;

Let the Sunshine In


Amy Winehaus - Rehab


     Ufak tefek kırgınlıklarla da başlasa, geceyi güzel kapatmayı bildik. Saat 00:00'ı vurduğu sırada da Herr Koç, Talha Çocuk ve ben "hadi bakalım" diyerek teneke biralarımızı tokuşturduk, sarıldık teletabiler gibi. Sonra iki arkadaş daha bize katıldı, tramvayda Koreli kızın tekiyle japonca 3-5 kelime sohbet ettik (dahasına yetecek japoncam zaten yok) telaffuzumu beğendi, "ben de seni beğendim anam!" diyemedim tabi "ja ne" ile yetindim. Şehir meydanını son bir kez turladıktan sonra olaysız dağıldık. Ne çok ayakta durmuşuz, dizlerim tutmuyordu eve vardığımızda. Taşıdığım çanta da cabası.
     Öyle işte olaysız, sağ salim girdik yılbaşına. Hepiniz girdiniz inşallah? Eksik yok değil mi? ()
dahası...


     Bu ara ne çok okuyasım geliyor. Sanki bana kitap kurduymuşum da elimden kitap düşmezmiş de dünya klasiklerini yalamış yutmuşum da gibi bir haller oldu. Tamam elinden kitap düşmeyen insanlardan olamadım ama kitap yüzü unutacak kadar ayrı kalmadım kitaplardan. Klasikleri falan da hatmetmedim, öyle bir gaye içerisine girmedim hiç. Aman önce Rus ardından Fransız, yetmedi Alman edebiyatını şöyle bir elden geçireyim, Shakespeare'in yazmadığı kitapları bile arayıp bulayım demedim hiç.
   
     En çok merakım fantezi kurgu kitaplara oldu, onun da Unutulmuş Diyarlar, Ejderha Mızrağı serilerini falan hiç takip etmedim. Tek tamamladığım seri
Raymon E. Feist'in Gedik Savaşları Efsanesi bir de Gedik Savaşlarının Ardından (okuduğum en sürükleyici ve büyüleyici kitaplardandır!) Onların da devamı vardı, getiremedim. O kadar da fakir ve tembel bir adamım işte. Yeraltı Edebiyatı'na sardım bir ara, onun kitaplarından okudum bir süre. Tasavvuf kitapları okudum. Hakan Karahan kitaplarını okudum (adam aikidocu bir kere, nasıl okumam!) ama işte hiç öyle aç gibi elimden düşürmeden kitap okuduğum dönem olmadı. Bir tek Harry Potter serisini o şekilde okudum sanırım. 

     Şimdilerde o gençlik açıklarını kapatmak istercesine sürekli kitap okuyasım geliyor (hala tam randımanlı okuduğum söylenemez). Aslına bakarsan bu gazım Pink Freud'un Sorun Bende Değil, Sende kitabına kadar sürdü. Çok sıkıldım. Sıkılmamdan utandım sonra, nette araştırmaya kalktım ve zaten kitabı okuyanların yarısı sıkıcı bulmuş, daha ağır ithamlarda da bulunmuşlar hatta ama benim aklımdakileri tam karşılayan ve en üsturuplu yorum larden loughness abimizden gelmiş (bkz: #25176557). Diğer yorumlar için de Ekşi Sözlük'e göz gezdirmenizi tavsiye ederim. 200 küsuruncu sayfadayım ama daha da ilerlemiyor kitap, ne yapayım? Sonunu da hiç merak etmedim. Duygusal falan diyenler var. Merak edenler okumaya devam etsin.

     Şu anda ise "kesinlikle okumalıyım!" dediğim kitaplar belirdi kafamda. Aslına bakarsan bu Dizüstü Edebiyatı'nı eştikçe öğrendim bir çoğunu. Mesela Piç Güveysinden Hallice'yi okumayı çok istiyorum. Bir Apaçi Masalı, 1 Kadın 2 Salak, İnsanlığa Lanet, Erken Kaybedenler, S.ktir Et, Aşkın Gözyaşları serisinin devamları (Şems ve Mevlana'yı okudum sadece). Birkaç tane daha vardı da şimdi aklıma gelmedi. Bunların bir kısmı yolda, geliyor. Eğer şu Pink Freud'un kitabını okumaya inat etmezsem diğer kitapları okumaya tam gaz devam ederim herhalde. 

     Siz de okuyun lan! Çok güzel bak okumak!
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.