Ortada kutlanacak, sağa sola para saçacak, pahalı hediyeler almayı gerektirecek bir durum yok.
İnsanlar, kendinize gelin!
Çılgınlar gibi dağıtacak bir durum da yok.
Çaresiz gibi 01.01.2013 - 00:00'ı umutla beklemeniz de anlamsız.
Yeni bir başlangıç? Pehh, isteseydiniz o başlangıcı dün de yapabilirdiniz, geçen hafta da.
Yeni yıl size altın tepside bir şeyler sunmayacak, hayatınızı birden bire değiştirmeyecek.
Bu kadar aciz misiniz?
Tüm bu değişiklikleri yapacak olan kendinizsiniz, unutmayın bunu.
Diyete başlamak için pazartesiyi bekleyen, para biriktirmek için aybaşını bekleyen insanlardan hiçbir farkınız yok.
Neyse yine de kırmayayım hevesinizi, siz takılın ama güzel şeyler olmasını yeni yıldan beklemeyin, kendiniz yapın. Bu kadar da sorumluluktan kaçılmaz canım!

Bu arada iyi ki bitti 2012, hiç sevmemiştim zaten.
dahası...


İki gün önce size "n'aber?" diye sormuştum. Bana böle bir soru sorulduğunda "normal" diye yanıtlıyorum. Normal, çünkü anlatmaya değer hiç bir şeyim yok. Kötüye giden bir şeyim yok, iyiye giden de. Her şey normal. Gelelim aslında o soruyu neden sorduğuma.

Farkında mısın bilmiyorum ama hiçbirimiz birbirimizin hatrını içten sormuyoruz. Zorunluluk gibi soruyoruz sadece "nasılsın?" diye. Dolayısıyla yanıt da "iyi" sadece geçiştirilmek için sarfedilmiş bir cümle oluyor. Üstelemiyoruz, üstelenmesin de zaten. Anlatılmak istense anlatılırdı, şayet gerçekten cevabı merak edilip sorulsaydı.

Genelde bu hatır sorma işlemi en kısa zamanda atlatılmak istenir ki asıl mevzuya gelinsin. Çoğunlukla karşı tarafın cevabını duymayız bile, o sıra kendi anlatacağımız şeye odaklanmışızdır, lafa nasıl gireceğimizi kurgularız. Ve sanki atlı kovalıyor gibi, "iyi" yanıtını aldığımız an kendi derdimizi/sevincimizi paylaşmaya başlarız. Ya da karşı tarafın anlatacağı şeyi merakla bekleriz.

İşte bu yüzden sormuştum, "gerçekten nasılsınız?" diye. Size içten sorulmasa bile kendiniz kendinize içten bir şekilde sorun bunu. Görünüşe göre hiçbirimiz, diğerinin çok da umrunda değiliz, siz kendinizin umrunda olun.
dahası...


Nasılsınız? Hayır, ciddi anlamda nasılsınız? Nasıl hissediyorsunuz? Keyfiniz nasıl? 
Size en son kim gerçekten hatrınızı sordu? Ben soruyorum. Gerçekten nasılsınız? "İyidir" deyip geçiştirmeyin, çok basit olan bu soruya ilk kez düşünerek cevap verin. Buraya cevap vermeseniz bile kendinize verin. Sadece bir anlığına durup, başka hiçbir şey düşünmeden bunu bir düşünün.  
Kendinize sorun.

"Nasılım?"
dahası...


Yazıma öncelikle özür dileyerek başlıyorum. Çekiliş biteli iki gün oldu ancak ben internet dışındaki yaşamımdan dolayı sonucu buraya yazamadım, bağışlayın. Öncelikle kazananı açıklayayım; Cessie! Sevgili Cessie, adresini yufkayureklikelgobekli@gmail.com adresine yollarsan en kısa zamanda kitabını kargoya vereceğim, güle güle oku, bakarsın içine de bir şey iliştiririm. Çekilişi nasıl gerçekleştirdiğim ise işte bu görüntüde, kesinlikle adil davrandığımdan şüpheniz olmasın.

Şimdi de gelelim kayıtlara. İlk olarak ağız kopuzu/ağız arpı ile kayıt yapmıştım, feysbuğa yükledim ancak içime sinmeyince üzerinde durmadım. Şu anda en temiz elimde bir cajon (kahon) kaydı var, düzenlemesini yeni bitirdiğim. O da mükemmel denecek kadar olmadı ama iş görür. O kaydı feysbuğa yükledim ancak Atakan feysbuk kullanmadığından ona bilâre ileteceğim, talep etmesi durumunda. Umarım o da en kısa zamanda gitar kayıtlarını halleder.

Dediğim gibi cajon kayıtlarını isteyen var ise yukarıda yazmış olduğum maile taleplerini dile getirebilir, kaydı eleştirebilir, her türlü görüş ve sorusunu iletebilir.

Neyse, Cessie'yi tekrar kutluyorum, projeyle ilgilenen herkesi de biraz daha hareketlenmeye davet ediyorum.

Sevgilerimle.

ps: Shirin Serkan Abi seni unutmadım, kaydını da dinledim, en yakın zamanda sana da mail yoluyla ulaşacağım. Yoğundum da bu sıralar.
dahası...


Ben daha vidyoyu henüz izledim ve sonunda sosyal medyada dönen geyiği anlayabildim. Özetle vidyoda kadının teki gelip Okan Bayülgen sigara içtiği için uyarıyor, rahatsız olduğunu beyan ediyor, Okan Bayülgen de onu faşistlikle itham ediyor, yetmeyip birkaç farklı hakaretle de destekliyor. Eğer izlemeye üşenirseniz olay bundan ibaret.

Yuğtup yorumlarında da insanların ortak bir paydada buluşamadıkları ortada. Olayı türban meselesine bile bağlamışlar ki zaten canım ülkemde ufacık bir hadise bile mutlaka bir ucundan laikler ile türbanlıları karşı karşıya getirmeye yetiyor, misal lastik patlasın.

Şimdi de ben kendi fikrimi dile getireyim; Kadının orada yaptığı şey yersizdi. Şöyle yersiz, sigarayı söndürmesini isterkenki dayandığı sebep oldukça saçma, dolayısıyla karşısındaki laf cambazı birine karşı çenede yenileceği aşikâr. "Ben rahatsız oluyorum" kadar saçma bir sebeple sigarayı söndürtmek istemesi gerçekten akla yatkın bir şey değil ve hatta Okan Bayülgen'i bir noktada haklı bile çıkarır. Yaptığı faşistlik olarak bile algılanabilir. Çünkü çoğulcu düşünüp, sadece yasak olduğu için karşı gelmesi saçma ya da sigara düşmanıymışçasına yaklaşması. Evet bu faşistliktir. Bir insana "sigara iç" diye baskı yapmak nasıl faşistlikse, "içme" diye baskı yapmak da aynı ölçüde faşistliktir. Kişiyi kendinden başkası düşünemez, zarar ise kendine zarar. Ama kapalı alanda sigara içmek?

Gelelim madalyonun diğer yüzüne. Evet ben de sigara tüketen bir insanım ve hayli içerim. Bırakın kapalı alanı, açık alanda yanımda etkilenebilecek bir canlı varken kesinlikle söndürürüm. Evde çocuk varsa sigara yakmam, kedi rahatsız oluyor diye keyfi gelip de yanımdan gidene kadar sigara içmem vs. Şimdi kapalı alanda sigara içmeme yasağı neden kondu sizce? İçmeyen insanlar rahatsız olmasınlar diye, değil mi? E sadece bir kişinin içtiği sigara, o kadar büyük bir anfide kimi rahatsız edebilir? Belki en yakındaki kişileri ancak sanırım Okan Bayülgen'in kavrayamadığı ve ablamızın eksik kaldığı nokta, eğer bir kişi sigara içebiliyorsa diğerleri de içebilir. Yaptırım herkese aynı olmalıdır. Konuşmacılar sigara içebilir, diğerleri içemez diye bir ibare olduğunu düşünmüyorum. Doğal olarak eğer sigara içme hakkı veriliyorsa Okan Bayülgen'e diğerleri de içebilir ve bu gerçekten insanları rahatsız etmeye yetecek ölçüde sigara dumanı çıkarmaya yetecektir. Her şeyi bilen abimiz(!) bu konuda neden bu kadarını düşünemedi ona şaşıyorum. Neden içilmemesi gerektiğini pek tabii bildiğini varsayıyorum.

Anarşizm "kimse sikimde değil lan! Ben bildiğimi okurum" değildir. Bireyselciliktir ancak başka kimseye zarar vermeyecek şekildedir. Ayrıca hatasının sonradan farkına varmış olacak ki sigarasını içmeye devam etmedi ve bilmiyorum halk arasında çok yaygın mıdır "lafı saksağana siktirerek" mevzudan uzaklaşmış, olayı nükleer atıklara kadar taşımıştır Okan Abimiz.

Demem o ki; abla kendini biraz daha düzgün savunsaydı, Abi'nin diyecek tek kelimesi olmazdı. O konuda abla tamamen haksız ve faşistçe düşünerek davranmıştır ancak Okan Bayülgen'in yaptığı küstahlık ve ağır ithamları ise kesinlikle bir insana karşı sarf edilmemesi gereken kaldı ki bu konuda hiç edilmemesi gereken cümlelerdi, yakışmadı.

Merak edenleriniz vidyoyu buradan izleyebilir. İnternete düşmesi üç ay öncesine dayanıyor ancak Kemal Ekşioğlu daha geçen hafta paylaştığı için gündeme tekrar geldi sanırım.

Bu arada politik yazmadım, sadece iki taraftan da bakarak düşündüm olaya.

dahası...



Anlaşıldı, saygıdeğer blogçuların ilgisini başka bir şekilde çekemeyeceğim, ben de çekiliş yapmaya karar verdim. Zaten çekiliş dediğin bloga ya da başka bir şeye dikkat çekmek için yapılmaz mı? Neyse. Çekilişin sonunda kazanana John C. Parkin'in S*ktir Et kitabını göndereceğim. Son katılım 24.12.12

Şimdi şartlarımı sıralıyorum;

1- Şu kaydı okumanız: Bloggerlar Çalıyor! Müzik Yapalım!
2- Kaydın altına olumlu/olumsuz görüş bildirmeniz, ilgilenirseniz, yer almak isterseniz yapmanız gerekenler zaten yazıyor. Çekilişe hak kazanmak istiyorsanız linkteki kayda yorum yapmanız gerekiyor ve "ben istiyorum kitabı, ben de geldim, bana ver bana" vb yorumları kaale almayacağımı belirtmek isterim, sadece orada yazan konu ile ilgili bir görüş belirtmenizi rica ediyorum. 
3- "Yok efendim bize yetmez, fazladan katılım şansı istiyoruz" diyorsanız aşağıdaki HTML kodunu kopyalayıp (HTML/JavaScript olarak) sayfanızda münasip bir yere yerleştirmeniz size +3 katılım sağlayacaktır.

Hepsi bu, teşekkür ederim.

Sevgilerimle

HTML/JavaScript Kodu:



dahası...


Müzik mi yapsak blog ahalisi? Blogçular toplanıp herbir şeyi yapıyorlar da neden müzik yapamasınlar? Tabi ilgili herkesi bir araya toplamak zor olur ancak ne bileyim şey olabilir mesela herkes ilgilendiği enstrümanla belirli bir şarkıyı çalar mesela, kaydeder. Sonra bu kayıtların hepsi ortak bir havuzda toplanır, profesyonel olmayan bir derleme/miksleme aşamasından sonra ortaya çok güzel bir şey çıkabilir. Maksat ortaya çok profesyonel bir şey çıkarmak değil, beraber çalıp söylemek. Doğa İçin Çal gibi bir şey olur, çok da güzel olur bence. Vurmalılar, yaylılar, telliler, üflemeliler, tuşlular, vokaller falan derken hepimiz aynı metronomdan çalarsak tutar bence mixleme aşamasında. Biraz uğraşırsak olur bence. Ben biraz Adobe Audition kullanabiliyorum, mixleme aşamasında bir yardımım dokunabilir.

 Düşünsenize tüm enstrümanları birbirine katarak harika şeyler çıkarabiliriz. 10 kişi gitar çalsın, 25 kişi piyano çalsın şeklinde değil de olabildiğince enstrüman zenginliğini kullanarak mucizeler yaratabiliriz ve bu bildiğin örnek bir çalışma olur, ne kadar çok katılımcı sağlanırsa.

 Koşul ise koşul olmaması. İlgilenen olursa buranın altına yorum yaparak hangi enstrümanla katılmak istediğinizi yazarsınız, sonra koordinasyon işini bir şekilde çözeriz. Her türlü çalgının başımızın üstünde yeri var, hadi bir yerinden başlayalım, var mısınız?

 Önemli bir diğer açıklama ise çaldığınız çalgıda profesyonel olmanız gerekmiyor, hatta olmasanız daha iyi, eğlenmek için yapıyoruz, kimse kasılsın, "ay ben o kadar iyi değilim" demesin, ustalar kalfalara çemkirmesin, maksat ortak bir şey yapmak olsun.

 "Ben varım" diyenler beri gelsin. Alnımızın akıyla çıkarsak bu işten, daha sonra yine aynı prensiple kısa film de yapabiliriz. Benimki sadece ufuk açmak, hadi görelim elleri!

Her türlü fikir, öneri ve görüşlere açığım.

Feysbuk Topluluğu
dahası...



- Merhabalar.
- Merhaba.
- Size birkaç sorum olacaktı.
- Tabii ki, buyrun.
- Mesleğiniz nedir?
- Meslek derken?
- Yani ne iş ile iştigalsiniz? Profesyonel olarak yaptığınız şey nedir?
- Ha o mu? Ben severim.
- ...
- ...
- Severim derken?
- Profesyonel olarak severim. Mesafeler boyunca, yıllar boyunca, umutlar boyunca severim.
- O..oldu, teşekkürler.
- Ben teşekkür ederim.
dahası...



Vikipedi açıklaması: Teremin ilk elektronik ve çalarken temas gerekmeyen müzik aletidir. İsmini mucidi olan rus Profesör Leon Theremin den alır, 1928 de mucidi tarafından patenti de alınmıştır. Orijinal adı Termenvox veya Aetherphone dur, daha sonra ingilizceleşerek zamanla Theremin adını almıştır. Kontrolü iki metal anten arasında sağlanır, bu antenler aleti çalan kişinin ellerinin pozisyonunu algılarlar. Bir el ile titreşim dalgaları gönderilir diğer el ile de sesin şiddeti ayarlanır. Teremin ürkütücü sesler ile birleşik bir alettir. Elektrik sinyalleri Teremin uzerinde büyütülür ve bağlı olan hoparlörlere gönderilir. Teremin sanat müziklerinde ve rock gibi popüler müziklerde de kullanılır. Türkiye'de aktif olarak Dinar Bandosu, Softa, Baba Zula gibi gruplar kullanır. Kendinizin bile evde yapabileceğiniz basitlikte bir cihaz olup, internette tüm şemaları ve gerekli malzeme listesi mevcuttur. Arz ederim.

Theremin Nasıl Yapılır?


 
dahası...


       

İspanya'da Universitat Pompeu Fabra'da icat edilmiş. Yuvarlak, dokunmatik bir masa üzerine koyduğunuz tangibles denen o kare taşlara belli looplar yüklü ve masaya koyduğunuz anda çalmaya başlıyor. Sesin titreşimiyle, loopun hızıyla, ses düzeyiyle oynayıp ve birden fazla taş ile kombinasyonlar, ses çeşitliliği yarattığınız bir müzik enstrümanı. Björk aracılığıyla tanıdık bu enstrümanı, o konserlerde kullanmaya başladı, sonra bi Türk adam da çalmıştı bi programda vs. 


dahası...



Geçen gün İrem ile konuşuyorduk. Biraz asabi biridir evet ama kimseye zarar vereceğini aklımdan bile geçirmezdim. Adem’e tokat atmış! 3 yıllık evliliklerinde ufak tefek geçimsizlikleri oluyordu tabii aralarında, geçim sıkıntısından, kıskançlıktan... İrem, işinden dolayı bazen gece geç saatlere kadar çalışır, Adem ise her erkek gibi evi çekip çevirir, yemek yapar, çocuklara bakar, temizlik, ütü gibi gündelik işlerini yapar. Aslında makina mühendisidir kendisi ancak İrem, evlendikten sonra çalışmasını istemediği için mesleğini yapmayıp çocuklara bakmayı kabul etti. “Ne gerek var? Ben çalışıyorum zaten, neyimize yetmiyor? Sen ev ile ilgilen!” diyerek zorla kabul ettirmiştir bu isteiğini. Sadece haftada bir halı saha maçı vardır Adem’in. İrem’in kıskanç yapısından dolayı da “kimler var maçta? Kime karşı oynuyorsunuz? O şort kısa değil mi? Maç nerede? Kaçta geleceksin?” gibi baskıları yüzünden de ağız tadıyla oynayamaz sahada. Kendini gösterebileceği tek alan olan halı sahada da İrem’in kuşkucu tavrı yüzünden hayattan tam anlamıyla haz alamaz Adem.

İrem’in yine içip geldiği günlerden birisiymiş eve. İrem’e göre yerden göğe kadar haklı, peki bence? Ben karı koca arasına girmem, severse de döverse de aralarındadır. Kendileri hallederler. Neyse Adem tüm gün ütü yaptığı için bitkin düşmüş, İrem de geç kalınca aramaya çekinip pencerenin önünde uyuyakalmış, çalan zili duymamış. Çok değil, beş dakika sonra uyanıp apar topar koşarak kapıyı açmış ama geç açtığı için tartışmaya başlamışlar. İrem için bardğı taşıran son damla olmuş ve basmış tokadı. İrem gün boyu çalışıp yorulurken, Adem tüm gün evde keyif çatıyormuş ve tek yapması gereken kapıyı vaktinde açmakmış. Tabi bu olay kapıyı geç açma mevzusundan çıkıp Adem’in “neden geç geldin? Nerede kaldın? Niye haber vermedin? Yine mi içki içtin?” şeklindeki dırdırlarına cevap yetiştiremeyen İrem, eve ekmek getiren, evin reisi ve her şeyi olan bir bireyin bu kadar üstüne gelinmesine dayanamamış. İrem her şeyi ailesi için yapıyormuş, onlar için geç vakte kadar çalışıyormuş, arada bir içki içmişse ne olmuşmuş.

Tek kusuru da bu değilmiş tabi, dediğim gibi zamanın katladığı birikmişliği o tokatla boşaltmış İrem. Aralarındaki cinsel münasebet de azalmış mesela. Zaten haftada bir, bilemedin iki kez birlikte olmaya vakit arıyormuş İrem ama onu bile son zamanlar Adem çok görür olmuş. “Başım ağrıyor, bugün çok yoruldum, havamda değilim” gibi mazeretlerle koynuna almıyormuş Adem İrem’i. İrem de “haklı” olarak gözü dışarıya kaymış, bir dostu varmış. Aramızda kalmasını rica etti, ben de “eh kadının elinin kiridir, arada duygu olmadıktan sonra, yuvanı dağıtmadıktan sonra böyle kaçamaklar olur” diyerek yüreğine su serptim. Bakmayın dostu olduğuna, ailesine de düşkündür İrem. Tüm ihtiyaçlarını karşılar, ne kazanıyorsa eve bırakır, ne ihtiyaçları varsa alır. Çocuğa ayakkabı mı lazım? Hemen ertesi gün en iyisini alır. Bulaşık makinası mı alınacak? Hemen taksitle alır bir tane. Sever ailesini. Hele ki Adem akşamları dır dır etmese, çok soru sormasa, gönlünü hoş tutsa İrem’in, sorunsuz, mutlu mesut yaşayıp giderler...

Öyküdeki mantık hatası nerede? Siz cevabı düşünün, varsa aklınıza gelen, yorum olarak bildirin. Bu öykülerin devamı gelecek.
dahası...


Her geçen gün bir kelime daha susuyorum,
Bir mum daha sönüyor içimde.
Bir yangın daha başlıyor.

Her geçen gün biraz daha susuyorum,
Yangın kavurdukça beni.
Bir damla aşka,
Bir damla dostluğa,
Bir damla boşluğa.

Her geçen gün bir cümle daha kuruyorum,
Yaşanmışlıklara,
Yaşanamamışlıklara.

Her geçen gün biraz daha kuruyorum,
Sararıp dökülüyor insanlarım eteklerimden,
Bir kişi daha azalıyorum,
Büyüyor boşluğum,
Tenhalaşıyorum.

Her geçen gün tekrar tekrar kuruyorum.
"Tik tak, tik tak" mütemadiyen,
Akrep yelkovanı kovalıyor,
Ben ikisine de yetişemiyorum.


dahası...



Size şunu açıkça söylemek zorundayım ki dostlarım; Hiç biriniz doğru olanı yapmıyorsunuz. Yine aynı şekilde belirtmek isterim ki yanlış olanı da yapmıyorsunuz. Sadece yapıyorsunuz, sadece yapıyoruz, yapıyorum. Kiralık katil, paralı asker, öğretmen, doktor, memur, başarılı bir iş adamı, atomu parçalayan bir bilim adamı, müzisyen, hırsız, politikacı, çiftçi, sosyal proje gönüllüsü ya da herhangi birisi, bir şey olabilirsiniz. Hiçbirinizin yaptığı doğru değil, aynı şekilde yanlış da değil. Herhangi bir dine mensup olabilirsiniz. Evren’e, Allah’a, Jah’a, Buda’ya, Krişna’ya, Tanrı’ya, “Bir Güç”e inanabilirsiniz. Hiç kimse yanlış yaptığınızı söyleyemez, doğru yaptığınızı da. Sadece inanırsınız, kanıtlayamazsınız. Saydığım meslekler için de bu geçerli. Yaptığınız işin doğru olduğuna inanırsınız sadece, “kesinlikle doğru olan bu” diyemezsiniz.

Zaten nedir doğru? Kelime manası nedir yani? Genel kabul görmüş olgular ya da gerçeklerdir doğru (sözlüğe bakmadım ama benzer bir şey yazacağına eminim). Bu genel kabul gören gerçeklerin kabul gördüğü “genel” neresidir peki? Bölgesel, yöresel, ülkesel ya da dünyada kabul gören doğrular değişkenlik gösterebilir. Sadece bir dakikanızı ayırıp düşünün, tüm dünyaca kabul edilen bir doğru var mıdır? İstediğiniz görüşle gelin, mutlaka bir karşı görüşü ve onu destekleyebilecek sağlam fikirler görebilirsiniz arkasında.

O kadar geniş düşünmenize bile gerek yok dünyada doğru diye bir şeyin olmadığını görmeniz için. Kendinize bakın. Evet evet, aynaya gitmeye üşenenler açıp bilgisayar kamerasından bakabilir kendisine. Dikkatlice bakın kendinize, bu yaşınıza gelene kadar yaptıklarınızda tek bir hata görüyor musunuz? Bence ufacık bir yanlış dahi yok olduğunuz kişide, yaptığınız şeylerde. Şimdi gözlerinizi kapatıp tekrar açın bu cümleyi okuduktan sonra. Yaptığınız şeylerde bir tane doğru var mı? Zerre kadar yok. Hiç birisi doğru değil, hiç biriniz doğru değilsiniz, yanlış da değilsiniz. Sizsiniz. Sadece sizsiniz. Karışık mı oldu? Biraz kafa yorduğunuzda o kadar da kafanızı karıştıracak cümleler sarfetmediğimi farkedeceksiniz.

Madem yanlış yok, o zaman neden bir takım vakalardan sonra yanlış yaptığımızı düşünüp üzülüyoruz? Ya da yanlıştan kaçınmak için kıçımızı yırtıyoruz? Çünkü yaşadığımız çevrenin ya da kendi vicdanımızın belli başlı doğruları var. Genel kabul görmese de bizce doğrudur ve yanlıştır. İş bu yüzden o kafanızdaki ya da bize dayatılmış doğruları yapmaya, yanlışlardan kaçınmaya o kadar fazla çaba sarfediyoruz ki yaşamak bile ikinci planda kalabiliyor. Hatta doğruyu yapmak için ömrümüzü harcıyoruz da hala ulaşamıyoruz. Neden? Çünkü dediğim gibi doğru diye bir şey yok. Mutsuzluğumuzun temelinde de bu yatar; Ömrümüzü harcamamıza rağmen hala doğruya ulaşamama. Bir değil bir çok ömür bile harcasak hiçbir zaman doğruya ulaşamayacağız. Olmayan bir şeye ulaşamayız değil mi?

Demem o ki; Doğruyu aramakla, yanlıştan kaçınmakla vakit kaybetmeyin. Yapın, olun, uygulayın. Nasılsa birine/bir şeye göre yaptığınız şey her zaman doğru, diğer kesime göre de yanlış. 
dahası...


Ormanların birinde, henüz filizlenmekte olan bir tohum varmış. Her gün biraz daha, biraz daha boy atıyormuş, günden güne serpiliyormuş. Ne ağacı olduğunu o da bilmiyormuş, daha fidan olduğu için de diğer ağaçlara benzemiyormuş. Yaprakları fikir verse de büyüyünce tam anlaşılacağı için ne ağacı olduğuna dair düşünülmüyormuş. "Nasılsa ağacım, cinsim önemli değil" deyip ormandaki kuşlarla, sincaplarla oynayıp vakit geçiriyormuş.

Bir de Ormancı varmış, arada bir ormana geliyor, kurumuş, miyadını doldurmuş ağaçları kesip, kulübesine götürüyormuş. Bazen tam kurumamış olanları, hatta fidanları bile kestiği oluyormuş. Gördükleri karşısında dehşete düşmüş Küçük Fidan. Fidan'ın en çok sohbet ettiği kişi yaşlı Ardıç imiş.

Bir gün muhabbetleri esnasında Ormancı tekrar gelmiş, hemen yanıbaşlarındaki kocaman yaşlı çınarı kesmeye başlamış, bir taraftan da Fidan ile Ardıç'ın sohbetlerine kulak kabartmış.
"Ormancı ağaçları neden kesiyor Ardıç Amca? diye sormuş Fidan, biraz ürkerek.
"Vakitleri geldiği için Küçük Fidan" demiş ihtiyar Ardıç.
"Bazıları daha fidan ama!" demiş anlamayarak.
"Vaktin ne zaman geleceği belli olmaz küçüğüm" demiş Ardıç, "bazıları daha tohumken çıkarılır topraktan, bazıları ise benim gibi yıllarca büyür gelişir."
"Peki ben?" diye sormuş Küçük Fidan "benim vaktim ne zaman gelir?"
"O hiç belli olmaz" diye araya girmiş Ormancı. "Afedersiniz" demiş Ormancı "sohbetinizi bölüyorum."
"Sorun değil" demiş Ardıç, şefkatle. Fidan ise tek kelime edememiş korkusundan.
"Benden korkma Küçük Fidan" demiş Ormancı, çınarı kesmeyi bırakıp oturmuş Fidan ile Ardıç'ın karşısına, baltasını da Ardıç'a dayayıp başlamış konuşmaya. "Senin tohumunu hatırlarım" diye girmiş lafa Ormancı. Elleri balta tutmaktan nasırlanmış,  cildi yaşlılıktan kırışmış, sert görünmesine rağmen güven veren bir hali varmış Ormancı'nın. "Senin olduğun yerde önceden asırlık bir meşe vardı. Bir süre önce onu da kesip götürdüm barakama."
Korkudan bir şey söyleyemeyen Fidan, yaprakları titreyerek Ardıç'a bakmış, Ardıç da dallarını eğerek onaylamış.
"Ardıç ile iyi anlaşırdı Meşe ancak vakti dolmuştu artık, ben de kestim onu."
"Vakit nedir?" diye sormuş Fidan, korkusunu biraz yenerek.
"Vakit, bu topraklar üzerinde geçireceğin sürenin toplamıdır" demiş Ormancı.
"Peki ne kadardır o süre?" diye sormuş Küçük Fidan.
"Kimse bilemez" demiş Ormancı. "Ben bile bilemem. Onu anca vaktinin geldiğinde anlarım" demiş anlayışla. "Bak küçüğüm, bazen fidanları bile kestiğim olur, sanırım birkaçına sen de şahit oldun. Onların da vakti gelmişti. Vakit adil bir şey değil Küçük Fidan. Benim bile isyan ettiğim kıyımlar oluyor bazen, vakitsiz gidenler oluyor" demiş. "Ben her zaman vaktini beklerim. Mesela sen..." demiş Ormancı bakışlarını Fidan'a dikerek "eğer Meşe'yi kesmeseydim sen burada olamazdın. Ormandaki sürekliliği sağlamak zorundayım. Vakti gelenleri kesip, senin gibi gençlere yeni alanlar açıyorum yahut Ardıç gibi fazla gelişen sağlıklı ağaçlara yer açmak için."
"Yani güçlü olanı kayırıyorsun" demiş Küçük Fidan, sorar bir şekilde.
"Ormanda güçlü olmaz yavrucuğum" demiş Ardıç. "Sırf ben daha çok gelişeyim diye mi bu Çınar kesiliyor sanıyorsun?"
"Ama Ormancı dedi ki..."
"Ormancı, ormanın sürdürülebilirliği için dedi" diye lafını bölmüş Ardıç "tabiat ormandaki her ağaca aynı yağmuru sunar, aynı gün ışığını verir, aynı toprağın üzerinde serpiliriz. Ancak bazıları bunlarıiyi değerlendirir, ihtiyacı kadarını kullanırken, bazıları ya diğer ağaçların hırsından ya da kendi tembelliğinden bu imkanları yeterince kullanamaz. Aynı şekilde hırsa kapılan bazı ağaçlar da bu imkanları fazla kullandığından vaktini erken doldurur" diye açıklamış Ardıç "ihtiyacından fazla yağmur köklerini çürütür, ihtiyacından fazla güneş yapraklarını kurutur. Her şeyden ihtiyacın kadar almazsan, fazlası da, azı da sana zarar verir."
"Sanırım anlıyorum" demiş Küçük Fidan. "Peki Ormancı, vakti gelmemesine rağmen gidenler oluyor demiştin, onlar nasıl gidiyor?" diye sormuş Ormancı'ya Küçük Fidan.
"Dikkatsizlikten çıkan yangınlar, korunmak için yapılan barınaklar..."
"Korunmak için yapılan barınaklar mı?" diye araya girmiş Küçük Fidan.
"Evet."
"Neyden? Kimden?" diye heyecanla sormuş Küçük Fidan, anlam veremiyormuş.
"Diğerlerinden."
"Diğerleri kim?"
"Aslına bakarsan diğerleri diye bir şey yoktur, onlar öyle söylediği için öyle dedim. Ancak insanlar kendilerine, vakti gelmeyen ağaçları keserek barınaklar yaparlar, geri kalan her şeyi dışarıya hapsederler, aslında hapsettiklerini düşünürler, halbuki kendilerini içeriye hapsettiklerinin hiç farkına varmazlar."
"Neden hapsederler her şeyi dışarıya?"
"Güvende olmak için."
"Güvende olmak için mi?"
"Evet."
"Güvende değil miyiz?"
"Pek alâ güvendeyiz."
"Onlar mı güvende değil?"
"Onlar da güvende."
"Peki neden barınak ihtiyacı duyuyorlar?"
"Tüm canlıların doğası benzerdir ancak insanların fıtratı bizden farklıdır. Yerküre tüm insanlara yetecek gereksinimi karşılar lakin bazı insanlar, diğerlerinin gereksinimlerini de tüketir ve böylelikle bir kısım insanların vakitleri erken dolar."
"Fazladan tüketen insanların da vakitleri erken dolmaz mı?"
"Çabuk öğreniyorsun Küçük Fidan. Elbette onların da vakitleri erken dolar fakat onlar sizinkinin aksine madden yaşamaya devam ederler. Kökleri çürümesine, içinde yaşam kalmamasına rağmen hala ayakta duran ağaçlar gibi. Yalnız o kütüklerin aksine insanlar tüketmeye devam ederler. Hem de gereksinimlerinin üzerinde bir tüketim."
"Nasıl yani?" diye sormuş Küçük Fidan.
"Şu ağacı görüyor musun?" diyerek kuru bir ağaç göstermiş Ormancı.
"Evet, görüyorum" demiş Küçük Fidan.
"Aslında vakti çoktan dolmuş olması gereken bir ağaç o, içinde canı bile yok ama güneşten, yağmurdan ve topraktan yararlanıyor. İhtiyacı olmamasına rağmen tüketiyor. O insanlar da bu ağaç gibiler."
"Peki onu neden kesmiyorsun o zaman?" diye sormuş Küçük Fidan.
"Tepesindeki incecik dalı görüyor musun? Bir tane yaprağı olan."
"Evet."
"İşte bir umut. O dal bu ağacı tekrar yaşatır belki diye."
"O küçücük dal, bu ağaca hayat verir mi?"
"Son dal kuruyana kadar hala umut vardır."
"O zaman o insanlarda da hala umut olduğundan mı vakitleri gelmesine rağmen gitmiyorlar?"
"Aynen öyle. Son dal kuruyana kadar vakit dolmaz."
"Peki Ormancı, kesilen ağaçlar öylece yok olup gidiyorlar mı?"
"Olur mu hiç?"
"Odun olarak mı yakılıyorlar?"
"Bazıları evet ama bir çoğu işe yarar bir şekilde kullanılıyor."
"Onu sormuyorum" demiş Küçük Fidan "o kesilen ağaçlardan geriye hiçbir şey kalmıyor mu?" diye sormuş tekrar.
"Hayır dedim ya" demiş Ormancı, "senin gibi genç fidanların filizlenmesi için tohumlar bırakıyorlar geriye. Onların ardından bıraktığı yegâne varlıklar senin gibi bir çok genç fidan ve tohum" demiş Ormancı.
"Ailemiz gibi yani" demiş Küçük Fidan.
"Gibisi fazla" demiş Ormancı "sen tohum olana, kendi başına toprakta yetişebilecek duruma gelene kadar seni dallarında taşıyıp, uygun ergenliğe erişince seni toprağa bırakır ailen" diye açıklamış Ormancı.
"Benim ailem hangi ağaç o halde?" diye heyecanla sormuş Küçük Fidan.
"Yaprakların hiç tanıdık değil, muhtemelen bu ormanda değil senin ailen" diye yanıtlamış Ormancı. "Bu ormandaki tüm ağaçları bilirim, sen hiç birine benzemiyorsun. Üzgünüm Küçük Fidan, ailen malesef bu ormanda değil." demiş Ormancı. Sonra da baltasından destek alarak ayağa kalkmış "ben işime devam edeyim" diyerek Çınar'ı kesmeye devam etmiş.

- Devam Edecek -
dahası...


Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesineydi yaşam hayalim. Tekrar dönüp bakınca gördüm ki Ardıçlar bir yerde, meşeler bir yerde, çamlar bir yerde toplanmış. Benim ise cinsimi belirleyememişler. "Ağacım ben de!" desem de ağaç olmak yetmiyormuş, bir cinsin olması gerekiyormuş diğer ağaçlara katılabilmen için. Meşe; palamutum olmadığından, çam; kozalağım olmadığından, ardıç; yaprağımın farklı olmasından dolayı kabul etmedi yanına. "Orman dediğinde bir sürü farklı ağaç olur, cinse değil ağaç olup olmadığına bakılarak orman olunmaz mı?" diye sordum, güldüler. Ormanın da belli sınırları varmış. Çamlar bir bölgede, meşeler bir bölgede yaşarmış. Bir diğer bölgeye düşen tohumlar ise diğer ağaçlar tarafından yetiştirilerek, kendi bölgesinin ağaçlarına benzetilirmiş. Mutlaka bir cins ağaca benzemek zorundaymış ağaçlar, şahsına münhasır ağaç olmazmış, çeşit olmazmış. Önceki ağaçlardan ne gördülerse o. Böylelikle o ormanın içinde yapayalnız kaldım. Birkaç kuru kütük gözüme çarptı, "bunlar kim?" diye sordum, "hiçbir cinse ayak uydurmayan ağaçlar" dediler. "Keşke" dedim, "keşke daha önce tanışsaydık, kimse arasına katmasa da biz de kendi ormanımızı yaratırdık."


dahası...


Hasan vardı bir aralar Ankara'da, bağlamasında tek teli, çatallı sesi, poşette yarım karpuzu. Daraldığımızda giderdik yanına iki şişe köpek öldüren ile. O çalardı tek telli bağlamasıyla, biz de eşlik ederdik türküye. Söverdi gelenin geçenin gelmişine, geçmişine. 

Samimiydi Hasan, sevdiğini de, sevmediğini de olduğu gibi dile getirirdim, tepesi atarsa söverdi, canı isterse parasını, sigarasını, şa
rabını paylaşırdı. Muhabbetini hiç esirgemezdi. Herkesin yoldaşıydı. Kendi halinde Yüksel'de okulun önünde otururdu. Söylenirdi kendi kendine kimse olmayınca yanında. Birileri varsa da ona anlatırdı derdini.

Birkaç yıl önce Kumrular'da soğuktan donmuş buldular bir kış günü, inanın dedem öldüğünde o kadar üzülmemiştim. Okulun önü Hasan'sızdı artık, benim kadar üzülen özleyen olmuştur mutlaka Hasan'ı. Hasan'ın sağlığında Ankara'da olanların da mutlaka en az bir tane Hasan ile ilgili anısı olmuştur.

Nur içinde yatsın...

*Flört'ün ilk albümünden Onun Adı Hasan şarkısını bulup açın Hasan'ın hatrına, hep bizim Hasan gelir aklıma o şarkıda.
dahası...


Vay efendim Maymunlar 3-5 yaşındaki çocuktan daha zekiymiş, yok efendim yunuslar 2 yaşındaki bebekten daha akıllıymış, bir çok hayvanın zekası insanlarınkine yakınmış vs vs. 

Nasıl karar veriyorsunuz buna? Hayır yani nasıl ölçüyorsunuz bunu? Önüne mantık testi koyarak, IQ testi yaparak hayvan mı sınanır? Neye göre sınıyorsunuz? Sizin çıkardığınız seslere tepki vermeleri mi akıllı yapıyor onları? 

Sen insan sesi çıkarıyorsun, konuşuyorsun falan onlarla, onlar da o komutları yerine getiriyor. Mesela sen "yat" diyorsun köpek yatıyor. Bu mudur zeka?

Şimdi tutup köpeğin teki bizi zeka testine soksa geri zekalının önde gideni çıkarız o vakit. Hiç bir komutunu anlamayız. "Hav" der mesela bakarız bön bön. Nerede kaldı zeka?

Bir maymun mesela, bizi bir teste soksa, hangi ağaç yuva yapmak için uygun diye, apışır kalırız. Hangi meyve yenir, hangi hayvan zararlıdır, düşmanın hangi hareketi tehdit yaratır bilemeyiz.

Hayvanları bari rahat bırakın, sizin standartlarınıza uydurmaya çalışmayın. Zaten tüm insanları aynılaştırdınız, hayvanlar eksik kalsın. Bırakın doğaları neyse onu yaşasınlar, varsın biz onları geri zekalı sanalım.
dahası...


Yaklaşık üç yıldır nadasta olan bir birey olarak artık işin başa düştüğünün farkına vardım.

Şöyle başlayalım; 25 yaşını doldurmak üzere olan biriyim, ne uzunum ne bodur, fazladan kilolarım da var, saçlar hafif seyrek, bolca sakal, bir o kadar da kıl. Ortalama/vasat arasında gidip gelen dış görünüşüm var. Çok beğendiğim de olur kendimi, neyse. Kumarım yok, içkim var. O da epey azaldı son zamanlarda, bırakmayı bile düşünüyorum. Hovardalığım şimdiye kadar kayıtlara geçmemiştir. Sigara tüketiyorum - bir hayli -. Anasının kuzusu, arkadaş canlısı, fazlasıyla geçimli biriyim.

Çevremde ve dünyada olan olaylara ilgiliyim, kayıtlıyım, imkanım el verdiğince aktivistim (önceden daha faaldim ama hala tepki verilmesi gereken yerlerde bulunurum). Hayvanseverim, haklarını savunurum, et tüketmem, kısmi vejetaryenim yani (aslına bakarsan sadece balık -onu da nadiren-, yumurta ve süt ürünleri tüketiyorum ama şartlar olgunlaşınca vegan olmayı bile kafama koydum), bizimle birlikte yaşayan iki kedimiz var. 

Sanata, tasarıma, müziğe fazlasıyla ilgiliyim. Vurmalı çalgılar ile haşır neşirim nicedir. Ağız arpında oldukça iyiyim, ney üflemeyi hala geliştirme aşamasındayım. Yıllarca üniversitede tasarım dersi aldım, bunu okuduğum alana dökemesem de işlediğim tişörtlerde geliştirdim. Evet el işlemeli tişört koleksiyonum var, hepsini kendim yaptım ve arkadaşlara bolca hediye ettim. Zamanında enstrüman eğitimleri dışında desen ve solfej eğitimleri de aldım, kısa süreliydi ama verimli oldu. Dreadlock (rasta) yapabilme yetim var. Müzik olarak da alışılagelmiş basit ritimlerle yapılan müziklerden ziyade prograsif, saykodelik, deneysel müzikleri dinlemeyi tercih ederim, bunun yanı sıra caz, post rock, blues da sevdiğim türler arasında yer alır. Yabancı grup/müzisyenlerden ziyade Türk grup/müzisyenleri takip ederim, Cenk Taner'e kurban olurum, Gevende'ye biterim.

İyi yemek yaparım. Yemeyi, yedirmeyi severim. Kek, pasta işlerinin duayeniyim. Bulaşıkları başkası yıkadığı sürece her türlü yemeği yaparım. Suşi ustası sayılırım, aynı zamanda Türk ve Japon mutfağından, kendi deneysel lezzetlerime kadar bir çok çeşitte yemek sunabilirim. Yanımdaki canlı ya da cansız herhangi bir varlığa sarılmadan uyuyamam.

Anadilim dışında İngilizce ve Almanca biliyorum, Japonca'yı ise hala ilerletme yolundayım. Basit gündelik şeyler dışında Japoncada yetkin değilim. 2,5 yıl yurtdışı tecrübem var, Avrupa'da 2,5 yıl yaşadım ve birkaç ülke gezdim, farklı kültürler ile aşinayım. 

Cnbc-e dizilerinin hiç birini izlemem, vakit kaybı olarak görürüm (kişisel görüşüm), onun yerine anime izlerim, daha besleyici, daha gerçek (yine kişisel görüşüm). Çok fazla film izlemezdim ama son 1-2 yılda izlemediğim kadar film izledim, dağarcığım fena değil film konusunda. Çerez filmlerden ziyade "sonu mal eden" film kategorilerini severim. Olağan Şüpheliler, Akıl Oyunları, Kimlik vs gibi. Kitap kurdu değilim ancak yine de azımsanmayacak kadar okurum. 

Cambazlığa ilgiliydim (siz jonglörlük olarak da bilirsiniz) artık eskisi kadar değilim ama hala elime üç tane elma, portakal, domates aldığımda en azından biraz çevirmeden masaya koymam. Elim boş kaldıkça yoyo çeviririm. Sadece aşağı at, geri al değil, orta/üst hareketlere kadar bir çok ip üzerinde hareket yapabilirim yoyo ile. 

Sportif bir adam değilim ki gözle de görülür bu ama aikidoda 6. kyu insanım ve ilk fırsatta devamını getireceğim. Dans etmesini beceremem fakat rock'n roll dans dersi almaya niyetim var. Futboldan anlamam, sadece TKİ Tavşanlı Linyit Spor'u takip ederim, dolayısı ile de PTT 1. Lig'i. Yalnız halı saha maçlarında da iyi kurtarışları olan bir kaleciyimdir. 

Rahatına düşkün biri değilim (nonconformist), nereye koysan rahatlıkla uyurum. Festival düşkünüyüm, konser bağımlısıyım. Tatil olarak apart ya da otelden ziyade çadırlı kampı tercih ederim. Denize düşkünlüğüm sıfırdır, ormana ise hayli fazla.Doğa aşığıyımdır. Tembel ve üşengeç biriyim ama meraklı olduğum şeyler uğruna yılmadan, yorulmadan mücadele ederim.

Hayalleri, idealleri olan bir birey olarak sıradanlıktan tiksinirim. Zor yol bile olsa sıra dışı ise o yolu tercih ederim. Her şeyin doğalından yanayım, iş bu yüzden parfüm, deodorant bile sevmem (kendi kokum olmamasından mütevellit. Hayır koktuğum falan yok, sık yapılan banyo o kimyasallara ihtiyaç duydurmayacaktır).

Giyim kuşam olarak da hiç bir moda akımına uymam, modaya inanmam, pahalı markalara tamah etmem, bilakis reddederim. İkinci el kıyafet, el örgüsü kazak/hırka başlıca giyim kuşam kaynaklarımdır. Şahsına münhasır bir giyim tarzım vardır, sıradanlığı bu alanda da reddederim (tabii ki herkesle aynı olabilecek bir çok kıyafetim var ancak özen gösterdiğimde kendim gibi giyinirim). Kol saatim çocukluğumdan beri olmadı, cep saati kullanırım. Faal kullandığım 4 farklı cep saatim var. 

Tasavvufa ilgiliyim, günümüz kulaktan dolma, hiç bir temele dayanmayan, hurafe islamiyeti reddederim, bizzat kitaplardan okuyup araştırırım. Hacı, hoca, cemaat tayfasına saygım yoktur (%99'luk kısmına, neyse o kısım çetrefilli, uzun uzun yazılmalı/konuşulmalı hakkında). 

Arkadaşlarım, şimdiye kadar çok şeyi borçlu olduğum kişilerdir ve kıymetlilerimdir. Onlara olan minnet borcumdan dolayı değildir bu ilişki ve sevgim. Şahıslarını, özlerini, kendilerini çok severim. En yakın arkadaşım da babam ve kardeşimdir. Aile ilişkilerim ise veli-evlat ilişkisinden ziyade ev arkadaşı, yoldaş, kanka gibi prensipleri temel alır. 

Sosyal biriyim, kolay kaynaşırım. Çok farklı ortamlarda, çok farklı dostluklarım vardır. Evsizinden öğrencisine, tikisinden punkuna, şarapçısından dincisine, iş adamından profesörüne kadar geniş bir yelpazede arkadaşlarım var. Uydurmuyorum. Sıkça otostop çekerim, bu sosyalliğimi burada sıkça kullanırım (2 kez 1000km üstü otostop deneyimim var, ülke değiştirmişliğim falan)

İkili ilişkilerimde ise şefkatli bir insanım. Hiçbir şey için zorlamam sevdiceğimi, bu da çok kez ilgisizlik olarak adledilir. Nasıl bir ilişki kuruyorlarsa kafalarında artık, anlamış değilim. 29 Ekim doğum tarihimden ötürü seçme şansım olmaksızın akrep burcuyum ancak bu burcun getirmiş olduğu kıskançlık olgusu sevgililerime yansımaz. Kıskançlığın güven eksikliğinden kaynakladığını savunurum. Odunluk ve romantizmi bir arada barındırırım. Libidom epey yüksek olmasına rağmen doğru zamanı her zaman beklerim, karşı tarafı darlamam. Sevgilimle aynı zamanda kanka olma çabam olmuştur her zaman, işte o zaman ilişkinin çok daha verimli yürüyeceğini düşünürüm. Referanslarım sağlamdır, eski sevgililerimi arayabilirsiniz, biri hariç hepsi "iyi çocuktur, güzel sever" diyeceğine kalıbımı basarım (o diğeriyle olmadık bir zamanda ayrılmıştık o yüzden nefret eder benden). Gerçekten de güzel severim. Uğruna masal yazarım, gecenin bir yarısı elinden tutup yıldız seyretmeye götürürüm, çiçek derlerim, makyajını yaparım, sevebileceği bir elbise için saatlerce mağaza gezerim, uykusu tutmazsa gece kalkar kek yaparım, uyurken sabaha kadar onu izlerim, sarılır uyurum, halinden anlarım vs.

Daha fazla hakkımda bilgi edinmek isteyen olursa blogtaki diğer yazılardan seçmece okuyabilir. 

Şimdi bu kadar şeyi neden mi yazdım? Dediğim gibi 3 yıldır nadasta olan biriyim ve ben de sevmek, sevilmek istiyorum. Talip var mı?

Özetle; yufka yürekli, kel, göbekli bir insanım.

Reklamları izlediniz...
dahası...


Bilmeyenleriniz olabilir, kitap yazma teşebbüsünde bulundum ve hala hikayeyi örmekle meşgulüm. Feysbuktaki yufkayureklikelgobekli sayfasında da ara ara kısımları paylaşıyordum, "neden burada da paylaşmayayım?" diye düşünerek orada paylaştığım kısımlardan bir kuple de burada paylaşmayı uygun gördüm, nacizane.

Hikayenin başını, sonunu bilmeyerek okuyacaksınız bir çoğunuz bu pasajı ama bu kadar kısımla bile belki bir şeyler anlatabilirim, buyrun bakalım.

(...)
Salona geldiğinde ben de ayran yapımını yeni tamamlamıştım, bardağı alıp yanına sokuldum, suratı sirke satıyordu;

“Sen hala kızgın mısın bana?”
“Yo, niye kızayım. Alt tarafı benimle yaşamak istemediğini söyledin.”
“Ya zaten sürekli birbirimize gelir gideriz, istediğimiz zaman birbirimizde konaklarız.”
“Konaklarız ne demek be? Otel mi bu evler? Misafirhane mi?”
“Ya öyle değil, yalnız kalmak 
ister ya insan bazen.”
“Neden?”
“Ne bileyim işte. Hiç yalnız kalmak istediğin olmaz mı?”
“Seninleyken olmazdı. ”
“Yapma ama böyle Dut. Biz yine hep beraber olacağız.”
“Benim bir şey yaptığım yok! Neden yaşamak istemiyorsun ki sen benimle? Benim haricinde bir hayatın mı olsun istiyorsun?”
“Mutlaka ayrı ayrı hayatlarımız var. Senden önce de bir bireydim ben, senden sonra da öyle olacağım. İkimiz toplamda bir etmiyoruz.”
“O ne demek yani?”
“Yani diyorum ki her ne kadar beraber olsak da ikimizin de ayrı ayrı hayatları var. Senin tüm hayatın ben değilim, benim de tüm hayatım sen değilsin. Ortak paydamız çok fazla artık ama ne tamamen senininm, ne tamamen benimsin.”
“Neden olmayalım?”
“Sonsuza kadar beraber değiliz Dut.”
“O ne demek? Geçici olarak mı görüyorsun ilişkimizi?”
“Tabii ki. Sağlığımızda ayrılmasak bile birimizden birisi mutlaka ölecek bir gün ve ayrılık kaçınılmaz olacak. Yani mutlaka bir ayrılık var.”
“Abartma, nereye vardırdın olayı!”
“Dinle bir önce. Hiç kimseye tamamen sahip olamazsın o yüzden bir şekilde kendi başılığına alışman gerek. Hayatına mutlaka insanlar girip çıkacak ama en sonunda yine tek başınasın. En yakının olan ailen bile bir süre sonra seni bırakıp gidiyor, onlardan daha yakın kimse yok sana hayatta ve onlar bile giderken kimden medet umuyorsun?” dediğimde gözlerinin dolduğunu görebiliyordum.
“Benimle eve çıkmama konusunda bu kadar derin düşündüğüne inanmıyorum, ailem hakkında da hiç bir şey bilmiyorsun o sebepten bu konuyu benimle tartışmamanı öneririm” dedi hüzünlü ve öfkeli bir biçimde.
“Canım bak daha da zorlaştırma durumu, böyle ne güzel yaşayıp gidiyoruz.”
“Sen devam et o güzel yaşantına o zaman!” deyip ayağa kalktı, kolundan tutmaya çalıştıysam da kâr etmedi.
“Abi kusura bakma eğer ben sebep olduysam bu duruma” dedi Bahadır, mahcup bir ses tonuyla.
“Yok abi, seninle alakası yok.”
(...)
dahası...


Hayal kurar mısınız hala? Yoksa çoktan bıraktınız mı o işleri? Büyüdünüz mü? İllaki vardır canım hayaliniz, iş, kariyer, yüksek maaş, saygınlık(!), lüks bir ev ve araba, çocukları özel okula gönderme, emeklilik için para biriktirme?

Ben size demiyorum ki astronot olma hayalinizden vazgeçtiniz mi? İtfaiyeci olmaktan vs. Hayaliniz kaldı mı hiç diyorum cebinizde, avuçlarınızda? Hah işte onlardan bah
sedin bana. Var mı "yaşamaya" dair bir hayaliniz?

Neyse ben başlayayım anlatmaya, belki sizinki de gelir aklınıza. Belki biliyorsunuzdur okulumu değiştirmeyi planlıyorum, ilk önce onunla başlayacağım hayallerime. Ege'yi istiyorum, yakında başvuruda bulunacağım. Olmazsa da diğer okulları tek tek gezeceğim. Okul işim hallolunca önümdeki ilk hedef başarılmış olacak.

Devam eden hayalim ise yine bilme ihtimalinizin olduğu Dut hikayesi. Bir kitap yazma teşebbüsünde bulundum ve taslağımı okuttuğum insanların bir çoğundan olumlu tepki aldım, önümdeki en yakın ve gerçekleştirmek için çırpındığım yegane hayalim o kitabı tamamlayıp bastırmak. Tutarsa 2. ve 3. kitap yazımlarına devam etmek.

Otostop var mesela hayalimde. Memleketi gezmek adım adım. En uygun zamanım ise öğrencilik yıllarım olacağından, onu bu öğrenim hayatımda hayata geçirmeliyim, ufak bir el kamerasıyla birlikte. Belgesel gibi bir şey çekebilirim belki, amatör tabi. Bir iddaam yok belgesel kısmında, sadece anı olarak saklamak için ve bir yol hikayesi oluşturmak için. Şoförlerde o kadar fazla hikaye var ki dinlemeye değer, aklınız almaz.

Sokakta müzik yapmayı hayal ediyorum, öyle iş gibi, meslek gibi değil ancak hayatımın bir bölümünde onu da yapmak istiyorum. Bakarsın otostopla bütünleştiririm o hayalimi de, belli mi olur.

Daha ileriye yönelik hayallerim de var tabi. Mesela bir kamp alanı oluşturmak! Bir zeytinlik ya da portakal bahçesi içerisinde. Yazın turizm, kamp, kışın ise hasat. 2-3 dönüm ile başlasam bile ilk aşama için yeterli olacaktır. Sonrasında ise onu daha da geliştirebilirim, birkaç farklı ve zahmetli hayalim daha var ama burada ifşa etmesem daha iyi olacak benim için, fikir hırsızları vardır, neme lazım?

"O kadar okul okuyorsun, boşa mı bunca çaba?" mı dediniz, ben mi yanlış duydum? Onun için de şöyle bir hayalim var, bağımsız proje yürütmek, bir peyzaj mimarı olarak. Dolayısıyla belediye başkanının bana dayattığı ya da patronun gösterdiği projeyi harfiyen yapmak yerine hayal gücümü kullanabileceğim projeler üretmek. Varsın yılda 1-2 tane olsun ama olsun. Tam olarak istediğim gibi bir şey yapamayacaksam zaten emir eri gibi proje çizmek ne kadar tatmin edebilir ki beni?

Organik tarım da hayallerim arasında yer alıyor. Onu da kamp alanı hayalimle bütünleştirmeyi düşünüyorum.

Aşk? Hmm, duymuştum, şehirdeydim. Yalnız en azından bir tane kızım olsun istiyorum, hayallerimden birisi de bu.

Sıra size hanımlar beyler, sizi dinleyelim. Büyük keyif alırım ben hayal dinlemekten, yaşama bağlar insanı.
dahası...



Yıldızlar, izlemekten en keyif aldığım görüntüdür. Ne zaman gece yolculuk yapsam, hava karardığında yürüyor olsam, otobüs seyehatinde mola versem hep kafamı gökyüzüne çeviririm. Meczup gibi her zaman başım yukarda gezerim akşamları, yıldızları seyretmek için.

İş bu yüzden küçük yerleşim yerlerini, büyük ve ışıltılı yerlerden çok daha fazla severim, daha fazla yıldız görebildiğim için. Hatta tatil ya da festivallerde çadırlı kamp sevdam da bu yüzdendir.

Sanırım yıldızlara y
akınlığım doğaya olan özlemimden geliyor. Yapay aydınlatmalar söndüğünde görünebiliyor yıldızlar ne de olsa. Yani sunilikten arındığımızda görebiliyoruz yıldızları, bu da bir şekilde köklerimize bağlılığımızı gösterir. 

Sonuçta doğanın birer elemanlarıyız diğer tüm canlılar gibi. Her ne kadar hükmetmeye çalışsak, kendimizi üstün görsek, doğadan aykırı ne kadar lüzumsuz şey varsa tamah etsek de bu doğanın birer parçasıyız biz de, efendisi değiliz.

Her birinizin denizi gördüğünde içiniz erimiyor mu? Ya da orman, dağ, dere, göl? Yani doğanın bize sundukları. Uçsuz bucaksız bir ormanın manzarasını sıra sıra bina görüntüsüne değişir misiniz? Peki gece ıssız bir yerde parlayan milyonlarca yıldızı şehrin ışıklarına? Değişirim diyen olursa orman ve yıldız manzaralarını tekrar alıcı gözle izlemeye davet ediyorum sizi.

En azından günde bir kere başınızı yukarı kaldırmaya davet ediyorum sizi. Hala bana doağı sevmediğinizi söylemeden önce.
dahası...


Bir süre sonra insanlar da çocukluğumuzun oyuncakları gibi. Her oyuncağın bir oynanma miadı vardır, bunu dolduran oyuncaklar ya kırılıp çöpe gider ya da bir köşede komşu çocuğunu bekler. Biz de yeni alınan oyuncaklar ile vakit geçirmeye devam ederiz. 

Büyürüz bir süre sonra, oyuncaklar, oynamak için yeterli gelmez. Arkadaş ediniriz, sevgili, ortak vs. Yeni oyuncaklarımızdır onlar. Onların da miad
ı vardır, bazen uzun bazen kısa bir süre oynarız onlarla, sonra ya kırarız ya da komşu çocuğuna veririz biraz da o oynasın diye. Ya da ihtiyacı olan birine bağışlarız. Ve her oyuncağın miadı, yenisi alınana kadardır.

Hepimiz yeni oyuncaklarımızı kırılmış vaziyette buluruz, onlarla oynayabilmek için onarırız önce. Emek verdiğin, onardığın için oldukça değerlidir o oyuncak yalnız bir süre sonra sıkılırsın o oyuncaktan da. Yenisi çıkar karşına. O uğraşıp, didinip onardığın oyuncağı kendi ellerinle kırarsın bu sefer. Tabi her zaman o oyuncağı bulan kişi de olmazsınız, sizi de oyuncak olarak kırılmış halde bulanlar olur sıkça, aynı süreçten geçersin.

Yoo gocunmuyorum bu hareketlerinizden. Mutlaka ben de yapıyorum, ben de bazı insanlarla bir süre oynadıktan sonra ya kırıyorum ya da öylece bir köşeye atıyorum. Aynısı bana da çok yapılıyor tabi. Her birimiz, bir diğerinin oyuncağıyız, bu yazgının değişmesi çok zor. Toplum denen bu kıskaçta yaşadığımız sürece nasıl doğa kanunları varsa şehrin kanunlarına da uyacağız ve şehir kanunları insanların birbirini yıpratmasını öngörüyor, birbirimizi erken tüketmemizi. Taa ki "yalnızlıktan başka dostum yok benim" dedirtene kadar.

O cümleden sonrası zaten tükeniş.
dahası...


Ne kadar çok kıyafetimiz var değil mi? Bir çoğunu indirimlerden topladık mutlaka ya da sezonda paraya kıyıp aldık. Hepsi yepyeni, afilli. Ya da eşiniz dostunuz hediye etti, manevi değeri büyük yahut benim gibi genelde gidip 2. el alıp eski yaşanmışlıklarına bir anlam yüklüyoruz. Bir diğeri eskimeden ya modeline, ya rengine ya da fiyatına aldanıp bir yenisini alıyoruz. Sonra dolabımızda giymeyeceğimiz ya da birkaç kez giyip unuttuğumuz kıyafetlerimiz yüzü koyun bir şekilde yatıyorlar.

Şimdi size "gereksiz kıyafet almayın, Afrika'da giyemeyen insanlar var" muhabbeti çevirmeyeceğim, hele ki "bunların hepsi kapitalizmin oyunu" şeklinde bir nutuk da çekmeyeceğim. Tek merak ettiğim kıyafet denen kavram olmasaydı işlerin nasıl olacağı sorusunun cevabı. "Olur mu öyle şey, insanız biz, tarihten beridir kıyafetimiz var" demeden önce sadece bir düşünün, kıyafetsiz bir yaşam nasıl olurdu diye. Aslına bakarsanız nüdizmi savunuyorum içten içe ama toplum gerekliliklerinden dolayı da örtünmem gerekiyor.

Kıyafet benim nazarımda kibirdir. Evet evet kibir. İnsanoğlunun %98'i giydiği kıyafeti örtünmekten ziyade gösteriş, daha güzel görünme amacıyla giyiyor. Şimdi bu konuda anlaştığımızı var sayıyorum, ben de o yüzden giyiniyorum çünkü. 

"Gelelim kıyafet olmasaydı nasıl olurdu?"nun cevabına. Her şey daha yalın olurdu bence. Birbirimize bakarken "ne giymiş?" diye baştan aşağı süzmezdik insanları, ayakkabısı bizimkinden pahalı diye eksikli hissetmezdik. İş görüşmesine gideceğiz mesela,  pahalı takımlar almak zorunda kalmazdık. Kendimizi yâre beğendireceğiz diye saatlerce kıyafet seçmez, yenisini almazdık. Toplum içinde yer edinmek ya da daha üst mevkilere erişmek için ambalaj değiştirmezdik. "Biz" olurduk. Tamamen kendimiz. Yalın halde. Birbirimizin gözlerine bakardık. Ambalajdan karakter tahlili yapmazdık. 

Karşı ya da hemcinslerimize de ilgimiz kıyafetle orantılı gitmezdi. Mini etek ya da vücut hatlarını belli eden kıyafet giyen insanları sadece kıyafetlerinden dolayı beğenmezdik. Libidomuz bu denli artmazdı seksi kıyafetler giyen insanları gördüğümüz gibi. Önce tanırdık birbirimizi, kıyafetlere aldanmadan. Gözümüz göğüs dekoltesine takılmazdı muhabbet ederken, odaklanıp dinlerdik insanların ağzından çıkan her cümleyi. Belki de anlaşmazlıklar daha kolay çözülürdü kıyafet olmasa. Bir insana kıyafetine göre insan muamelesi yapmazdık belki, kim bilir. Ne bileyim belki de hiçbir şey değişmezdi yalnız benim inancım kıyafet olmasaydı her şeyin daha güzel olabileceğinden yana, sence?

Hadi kıyafet denen olguyu çıkardınız, ne diye erkeğe pantolon zorunluluğu getirdiniz? Bence etek erkek elbisesi olarak evrilmeliydi! Bizim yumurtalarımız dışarıda, pantolon rahatsız ediyor!
dahası...


"Kendini değersiz hissettiğinde, kendini değil, çevreni değiştir" diye bir cümle okudum bir zamanlar, akla yatkındı. Hemen herkesin aklına yatar ama uygulamaya koyan çok az kişi olur. Aynı çevreyle lanet ede ede, onlara söve söve devam eder yaşamına insanlar. Yüzüne gülüp arkasından konuşarak, yüzünü görmeye, muhabbetini çekmeye tahammül edemeden sürdürür ilişkisini. Belki çıkarı vardır, belki kendine yediremez, belki de o hayatından çıkaramadığı insan için üzülür vs. ama çıkarmaz hayatından. Bir çoğunun kan bağı da yoktur, yine de sanki mecburmuş gibi katlanır, kendini değiştirmeye çalışır.

Çevre değiştirmekten neden korkar insanlar? Yeni birisine alışmak, tanımak o kadar zor mudur? Ya da değiştirmeyi düşündüğü çevreyi bırakmak ihanet midir? Şu üç günlük hayatta, ona buna söverek, huzurlu olmadan yaşamaya çalışmak, "insanlar ne der?" diye kaygılanmak nasıl bir yaşam biçimidir? Misal; sürekli görüştü çevreyi artık sevmiyor insanlar ama yeni bir çevre edinip o çevreyi geride bırakmıyorlar, sadece söylenerek devam ediyor o sevmediği çevrede yaşamını sürdürmeye. Bir süre sonra olmadığı bir insan olmaya başlayınca, bunun ayırdına varabiliyorsa "ne yapıyorum ben?" demeye başlıyor insanlar.

Ne yapıyorsunuz siz? Çevrenize kendinizi kabul ettirmek için kendinizden ödün vermeniz doğru mu sizce insanlar? Olmadığın bir insana dönüşmek, kendini değiştirmek çevre değiştirmekten daha mı ahlâklı bir davranış? Daha mı kolay yoksa? Neyden korkuyorsunuz insanlar? Görüşmek istemediğiniz insanlara "lütfen siktir git!" diyemeyecek kadar aciz misiniz? Ne sevdiğinizi ne sevmediğinizi birbirinize söylüyorsunuz, bu kadar zor mu insanlar? İnsan olmanın gerektirdiklerinden olmalı hisleri rahatça dile getirmek.

"Sen yine neyin ahkâmını kesiyorsun?" diyen çatlak sesler çıkacaktır arada, diyorum ki ben artık çevremi sevmiyorum, aranızdan bir çoğuna artık katlanamıyorum, sevmiyorum sizi insanlar. Size göre kendimi yontmaya çalışmaktan, olmadığım bir insana dönüşmeye çalışmaktan yıldım. Beni ben olduğum için kabul etmediğiniz sürece de sizinle görüşmeyi reddedeceğim. Artık kendimi değil, çevremi değiştiriyorum.

Bazen de farkıma varılsın diye gidiyorum, kıymetim anlaşılsın diye. Daha önce birkaç kez yaptım, çevremi tamamen değiştirdiğimde ya da çevremi terk eylediğimde kıymetimin farkına varılıyor, o yüzden de gidiyorum bazı bazı. Kıymetimin farkına varılmıyorsa zaten o çevre için kıymetli olmadığım anlaşılır, gitmek için geç bile kalınmıştır o vakit.

"Kıymetimin farkına varılsın diye gidiyorum" cümlesini kibrimden söylediğimi düşünmeyin. Bu sadece benim için geçerli değil, herkes değerlidir, değersiz tek bir canlı yok. Sadece her insanın değer kıstası farklıdır o yüzden değerli ya da değersiz olarak değerlendirir insanlar birbirini.Ben değerliyim, bunun farkındayım, bu farkındalığım azaldığı için gidiyorum, farkına varın diye gidiyorum. Sizin değerinizin de farkına varılmıyorsa gidin, öylece dağınık bırakıp gidin.

İnsanlar azizim, ne kadar ilginçler değil mi? Ben mi? Yok canım, ben kendimi anormal sanırdım, bildiğin düz, sıradan, normal bir adammışım.

dahası...


"Alo, n'aber baba?"
"İyidir evlat, senden n'aber?"
"İyi benden de. Ne diyeceğim baba; Şimdi ben burada okumaya devam edersem en az 3-4 yılım hatta belki daha da fazla. Önümü de göremiyorum burada, haybeye gün tüketiyorum. Diyorum ki, gelsem ben oraya, orada devam etsem eğitimime, ne dersin?"
"Para pul yüzünden ise onu hallederiz, onun için geliyorsan hiç gelme!"
"Hayır baba ya, ben de çalışıyorum zaten, kendi paramı kazanmaya başladım. Ben burada hiç huzurlu değilim. Dediğim gibi okul ilerlemiyor zaten, bir de sizi çok özlüyorum. Saksı gibi hissediyorum kendimi burada, öylece oturuyorum. Ayrıca ben ileride burada yaşamak istemiyorum, dolayısıyla öğrendiğim peyzaj, bitki, toprak, iklim buranın şartları ve oraya döndüğümde hiç bir işime yaramayacak. Yani buranın diploması pek iş yapmayacak orada. Bir de dediğim gibi mutlu da değilim burada. Gelsem yine beraber proje yürütsek, orada okusam?"
"Mutlu değilim orada diyorsun."
"Evet baba ya!"
"Gel o zaman, nasıl istersen koçum. Sen de ki ben Mozambik'te mutlu olacağım, oraya göndeririz, Amerika de oraya. Her zaman, tüm kararlarında arkandayız."
"Ona şüphem yok zaten, çok teşekkür ederim. Hem beraber çalışırız yine eskisi gibi."
"O da çok iyi olur, bunaldım iyice! Yetişemiyorum işlere. İş bölümü yaparız, sen, ben, Behlül."
"Tabi! Hep birlikte çalışınca altından kalkarız evelAllah."
"Çok iyi olur. O zaman sen işlerini hallet, dönüş tarihini söyle, bilet işine bakalım."
"Tamamdır baba, çok teşekkür ederim tekrar."
"Ben teşekkür ederim oğlum, görüşmek üzre."

*8 yıldır okuyorum ve bu 3. okul değiştirişim olacak, 3. şehir ve arada ülke değiştirme mevzuları da var. Buna rağmen hala aynı anlayışı sürdüren babama büyük bir alkış, Allah'ım ben de böyle bir adam olabileyim! İdolümsün baba.
dahası...


Denize olan ilgisizliğim düzgün bir vücudum olmamasından diye düşündüm hep, doğru olma ihtimali de oldukça yüksek yalnız bir ihtimal daha var bugün aklıma gelen, ne mi?

Yirmi dört yaşımın yarısından fazlasını bitirdim, yirmi beş yaşımın dolmasına yaklaşık dört ay var ve ben kendimi bildim bileli aşık olurum. Ayran gönüllü değilim, aşık olunca öyle ölesiye falan oluyor ve bir sonuca bağlamadan da geçmiyor, başkasına da yönelmiyorum. En azından şimdiye kadar öyle oldu.

Ve bu gönül meselelerimde de karekterimi oluşturan anti sıradanlık hakimdi. Dibine kadar yaşadım kimi sevdiysem. Kâh çocuk aklımla şiirler yazdım, kâh gecenin bir yarısı kek yapıp kapısına dayandım, kâh imkanlarımı zorlayıp şehir değiştirdim vs. Hep şaşırtmaya çalıştım sevdiğimi. Başarılı olduğum zamanlar da oldu, çuvalladığım zamanlar da.

Gelelim deniz meselesine. Ben şimdiye kadar hiç mavi gözlü birine vurulmadım. İlginç değil mi? Hiç karşıma aşık olacağım mavi gözlü birisi çıkmadı. İş bu yüzden sanırım denizin karşısına geçip o gözleri ararcasına uzun uzun denizin maviliğine bakmadım ya da göremediğim zamanlarda avunmak için denize sığınmadım. Yani deniz kimseyi getirmedi aklıma benim, kimsenin gözü gözümde canlanmadı denize bakınca. Dolayısıyla deniz hiç bir zaman etkilemedi beni o kadar.

Yeşil etkiledi beni hep, kahverengi. Orman yani, doğa. Annem yeşil gözlüdür ve her erkek çocuğu gibi tanıdığım ilk kadın olmasından kaynaklı ilk aşktır anne. Onu mu aradım acaba ormanlardaki yeşilde. Doğanın etkileyiciliği annemin gözlerinden mi gelir acaba? Yani insanların denize baktığında hissettiklerini, ben ormanlara baktığımda hissediyorum ya da en azından onların bahsettikleri hisleri.

Ormanlardaki kahverengilikler ise şimdiye kadar kapıldığım kızları çağrıştırıyor olabilir diye düşündüm bir de. Ne de olsa beyin bu, nereden neyi çağrıştıracağı belli olmaz. Saçmalıyor olabilirim ancak doğru olma olasılığı üzerinde duruyorum şu an.

Kim bilir, belki bir gün mavi gözlü bir sevgilim olur, karım olur, kızım olur, o zaman deniz tutkum başlar.
dahası...



"Bir gün bir uyanmışsınız, bakmışsınız hayalini kurduğunuz her şey için geç kalmışsınız. Yapmak istediğiniz bir şey varsa şimdi yapın" ya da "kendinizi değersiz hissediyorsanız, kendinizi değil, çevrenizi değiştirin" ya da ne bileyim "seviyorsan git konuş abi"ciler falan. Buna benzer milyonlarca söz var ya da kitap/film alıntıları. Okuyunca "adam haklı lan!" diyoruz hepimizde, anlık gaza geliyoruz falan. İyi de gidip o adamlara sormak isterim, o kadar laf etmişsin de bir tanesini kendin uygulamış mısın? Uygulamış olsan bunları söyler misin? Anca laf! Milleti gaza getir, kendin kıçının üstüne oturmaya devam et. Hayır neyin kafası bu? O kadar hevesliysen kendin yapsana arkadaş. Steve Jobs mesela "siktiredin tüketip durmayı, gidin hayatınızı yaşayın, bunlar kapitalizmin oyunları" falan derken o oyuncaklardan en çok rağbet görenleri üretenlerden birisi sen değil misin?

"İmamın ya pdediğini yap, yaptığını yapma" diye bir ata sözümüz var tabi. Bence o kafada sarfedilmiş cümleler bunlar, aksini kabul edemem. Muhtemelen insanlardan ziyade kendine telkin gibi olsa gerek. Benzerlerini ben de çok yapıyorum buralarda. Kendimce etiketli yazılarda sıkça raslayabilirsiniz ancak orada yazılı şeylerin hiç birini ben de uygulamıyorum ama ahkâm kesmek güzel oluyor, siz de yapın.

Kişisel gelişim şeyleri falan da tırt, inanmayın öyle şeylere.
dahası...


Viyana bu ara resmen gitme diye yalvarıyor gibi geliyor. İlginç şeyler sunuyor her geçen gün.

- Buraya geldiğimden beri edinmek istediğim bir arkadaş edindim mesela. Her şeye hevesli, Japonya aşığı falan.
- Sonra bir palyaço ile tanıştım, Bilkent'te okumuş o da, hem de aynı dönem. Kafadan "erkek arkadaşım vs." diye girmese gönlü bile kaptırabilirdim, aşırı tatlı birisi.
- Gidecek olmamdan mıdır nedir, herkes iyi davranıyor.
- Ev işim rayına girdi, rahata kavuştum.
- Okul her zamanki gibi patlamış durumda ama teknik üniye geçip telafi edebilirim, önü açık ve okuldan harç ücreti almıyorlar artık.
- Patronum bile üzüldü gideceğime "bir git, kafanı dinle, belki dönersin. Bunlamışsındır, alıştık sana da" dedi, üzüldüğü görülebiliyordu.
- Uçan kuşa borcum olsa da ucu dönmeye başladı.
- FRP toplantıları düzenlemeye başlayacağız, DM'lik kurallarını öğrenir öğrenmez.
- Reyiz bir süre bizimle yaşayacak!

Birkaç tane daha şey vardı ama şu an hatırlayamadım. Yani Viyana remen son kozlarını oynuyor gibi ama yemezler koçum, şimdiye kadar üzdüklerine say!

Kaldı ki "gel" diyenler "kal" diyenlerden hala çok fazla, "öyle yürekten çağırma beni, bir gece ansızın gelebilirim" diyorum ben de.

*Giderayak Viyana karşıma bir de aşk falan çıkartırsa yok artık diyeceğim. Bu kadar da yavşaklık olmaz!
dahası...


"Yapamadın değil mi?"
"Yapamadım."

Bankta suskunluğu bozan ilk tümceler olmuştu.

Neydi peki yapamadığın? Dersler mi ağır geldi? Neden pes ettin?"
"Düşündüm."
"Neyi?"
"Neden yaşadığımı."
"Buldun mu?"
"Bulsam burada olmazdım, hala arıyorum. İşte bu yüzden yapamadım."
"Avrupa'daydın, mis gibi yaşamın vardı, yediğin önünde yemediğin arkanda, her milletten kadın" dediğinde kafamı kaldırdım.
"Kadın mıdır hayatın anlamı?"
"Nedir?"
"Mutlu olmak."
"Mutlu değil miydin orada?"
"Hayır."
"Burada olacak mısın peki?"
"Denemeden öğrenemeyiz değil mi?" deyip kalktım ayağa.
"Nereye?"
"Yürüyelim biraz."

Birkaç adım attık, belki birkaç yüz, ya da birkaç bin. Saymadım. Bir büfenin önüne gelince durduk, puro bendendi, kolalar Anıl'dan. Başka bir bank bulup oturduk tekrar.

"Anlatmayacak mısın?"
"Anlatacağım. Biliyor musun Anıl, sen bile samimi gelmiyorsun artık bana."
"Neden lan? Ne oldu?"
"Eskiden kolayı bir litre alırdın, şimdi ise iki tane yarım litrelik kolalarla oturuyoruz bankta. İçtiğimiz puro bile iki tane."
"Nasıl yani?"
"Yani önceden paylaşırdık değil mi? Samimiydi her şey. Sadece şu anki manzaraya baktığımda bile samimiyetimizin ne denli azaldığını görebiliyorum, paylaşımımızın. İşte orası da öyleydi. Şarabı kadehlerle içmeye başlamıştık insanlarla. Halbuki önceden bir şişeyi çevirirdik beraber."
"Konuyu nasıl buraya getirebildin? Gidip litrelik alayım."
"Sence bunun farkına vardıktan sonra yaptığında bir anlamı olur mu? Önceden içgüdüseldi bu davranış, şimdi uyarılmadan farkına varmıyorsun."
"..."
"Bir dostu kaybetmenin hayatımın en büyük acısı olduğunu söylemiştim değil mi?"
"Evet."
"O kadar fazla dost kaybettim ki Anıl, nasırlandım artık, hiç acımıyor biliyor musun."
"Oğlum ne alakası var? Buradayım işte, aynı her şey."
"Değil. Neyse. Ne diyorduk? Hah, yapamadım."
"Neden peki?"
"Mutlu değildim Anıl. Denedim, yaparken keyif almayı denedim. Olmadı. En büyük etken neydi biliyor musun Anıl? Benimle birlikte yapacak kimsem yoktu."
"Mazeret bu. Kendi başına da yapabilirdin."
"Evet ama yapamadım işte, belki de ben beceriksizimdir."
"Yıllardır okuyorsun oğlum, bir karşılığı olsun artık bu sana verilen emeklerin."
"Var."
"Nasıl var? Hovardaca vaktini harcıyorsun sürekli, bir baltaya sap olduğunu gören yok henüz."
"Nasıl bir baltayı kastediyorsun."
"Okul diploması diyorum, kariyer diyorum, gelecek diyorum."
"Bunlar mı seni ayakta tutacak olan?"
"Ya ne?"
"Huzur, mutluluk. Mutlu değildim orada."
"Mutlulukla mı aile geçindireceksin ileride?"
"Sen diplomayla mı geçindireceksin?"
"En azından devlet tasdikli bir kağıdım var, o işi bildiğimi gösteriyor."
"Ben de bir çok işi biliyorum, birinin tasdiklemesine ihtiyacım yok. O kağıtla da iş bulamayabilirsin."
"En azından senden bir adım önde olacağım kesin."
"Muhakkak. Ancak mutluluk bir adım geride, farkında mısın?"
"Değilim. Saçmalamayı kes! Paran olmadan ne kadar mutlu olabilirsin?"
"Parasız olacağımı kim söyledi?"
"Daha az para ama."
"İhtiyaçlarımı karşılayacak kadar para kâfi gelir."
"İhtiyaçlar hiç bitmez ama, her zaman daha fazla para gerekli."
"Barınma ve yeme içme haricinde ne gibi bir ihtiyacın olabilir? Geri kalan şeyler egonu beslemek için. Onlar için hiç bir zaman para yetmez. Elinde nakit kadar ihtiyaç yaratırsın. Benim tek ihtiyacım olan huzur."

Sustuk bir süre. Elimdeki kolaya baktım, o an hiç bir şey düşünemedim, sanırım Anıl da düşünemedi. Bir nefes daha alıp arkama yaslandım, dumanı iyice sindirdikten sonra saldım dışarıya bir kısmını, geri kalanı ciğerlere yapışmıştı yine.

"Biliyor musun Anıl?" diye konuya girdim tekrar "her nefes alışımızda, her sigara çekişimizde, her yudum kolada ölüyoruz."
"Biliyorum."
"Peki bunu senin yanında, ailemin yanında, huzurlu olduğum yerde yapmak varken neden Isi'nin yanında, Manuel'in yanında yapayım?"
"Daha iyi bir gelecek için."
"Gelecek yerin dibine batsın" dedim biraz sesimi yükselterek. "Özür dilerim. Senin gelecekten tek anladığın daha fazla para kazanmak değil mi?"
"Bir nevi."
"Kafam ne kadar rahat olursa o kadar huzurlu olurum, ne kadar huzurlu olursam o kadar başarılı olurum. Hem de senin başarı anlayışındaki başarı bu."
"Neymiş başarı anlayışım?"
"Para kazanmak. Stres altında ben bunu yapamam, bu yüzden buradayım."
"Bir tek sen miydin orada stres altında olan? Herkes stres altında ve bir şekilde başarıyorlar."
"Başarmıyorlar, çırpınıyorlar."
"Korkaksın sadece."
"Bilakis, aralarında en cesur olanlardanım, dönebilme cesaretini gösterenlerdenim."
"Peki senin gibi oraya giden diğerleri? Onlar ne yapıyorlar?"
"Dedim ya, çırpınıyorlar. Her geçen gün daha da saplanıyorlar oraya ve dönecekleri günü erteliyorlar sadece. Her gün yeni hayallerle çıkıyorlar birbirlerinin karşısına ve her yeni gün o okulun bitmesi bir dönem daha, bir dönem daha uzuyor. Aynı durumda olduğumdan biliyorum, her gün 'şu dersleri verirsem 4 yıla biter okul' dedim. Şu anda o süre 6. senesine ulaştı, o dersler hiç verilmedi."
"Bence sen bir anlık cinnetle vermişsin o kararı, çulsuzluktan çektiğin sıralar."
"Aksine, tam da her şey düzeldiğinde verdim bu kararı. O zamanlar sağlıklı düşünemiyordum."
"Yine de paran olsa nasıl yaşardın orada biliyor musun?"
"Huzurum olsa yaşardım, param değil."
"Huzursuzluğun parasızlık değil miydi?"
"Hayır, samimiyetsizlik, amaçsızlık."
"Amacın okumaktı."
"Amacıma ulaşamayınca amaçsız kaldım işte."
"Fevri davranıyorsun bence, dünyanın en yaşanılası şehri orası, istatistikler söylüyor."
"Neyin istatistiği bu? Caddeden kedi bile geçmiyor! Nasıl yaşanılabilir bir yer olabilir? İnsanlar birbirinin yüzlerine bakmıyor, yaşlıların hepsi yalnız, aile denen kavram yok, arkadaşlıklar sadece bar masalarında, ilişkiler ona keza. Hangi istatistik bunu göz önünde bulunduruyor? Yeme içme alışkanlığı bile yok, kuru fasülye yok mesela, rakı masası yok. Nasıl dünyanın en yaşınabilir yeri olabilir?"
"Elin boş geri dönüyorsun yani?"
"Yoo. Daha önce sana iki yıl boyunca neler yaptığımı anlatmıştım. Çok fazla şeyle dönüyorum geriye." (bkz: iki yılın özeti) Ayrıca insan nasıl kendi ayakları üzerinde durur öğrendim. Hala öğreneceğim çok şey var ayaklar üzerinde durmayla ilgili ama epey yol katettim."
"Bildiğin gibi yap Bilal, daha ne diyeyim."
"Deme bir şey, çek bir nefes, arkana yaslan, tak şu kulaklığı da."

Muhabbet sonu alışılagelmişlerinden Kesmeşeker açtık tekrar, purodan bir nefes daha alırken kapadım gözlerimi, tüm Viyana hayatımı kısa film tadında izledim, fonda İşte Güneş, hiç batmadı ki...

dahası...


"Bir zamanlar" diye başlayan cümlelerin hiç birisi beş para etmiyor. "Bir zamanlar" çok zengin olabilirsiniz, çok mutlu olabilirsiniz, çok sevebilirsiniz, çok sevilebilirsiniz, çok değerli olabilirsiniz. "Bir zamanlar" her şey olabilirsiniz. Her şey! Peki ya şimdi? Ne oldu o "bir zamanlar"a? Hangi zamandı o "bir zamanlar"?

O "bir zamanlar"da her şey farklıydı değil mi? Hani sigara falan bile daha ucuza satılıyordu. Belki Türk Lirasında hala altı tane sıfır vardı. Belki Tayyip yoktu iktidarda, Hagi hala oynuyordu Galatasaray'da. Sahi ne zamandı o "bir zamanlar"? Doğu Almanya var mıydı o zamanlar? Sovyetler? Körfez savaşı yapılmış mıydı? Peki ya Woodstock?

Gerçekten ne zamandı o "bir zamanlar"? Kaçıncı sınıfa gidiyordunuz? Okumayı sökmüş müydünüz? Zillere basıp kaçacak kadar boyunuz uzamış mıydı? Kıyafetlerinizi annenizin seçtiği zamanlar mıydı o "bir zamanlar"? Yoksa okulun duvarından atlayıp kuytu köşelerde sigara içtiğiniz zamanlar mıydı? Belki de dershaneye diye evden çıkıp arkadaşlarla bira içtiğiniz zamanlardı o "bir zamanlar"?


Siz çocuk muydunuz o "bir zamanlar"da? Ne zaman farkına vardınız o "bir zaman"ların daha iyi olduğunun? "Bir zamanlar" aklınız eriyor muydu? Kaygılarınız bu denli fazla mıydı? "Bir zamanlar" daha fazla sevilmeninizin nedeni daha fazla seviyor olmanız olabilir mi? Ya da daha fazla sevmenizin nedeni daha fazla seviliyor olmanız? "Bir zamanlar" daha zengin olmanızın nedeni daha az ile yetiniyor olmanız olabilir mi?


"Bir zamanlar"ın daha iyi olmasının sebebi sizin daha iyi olmanız olabilir mi? "Bir zamanlar"a dönmeniz için zaman makinesi icat edemem ama siz, içinizdeki o "bir zamanlar"ki sizi uyandırabilirsiniz, işte o zaman her şey "bir zamanlar"daki kadar güzel olabilir.

En azından denemeye değer.
dahası...


Köklerinden uzaklaşmak ne kadar zor bir şeymiş. Bedenen uzaklaşsan da ruhunun bir kısmını köklerine sıkı sıkı bağlayıp devam ediyormuşsun yaşamına. Oradaki parçana ise uzaktan bakmaya başlıyormuşsun.

Uzaktan köklerime baktığım zamanlardan biri yine. Buradan ne kadar da net görünüyor her şey, kabak gibi ortada. Köklerine dair, köklerine ait ne varsa görünüyor uzaktan. Riya yok, yalan yok, mış gibi görünmek yok. Her şey ortada, apaçık ortada. Ailen orada, dostların orada, eski sevgililerin, platonik aşkların, tanıdıkların, sadece selamlaştıkların, kızdıkların, sövdüklerin, ağladıkların...

O bıraktığın parçana insanların tavrı, ilgisi, sevgisi, yaklaşımı nasıl ise oradaki parçan şekilleniyor. Oradaki parçan hatırlandıkça daha fazla parça bırakmaya başlıyorsun köklerine, unutuldukça da oradaki parçanın değersizliğine üzülüp onu da alıyorsun yanına, bir süre sonra da toz zerresi kadar kalan o parça hiç bir şey hissetmeyen, sadece gözlemci gibi, zorunluluk gibi kalıyor orada. Mesafe uzadıkça daha iyi görünür oluyor oradaki parçadan köklerin. Çürük olan kökler hangileri, hangi kökler sağlam bir şekilde hala ilk günki tazeliği ile duruyor, hangileri daha da güçlenmiş seçebiliyorsun. Geriye tek kalan çürükleri ayıklayıp yola devam etmek oluyor.

Sorgulatıyor köklerden ayrı kalmak. Madde olarak köklerle beraberken yaptıklarını, verdiklerini, aldıklarını, fedakarlıklarını, yardımlarını.Köklerin seni nereye ve nasıl taşıdıklarını irdeliyorsun sonrasında. Kendini irdeliyorsun aslen. "Ben bu köke mi aitim?" sorusu geliyor akabinde. "Bu kökler mi benim köklerim?"

Saygıyı sorguluyorsun, hoşgörüyü sorguluyorsun, sevgiyi, samimiyeti. Orada olan parçandan da burayı sorguluyorsun. Oradan buraya bakıyorsun bu sefer. Dallar ne alemde? Yanlış tarafa uzayanlar var mı? Yanlış aşılar ile uyumsuz dallar gerçek dallara kenetlendi mi? Yeterince saygı, sevgi, samimiyet var mı dallara? İyi bakılmış mı? Kıymeti bilinmiş mi?

Bir çoğunun da cevabını gözle görebiliyorsun, işte o zaman yaralanmalar başlıyor. Kökteki bozukluklar, dalları, daldaki yanlışlar tüm ağacı etkiliyor. Kök, dallara yapılan müdehale karşısında sükunetini korurken bir medet umuyorsun, ufacık bir yardım eli. Uzanmıyor. Kök kendi halinde takılmaya, bazen de çürümeye devam ediyor. Umudunu en sağlam köklere yüklüyorsun, hayallerini de dallara. Köklerin azlığından mütevellit o umutlar çürüyerek bayrağı bir diğer köke devrediyor, hayaller ise sürekli büyüyüp şekil değiştiriyor. Solan hayaller, kuruyan umutlar kadar incitmiyor ağacı, bir diğer daldan devam ediliyor ne de olsa.

Ruhumdan, olabilecek en büyük parçayı köklerime bıraktığımda o kökler sayılamayacak kadar çoktu. Şu anda her gün bir tanesi soluyor, umutlar ile beraber. En güvendiğin, en sağlam kökler bile bir süre sonra ağacı beğenmeyip ya da yadırgayıp kayıp gidiyor ağaçtan. Ancak daha tohumken, filizken oluşan kökler, o sağlam sandığın sonradan çıkan köklerden daha fazla umut verip, daha fazla besliyor ağacı, dalların daha da ileriye, kurumadan uzanabilmesi için var gücüyle çalışıyor o ilk kökler.

Bazen bir bahçıvan gelip buduyor o dalları, bazen de diğer dal engel oluyor gelişmesine bazı dalların. Buna rağmen o asıl kökler ağacı gece gündüz beslemeye devam ediyor. Bir yerden sonra da tek dayanağın o ilk kökler oluyor. Dallarda da yanlış budama neticesinde ortaya çıkan yanlış dala besin aktarımı, gün geliyor ağacı bile kurumakla tehdit ediyor. Bazen de diğer dalın kibri, bir diğerinin gelişmesini önlüyor.

Bazen düşünüyorum da uzaktan hiç bakmasak kendimize. Hep o zavallı, her şeye inanan, hiç bir şey bilmeyen ağaçlardan olsak diyorum. Köklere bağlamış olduğumuz ruhlarımızın parçalarının, bazı kökler için paçavradan daha değerli olmadıklarını fark etmesek. Kendinden ödün vererek, kendini yarım bırakmak pahasına o köklere bıraktığımız parçanın değerinin bilinmediğini görmesek.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine olsa Nazım'ın da dediği gibi. Hayat ağacını güzel beslesek. Gelişmek için gübremiz organik olsa ama insan mahsulü olmasa, sıçmasalar köklerimize.
dahası...



İnternete hala "şeytan icadı!" diyenler var mıdır acaba? Teknolojiye öcü gibi yaklaşan, "yok aga, gideceksin domates yetiştireceksin, bilgisayar, televizyon olmayacak" diyenler? Bir ara ben de diyordum benzeri şeyler. Cahilliğin dayanılmaz hafifliğini özlüyordum, primitiv yaşamın hayalini kuruyordum, belki içten içe hala kuruyorumdur ancak internetin hayatımıza kattıklarını düşünecek olursak bu saatten sonra bunları reddetmek, bahsettiğim şekilde yaşamı benimsemeye kalkarsak en fazla Don Quixote'un yel değirmenlerine saldırmasını tekrarlarız.

Şimdi size "ne kadar güzel bak bilgiler daha hızlı, alış veriş, bankacılık vs" diye anlatmaya başlamayacağım. İnternetin en büyük nimeti bu saydıklarımdan ziyade herkese ulaşabilme lüksü. Bence en önemli kısmı burası. Sanalda kahraman yoktur, herkes belli bir zümrenin kahramanı olabilir, herkes bir şekilde, bir çevrede ünlü olabilir, kendi kitlesini oluşturabilir ve daha da önemlisi gerçek hayatta, zamanında televizyondan salyamız akarak izlediğimiz "ünlü" insanlar ile eşit şartlarda yarışabiliriz.

Önceden konserlerde uzak bir köşeden (ya da en önden) kıçımızı yırtarak sesimizi duyurmaya çalıştığımız şarkıcıya, seminerine ya da fakültedeki söyleşisine gittiğimiz, mikrofon sırasının bize gelmesi için çırpındığımız bürokratlara, imza gününde, sadece bir anlığına bir araya gelme şansı yakalayabildiğimiz, fırsat bulabilirsek iki kelâm edebildiğimiz yazarlara ve nicelerine iki tık ile ulaşabilmek olabilecek en adil ve eşit fırsat şu anda. Medyanın seçtiğini değil de kendi seçtiğimizi okuyabilmek, duyabilmek, izleyebilmek de bir diğer fırsat.

"Herkesin eşit olması hayali" meydanlarda bağırarak/savaşarak devrim yapmaya çabalamaktansa her bireye internet kullanımını yayarak sanal/teknolojik devrim olarak sağlamak daha kolay, daha hızlı ve daha verimli geliyor gözüme. Özellikle Twitter ve Facebook'un kullanımının yaygınlaşması, "ünlü" ünsüz her kesimin bu akıma dahil olması ve bu temel üzerinde zerre kadar sınıf ve statü farkının olmaması beni bu düşünceye sevk etti. Yani hepimiz sanal denen bu yerde (gezegen mi dersiniz artık, ülke mi dersiniz yoksa evren mi o size kalmış) kişisel özgürlüklerimiz ile kimseye hesap vermeden ve hiç bir hiyerarşik sisteme maruz kalmadan kafamıza göre ahkam kesebiliyorsak, sanal evreni anarşist bir düzen olarak niteleyebiliriz. İsminizi kendinizin seçebildiği, sadece isterseniz kendinizle ilgili bir şeyler paylaştığınız, sosyal sigorta numaranız, kimlik numaranız, anne kızlık soyadsız bir alan! Sonuna kadar tadını çıkarın, uçsuz bucaksız bu alan tamamen size ait, işte anarşizm.

Zaten bir gün her birey internet kullanmaya başlarsa internetteki bu başına buyrukluğu, bu özgürlüğü kendi yaşamına da yansıtmaya başlayacaktır. Tam da o esnada ılık ılık anarşizm rüzgarlarını hissedeceğimize inanıyorum.

Çok mu ütopik?

*Bunu da paylaşmadan geçemedim, hem çok güldüm hem de anlatmaya çalıştığım mevzuyu özetlediğini düşünüyorum:

dahası...


(...)
“Kedi sever misin?”
“Sevmeyen var mıdır?” diye soruma soruyla karşılık verdi.
“Var tabi, nankör derler hep, köpeği tercih ederler evcil hayvan olarak.”
“Köpek salaktır, köpek işte adı üstünde.”
“Nasıl yani?” dedim, anlam verememiştim söylediklerine.
“Köpeğe iki gün ekmek ver, sonrasında hiç bir karşılık beklemeden kapında yatar kalkar, seni sahiplenir, korur kollar. Aç bıraksan da tekmelesen de gitmez bir yere ama kedi öyle mi?”
“Bunun nesi yanlış?”
“Kendini düşün. Biri sana sürekli kötü davransa, itse, kaksa hala peşinde dolanır mısın? Aç bıraksa, ilgilenmese?”
“Tabi ama biz insanız.”
“O da hayvan, ne farkeder. Aynı canlı türüyüz, ikimiz de memeliyiz sonuçta. Böyle delicesine bağlanmayı anca köpek yapar, o da salaklığından. Kedi ise canına ufacık bir tak etmesinde çeker gider, gönlü hoş tutulmayınca terk eder ortamını, olması gerektiği gibi. İnsanlar da kendine güvenmediğinden dolayı olsa gerek köpeği tercih ediyor, kediyi de nankörlükle suçluyor. Sen hayvana yeterli ilgi, alaka ve şevkati gösterme ama yine de sana tapsın iste, bu nasıl adalet?”
“O konuda haklısın ama zaten bir çok alanda terkedilen, sevilmeyen birisi için bir canlı tarafından karşılıksız sevilmek hoş olsa gerek.”
“Tabii ki hoş, kim istemez ne yaparsan yap senin olan bir canlıyı ama bencillik bu, ego tatmini. Sen hiç bir şey vermeden almak istiyorsun, bunu insan ilişkilerinde de yapmaya kalkınca seni bırakıp gidiyorlar ya da seni incitiyorlar, en azından karşıdaki insan inciniyor. Bak gördün mü? Kedi bunların hiç birine mahal vermez.”
“Kediler insanoğluna daha yakın o zaman davranış olarak.”
“Kesinlikle! Hatta çok daha vefalı.”
“Haklısın, mesela bizim Bulut normalde ayak altında dolaşmaz, oynamaya çalışırsın kaçar, sadece kendisi oynamak istediğinde hareketlenir ama canın sıkkın olsun ya da senin üzüntülü olduğunu farketsin gelir yanına seni yalamaya başlar, sarılır, üstüne yatar. Bir nevi teselli etmeye çalışır, kara gün dostu gibi.”
“Gördün mü? Biz de sadece kendi canımız istediğinde ilgilenmez miyiz insanlarla ama yine de vicdanlı canlılar olduğumuz için arkadaşlarımızın canı sıkkınken gider teselli ederiz. Kediler de aynı.”
“O zaman nankör değil de açık gözlü mü demeli kedilere?”
“Açık gözlü biraz fırsatçı gibi oldu, ondan ziyade daha zeki diyelim, başına buyruk.”
“Senin gibi” dedim gülerek.
“Olabilir” dedi kedi gibi göğsüme sokularak.
“Kedi canını senin.”
(...)
dahası...


- Kaliteyi para ile ölçmek nedir?
- Faşizm nedir? Sadece sağ görüş mü yoksa baskı ile kısıtlamamı?
- Az ile yetinmek, çok ile yetinmek, kanaat etmek nedir? Yetinmek nedir? Ölçütü nedir?
- Herhangi bir zümreye ait olmak nedir? Zümre nedir? Kendinden olmayanı kabul etmemek?
- Kendinden olmak nedir? Olmak?
- Kendin kim?
- Alkol tüketmek, uyuşturucu tüketmek, tüketmek, tükenmek...
- Kıyafet. Giyinmek. Hep aynı, hep farklı. Farkı ne?
- Sevmek. Vücudu sevmek, ruhu sevmek, olmayanı sevmek...
- Çift olmak, o çiftten tek yaratmak, kişiliği indirgemek.
- Hayvan yemek, kanatlı, büyük baş, küçük baş...
dahası...


* Dut hikayesinden bir parça, henüz asıl yazının içine dahil etmedim, uygun bir yere koyacağım. Bakalım hepsini okuyabilecek misiniz.

"Sen neden vejetaryen oldun?" diye sordu başını göğsüme yaslayıp.
"Nasıl yani?" diye sordum, konu birden bire açılınca anlam verememiştim.
"Yani ne bileyim sağlıkla ilgili bir sorun mu? Yoksa böyle bir akım falan mı? Değişik mi olmaya çalışıyorsun?" dedi dalga geçer bir şekilde.
"Hee çok özeniyorum vejetaryenlere, o yüzden. Modası geçince et yemeye başlarım" dedim biraz tersleyerek.
"Ya hemen tersleme, anlamaya çalışıyorum."
"Yargılıyorsun! Anlamaya çalıştığın falan yok" gerçekten tepem atmıştı. "Ben senin tutum, davranış ya da tercihlerini yargıladım mı hiç? Ya da yargılar şekilde bir söz söyledim mi?"
"Haklısın, özür dilerim" dedi, başını göğsümden kaldırıp yüzüme bakıp "ama gerçekten yargılamak değildi amacım."
"Ekolojik denge ve hayvan hakları."
"Efendim?"
"Vejetaryen olma sebebim. Dahası da var tabi."
"Anlatsana biraz" diyerek daha ilgili bir şekilde dikti gözlerini gözlerime. Küvetin karşısına oturarak, göz temasında konuşmasına devam etti "ekolojik denge derken?"
"Dünyanın kaldırabileceğinden daha fazla hayvan üretiliyor. Daha fazla hayvan üretmek için de ağaçlık bölgeleri mera alanı yapmak için yok ediliyor ya da hayvan yemi üretmek için."
"Hiç farkında değilim."
"Özellikle fast food hamburger firmaları, şu dünya çapında zincir halinde bayilikleri olan."
"Öyle bir şey okumuştum sanırım."
"İşte o firmalar bildiğin fabrika gibi üretiyorlar hayvanları. Doğumundan kesimine kadar ahırdan çıkmıyorlar, gün yüzü görmüyorlar. Yani bir canlıdan çok sanayi malı muamelesi görüyorlar. Kesim şartları da ayrı bir sorun tabi."
"Kesim şartları derken?"
"Hayvanları bacaklarından asıp, testere gibi bir makineyle boğazlarını parçalıyorlar."
"Yaa! Tamam anlatma."
"Bir de 'islami usullere uygun olarak kesilmiştir' denir, hiç sanmıyorum. Her hayvan için salavat getirip 'bismillahi Allahu ekber' dediklerini hiç sanmıyorum."
"O ne demek?"
"Yüce Allah'ın adıyla."
"Onu mu demek gerek?"
"Evet. Besmelede 'bağışlayan, koruyan Allah'ın adıyla' denir ama ortada kesilen bir hayvan var, bağışlama tezat olacağı için öyle denir."
"Yani tam anlamıyla helal sayılmaz yediğimiz etler, öyle mi? Gerçi ben ilgilenmiyorum. Peki başka sebebi var mı?"
"Çook"
"Başka?" dedi daha fazla odaklanıp, ilgisini çekmişti konu.
"Mesela demiştim ya çok fazla hayvan üretiliyor, onun için ağaçlar kesiliyor falan."
"Evet."
"Doğaya tek zararı ağaç kesilmesi değil. Küresel ısınmanın başlıca sebebi olan karbon salınımı en çok büyük baş hayvanlar tarafından oluyor."
"Hadi canım?"
"Evet, istediğin kadar araştır. Büyük baş hayvanlar çok fazla karbon salınımı yapıyor, bunun yanında ekolojinin kaldırabileceğinden yani doğada olması gerekenden fazla hayvan olunca bu karbon salınımı katlanıyor, bu da küresel ısınmada en büyük etken."
"Tüm bunları nereden biliyorsun?"
"Araştırıyorum. Vejetaryen olmadan önce 2-3 yıl boyunca araştırdım, vejetaryenlerle konuştum, sonrasında tam olarak karar verdim. Öyle bir sabah kalkıp 'ben et yemiyorum artık' demedim."
"Peki yeterli beslendiğine inanıyor musun?"
"Tabii ki."
"Yani ne bileyim, yeterli vitamin, protein falan alıyor musun? Ette bulunan bir sürü vitamin, protein, mineral, ıvır zıvır var. Et yemeden yeterli gelir mi?"
"İnan fazlası var, eksiği yok."
"Cidden mi?"
"Elbette."
"Peki protein?"
"Baklagiller ve kuruyemişlerde ihtiyacın olan tüm protein var. Sadece B12 vitaminini alman gerekenden az alıyorsun ama zaten balık, yumurta ve süt ürünleri tüketiyorum, onlar yeterli gelecektir. Ya da organik sebzeler yani zirai ilaç, hormon kullanılmamış meyve, sebzeleri yıkamadan yersen onların üzerindeki bakterilerden de karşılıyorsun ihtiyacının bir kısmını. En olmadı takviye vitamin hapları alırsın."
"Hımm" ikna olmamış gibiydi.
"Ve ayrıca insan anatomisi otobur olarak evrimleşmiş."
"Ne gibi? Nasıl yani, anlamadım."
"Mesela dişlerin et çiğnemek için uygun değil, miden ve mide asidin de etleri sindirmek için yeterli değil. Tamam sindirebilirsin ama etoburlardan daha geç olur. Bağırsakların da aynı şekilde, otoburların bağırsak uzunluğuna daha yakın insan bağırsağı, etoburların çok daha kısadır çünkü et çabuk bakteri üretir ve bozulur. Bağırsakların uzun olunca orada daha uzun süre kalıyor sindirilmiş etler ve bu da dışkının daha kötü kokmasına, bağırsaklarında daha fazla bakteri üremesine neden olur. O yüzden etoburların bağırsakları çok daha kısa ve mide öz suları asidiktir."
"Oha! Tamam yeter, yoksa ben de yiyemeyeceğim."
"Doğduğundan beri hiç et tüketmemiş insanlar tanıdım, benden daha sağlıklıydılar. Yani 'et yemezsen yeteri kadar beslenemezsin' lafı sadece insanların aklına etsiz bir yaşam yatmadığı için."
"E nesillerdir alışmışız."
"İşte zaten cevap bu, alışmışız" dedim gözlerim parlayarak. "Et yemek alışkanlıktan öte bir şey değil. Nesillerdir böyle öğretilmiş ama belki ileride bu beslenme alışkanlığı değişir ve tüm dünya vejetaryen olur."
"E o zaman da doğanın dengesi bozulmaz mı? Nasıl diyeyim, bitkiler de oksijen üretiyor sonuçta."
"Ağaçları kemirmiyoruz canım benim" deyip bastım kahkahayı, sarılıp ensesinden öptüm Dut'un.
"Ya onu demiyorum, taşak geçiyor bir de."
"Anladım demeye çalıştığını ama şöyle düşün, sadece 10 kişiyi doyuracak bir hayvan en az iki yılda yetişiyor ve tükettiği bitki 200 kişiyi doyuracak kadar, o iki yılda yediği. Oysa bitki 1 bilemedin 2 haftada yetişiyor, en fazla 1 ay ve aynı kökten tekrar tekrar çıkıyor. Aradaki farkı sen hesap et."
"Yuh! Bunların hiç birini düşünmemiştim."
"Peyzaj okuyunca tasarımdan çok bunlarla ilgilendim ben. Sürdürülebilir bir yaşam nasıl inşa edilir, doğa nasıl tamir edilir diye, vejetaryenlikle başladım."
"Senin et yememen dünyayı kurtarır mı?"
"Belki evet, belki hayır."
"Ne demek o?"
"Belki benim et yememem yüzünden yılda bir hayvan daha az kesilir dünyada. Bildiklerimi insanlarla paylaşarak belki onları da bu duyarlılığa katarım. Kelebek etkisi yani."
"Vay be! Ne yalan söyleyeyim, Bilkent'te okuyorum deyince seni de o sığ adamlardan sanıp ilk seferde yaftaladımama sonra sende farklı bir şey olduğunu fark edip koştum peşinden, iyi ki yılmamışım."
"Şımartıyorsun."
"Hak ediyorsun" deyip sarıldı, öylece öpüştük bir süre.

(...)
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.