- alıntı -
Görkemli bir sirkti, ömründe ilk kez böyle bir yere geliyordu. Her ne kadar hayvanların doğasına uymayan hareketler yapmaya zorlanmasına karşı olsa, onların acı çektiğini bilse de bunu gözüyle görmek istiyordu. İçeri adım attığındaki şaşkınlığı yüzünden okunabiliyordu. Atlar, palyaçolar, cambazlar, hokkabazlar... Hayvanların şovlarını içi acıyarak izliyordu, yüzündeki tiksinti ve acıma ifadesi bundandı.

Sahneye ip cambazı çıktığında yüzündeki hayret, tiksinti, acıma, tüm hisler kayboldu ve sadece korku vardı. Kalp atışları duyulabilirdi, biraz dikkatli dinlenilseydi.

"Hiçbir kuvvet beni oraya çıkaramazdı" dedi yanında kayıtsızca izleyen arkadaşına dönerek.
"Düşmeyeceğinden emin olduğu için orada ya da düşse de başına bir şey gelmeyeceğinden. Sen de emin olsan sen de çıkardın" dedi, gözlerini cambazdan ayırmadan.
"Bilmem, belki."
"Yolda yürümek de çok korkunç bir şey mesela ama sen korkmuyorsun, bu yüzden yürümeye devam ediyorsun."
"Neden korkunç olsun ki yürümek?"
"Osteogenesis imperfekta hastası olduğunu düşün."
"O nedir?"
"Cam kemik hastalığı. Korkmadan yürüyebilir miydin yine? Ufacık bir tökezlemende tüm kemiklerinin kırılacağını düşünerek yürümekten korkardın."
"Haklısın, hiç böyle düşünmemiştim. Ama peki aşk?"
"Nesi varmış aşkın?"
"Ben başıma bir şey gelmez diye düşünerek aşık olmuştum."
"Emin misin?"
"Aslında..."
"Aşk da insanın kumar tutkusu olsa gerek. Altılıyı tutturan çok az kişi var" diye sözünü kesti.
dahası...




*Daha fazla sessiz kalamadım. 

Her şeyde Atatürk'ü öne süren Kemalistler bana hiçbir şekilde samimi gelmiyor. Bal yapmayan arılar gibi anca Atatürk şöyleydi, Atatürk böyleydi diye ahkam kesmeye başlıyorlar. Kimsenin Atatürk'ü anladığı yok. Eğer anlasalardı kendileri birer Atatürk olma yolunda çalışırlardı. 

Toplum olarak hep böyleyiz zaten. Hep bir kurtarıcı, hep bir ilahi güç, hep bir tarihten büyük kahramanlar bekleriz kurtulmamız için. Eğer Atatürk'ü azıcık anlasaydınız, O'nun inkılapçılık ilkesini de iyi anlamanız gerekirdi. Sen kendini hiçbir zaman yenilemez, hala 1923 cumhuriyetinde yaşamaya çalışır, son güncellemeni 1938'de yapmış olursan bugün sadece ah vah eder, Atatürk'ü sadece çocukluğunda tarlada karga kovalayan, 2. ismini hocasının verdiğini ve Çanakkale savaşında başkomutanlık yaparak düşmanı denize döktüğü haliyle bilirsen, TV'de izlediğin medya maymunlarından çok daha az vakıf olursun Ata'ya.

Atatürk'ü anlamaya çalışın artık! Hayatını, nutuğunu hatmetmekle olmaz o iş, nasıl düşünüyormuş, ne planlıyormuş, devlet, ekonomi ve sosyal politikaları nelermiş vs onları anlamaya çalışın.

Ayrıca artık Atatürk'ten medet ummayın. O sırasını savdı. O kadar çok seviyorsanız ayağa kalkın, kendinizi eğitin ve gerçekten saygı duyuyorsanız O'nu ilahi bir simge yapmaktan vazgeçin, anlayın ve sıranızı devralın. Anıtkabir'den kalkıp size tekrar yol göstermesini beklemeyin.
dahası...


Bloggerlar Çalıyor projemizden bahsetmemize gerek yok artık sanırım. Bir avuç müziğe gönül vermiş blog yazarı olarak hepimiz kendi imkanımızla enstrümanımızı/sesimizi kaydedip, biraraya getirip şarkı yapıyoruz nicedir. Nicedir yapıyoruz ancak henüz ikinci şarkıyı tamamlayabildik. Birbirini şahsen hiç tanımayan bizlerin, bu kadarını yapabilmesi bile çok büyük başarıdır.

Ekibi bu kadar övdüğümüz yeter, sırada yapılan işlere gelelim. Sol tarafta ilk şarkımızı görebilirsin net bir şekilde. Bu arada maşallah dediğimiz de bir hafta yaşıyor. İlk şarkı Her Şey Sermaye İçin Sevgilim idi Kesmeşeker'den ve şarkı tamamlanmadan hemen önce Gezi olayları patlak verdi, her şey sermaye içindi. Yeni şarkı olarak Leyla the Band - Yokluğunda'ya başladık, tam bitime yakın dizi yayından kaldırıldı. Bir sonraki şarkıyı Nihat Doğan'dan falan mı seçsek? Ya da Melih Başgan'ın sözlerini derleyip şarkı mı yapsak? Belki başlarına bir şey gelir.

Şarkı şu anda tamamlanmış durumda ancak sırf size gerilim olsun diye yayınlamıyoruz. Çünkü çok güzel bir şekilde sunmak istiyoruz ve bu sunum için hazırlıklarımızın tamamlanmasını bekliyoruz. Akabinde yeni şarkıya girişeceğimizi ümit ediyorum, hala yapmak istiyorsa herkes. Bu yeni şarkı için aramızda şimdiden tartışmaya başlamak münasiptir kanımca. Elinde bestesi olan var ise bir adım öne çıksın ve o bestesini inanılmaz bir hale getirelim hepberaber, bu da benim fikrim.

Ayrıca Bloggerlar Çalıyor'da yer almak için hala geç kalmadınız, hala hepinizi bekliyoruz yeni şarkı için. Niteliğiniz ile birlikte yorum bırakırsanız ya da iletişim bölümünden mail atarsanız birbirimizden haberdar oluruz.

Şarkılar susmasın, ne kadar çok ses, o kadar kuvvet demek. Siz de katılın.
dahası...


Bugün çıkayım da biraz kişisel bakım ürünleri alayım her bakımlı bay gibi diyerek çarşı pazar dolaştım, yaptığım alışverişi de sizinle paylaşayım dedim. Daha önce de günün kombinini yazdığım yazı ile modaya giriş yapmıştım, bu sefer de kozmetik blogu olayım istedim.



        


Öncelikle tıraş malzemelerinden başlayayım. Retro ve vinteyç ruhunu yansıttığı için hala yukarıdaki üçlüyü tercih ediyorum. Üçünün toplamı 6 lira civarında, 1 liraya da jilet alınca 80'ler/90'lar ruhunu tekrar hissedeceksiniz. O kadar nostaljik ki kıyamıyorum kullanmaya, bir köşede duruyorlar, sakallarım ise aldı       yürüdü. Şu anda sol üstteki logodaki haldeyim. Her retro erkeğin vinteyçliğine vinteyçlik katması için bu         üçlüyü mutlaka evinde bulundurması gerekir.




Tarak olarak bu iki model mevcut. Hangisini alacağıma karar veremedim. Teki saçları fönlemek için de kullanılırken, diğeri ise sadece cepte taşınabilme kolaylığına sahip. Birini evde, diğerini yanımda bulundururum diye düşünüp ikisini de aldım. Toplamda ödediğim para 2,5 lira. Çok kullanışlı görünen bu iki tarak da pek işime yaramayacak, takma adımın hakkını verecek kadar saçım var zira. Dolayısıyla daha önce aldığım bir çok kozmetik ve kişisel bakım şeylerim (!) gibi bu da sadece komidinimde yer kaplasın diye aldığım ıvır zıvırlardan. Ama indirimdeydi, çok ucuzduuuu.          

Hah, bu parçayı atlarsam çok büyük haksızlık etmiş olurum. Her ne kadar bir çok insan bunun yazma işlevini icra etseler de yine bir çoğumuzun bildiği gibi tırnak bakımı için aldım bu kalemi de. Manikür için bence biçilmiş kaftan! Elimdeki model fason bir marka, ne olduğunu bile okuyamadım, 1 lira bir şeydi ama bu iş için bilinen en iyi marka Rotring'tir. Eğer markaya zaafınız varsa onu öneririm. Kesinlikle daha kaliteli oluyorlar, ben sadece bu mağazada Rotring bulamadığım için bunu almak zorunda kaldım. Ayrıca bu ürünü alacak arkadaşlara bir uyarıda bulunayım, bu gerçekten önemli çünkü, Faber Castel almayın! Çünkü onların uçları içine kaçıyor ve tırnak içinde çıtçıtlı (versatil) kalem ucu kalma olasılığı da artıyor. Temizleyeyim derken daha fazla kirletmeniz olası. 






- alıntı -
 İşte favorilerimden, hacı yağı! En sevdiğim kokulardandır. Ayrıca kokusu uzun süre üzerinizde kalıyor, hatta bazen yıkansanız bile geçmiyor! Bu kadar uygun fiyata, bu kadar uzun süre etkisi olan başka bir koku var mıdır? Güzel kokusunun yanında sizi belli zümrelerde öne bile çıkarır ;) Eşsiz ve ilahi kokusu sayesinde sizi diğer müminlerden bir adım öteye taşır, cemaat içinde yıldızınız parlar, cemieyette bir tık önde olursunuz. Fiyatı ise 2 lira civarında.










- alıntı -
Bu görsel ise bu alışverişteki son ürünüm olan misvak. Bilhassa seyehatlerde çok kullanışlı bir temizlik sağlayan misavağı, gündelik hayatta da kullanırım ve benim bir önceki kullandığım tel tel ayrıldığı için yenisini alma vaktim gelmişti. Bunun da fiyatları 1 ile 2,5 lira arasında değişiyor. Önceden dal dal satın aldığım bu misvaklar artık vakumlu paketlere girmişler ve çok daha hijyenik olmuşlar, kimsenin elinin değmediği misvakları seçmek isterseniz mağazanızdan ısrarla isteyiniz. 












dahası...


Oğlan olmanın masumiyetini tad(a)mamış bir çok erkek var ortalıkta. Toplum adı verilen suni pislik çukurunda bir lanet gibidir oğlan olmak. Eril bireyler bir an önce erkek olmalıdır bu düzende, bu utançtan bir an önce kurtulmalıdır.

Bir oğlan neden kol saatine heves eder? Ne işi olur ki zamana hükmetmekle?Ne işi olur ki saatin gecenin üçü olmasıyla? O saate kadar uyu(ya)mayan erkeklerin işine yarar o saat sadece. Saatin beş buçuk olması, sadece mesainin bitmesini bekleyen erkekler için anlamlıdır. Oğlan akşam ezanında evdedir, bitti.

Oğlanları sünnet olmaya ikna ederken "erkek" olmanın önkoşulu olduğu söylenir sünnet olmanın. Böylelikler erkek olmanınönemi büyüklerce de böyle bir duygusal baskı ile yinelenir.

Neden acele eder ki bir oğlan erkek olmaya? Ne cazibesi vardır, önünde uzanan upuzun oğlanlık masumiyeti varken? Cevabı zaten cazibe değil, toplum.

Aynı pislik çukuru dişil bireylere ise tam aksi şekilde davranır. Toplumun oğlanlığa yaklaşımı, kadınlığa yaklaşımıyla aynıdır. Bir kız, babasının/abisinin egemenliğinden çıkıp kocasının egemenliğine girene kadar kız olarak kalmalıdır.

Oğlanın erkek olma çabasından dolayı heves ettiği kol saati yerine kız da kadınlığa heves ile makyaja heves eder. Oğlanın saat istemesi masum bir istek olarak karşılanır ve kol saati isteği desteklenirken kızınki kınanır, yaşına uygun olmadığı söylenir. Makyaj ne kadar yaşa uygun değilse, kol saati de o kadar değildir. Çünkü oğlanın erkekliğe evrilmesini mutlu gözlerle izleyen aile bireyleri, kızların kadınlığa evrilme sürecini kaygıyla izlerler.

Kızın adın olmasının aile bireylerinde yarattığı kaygı ise kızın yuvadan ve başka erkeği egemenliğine girmesi. Yani görünen sebep budur. Aslında bu hafif olan sebep. Bunun için kaygılanıyor gibi görünseler de bunu içten içe, can-ı gönülden isterler. Onların asıl kaygılandıkları; başka bir erkeğin egemenliğine girmeden kadın olması. Bayrağı devredecekleri erkeğe mahcup olmak ya da bayrağı devredememek. Çünkü onların gözünde kızlarını, devlet yasalarıyla tasdik edilmiş başka bir erkeğe törenle devretmek asli görevleridir. Oğlanı ise bu törenden önce erkek yapmak.

İşte bekar bir kadına bu pislik çukurunun kadın diyememesi bundandır. Bayan kelimesinin yaygınlaşması bundandır. Bir kızın kadın olabilmesi için herkese törenle ilan edilmelidir. Yasal ve dini kurallar dahilinde kadın olmalıdır bir kız.  Aksi durumda ayıplanır, kınanır, hatta bazı çevrelerde ölüme varan cezalar ile cezalandırılırken oğlanın erkek olması için ellerinden gelen her şeyi yaparlar.

Hangi yaş ve aşamaların ardından kızların kadınlığa, oğlanların erkekliğe geçmesinin doğru olduğunu tayin edemem, ancak her yaşın kendince güzelliği vardır. Hepsini ayrı ayrı yaşamalı ve sıfatlara takılınmamalı. Ne oğlanların erkek olmak için, ne kızların kadın olmak için belli kuralları yerine getirmesi zorunludur. Bir yanlış var ise ikisi için de vardır, doğru da aynı şekilde.

Cinsel organ farklılığı kimseye ayrıcalık tanımaz.
dahası...


Skorlar ne kadar da önemli insan hayatında. Hep golcü futbolcular popülerdir. Skorer basketbolcular, smaçör voleybolcular... Mutlaka tanınmış kaleciler, liberolar da vardır ancak skor yapanlar kadar yükselmemişlerdir.

İnsanlık olarak hiçbir zaman sürece bakmayız. Sözde önemseriz ancak sadece dildedir.

Eğitim hayatımız boyunca edindiklerimiz çok da önem teşkil etmez, diplomamız yoksa. Bir dersten öğrendiklerimizin de değeri yoktur, eğer sınavdan geçer not alamadıysak. Aşık olduğumuz insanları sormazlar misal, kaç kişiyle yattığımızı sorarlar. Yahut birini ne kadar sevdiğini değil de birlikte olup olmadığını merak ederler.

Yani her ne kadar dilde, gidilen yolun (da) önemli olduğunu söylesek de herkes vardığın durağa, noktaya bakar.

İstediğiniz kadar sevin, istediğiniz kadar öğrenin, istediğiniz kadar güzel şeyler yapın, skora yansımamışsa değersizdir. İstediğiniz kadar işler başarın, kazandığınız parayı sorarlar.

İstediğiniz kadar iyi/güzel yaşayın, nasıl öldüğünüzü sorarlar.
dahası...


“Ne oldu anlat bakalım.”
“Anlatacak bir şey yok. Yoğun bakımda yatıyor hala dedem” dedim göz temasından kaçınarak.
“Elden bir şey gelmiyor değil mi?” dedi masanın üzerinde duran elimin üzerine elini koyarak.
“Gelmiyor. Ölüm tek çıkış yolu.”
“Allah çektirmesin o zaman daha fazla” dedi anlayışlı görünmeye çalışarak. Belki de gerçekten anlıyordu ama ruh halim hiçbir şeye iyi yönünden bakmama el vermiyordu. “Bundan dolayı mı kötüsün?”
“Hayır. Onun için yapılabilecek her şeyi yaptık. Kendim de kişisel olarak yapabileceğim her şeyi yaptım, içim rahat.”
“Neden böylesin peki?”
“Daha adam canıyla uğraşıyorken miras derdine, tarlaların tapularıyla ilgilenen akrabaları mı yoksa yaralı parmağa işemeyen, yıllarca tüm süreci seyirci gibi izleyen ama şu son raddede her şeyi kendisi yapıyormuş gibi göstermeye çalışan akrabaları mı anlatayım?”
“Maalesef sanırım tüm akrabalık ilişkileri böyle.”
“Sözde en yakınların değil midir yakın akrabalar?” diye sordum, cevabı bilmeme rağmen. “Mutlu akraba ilişkileri de vardır ancak benim kendi akrabalarımdan gördüğüm sürekli bir laf sokma, sürekli bir iğneleme, kuyu kazma, mutsuzluğuna sevinme, sevincine kıskançlık yapma… Hiç olumlu bir yanlarını görmedim. Mutlu olursun, bir şey başarırsın, paylaştığında burun kıvırır, sürekli üste çıkmaya, o başarını gölgelemeye çalışırlar. Kötü gününde zaten ortalıktan kaybolurlar. Kötüyü bırak, iyi gününü bile paylaşamadığın riyakar, dedikoducu, haset insanlar topluluğu nasıl oluyor da benimle uzaktan yakından bir bağı olmamasına rağmen sırf uzaktan ya da yakından bir kan bağı var diye benimle ilişkisi olmak zorunda oluyor?”
“Sen baya dolmuşsun” dedi şefkatle.
“Çok. Bir avuç, kedilerimin tırnağı bile etmeyecek değerde insan topluluğuna kan bağım var diye neden hürmet etmeliyim, saygı göstermeliyim, iyi davranmalıyım? Fiziki olarak ne zaman oldular ki hayatımda? Bayramdan bayrama samimiyetsiz bir gülüşle, art niyetli bir şekilde hayatına dair gereksiz bilgileri sormaları dışında ne gibi bir bağım var? Düştüğümde kaldırmayan, sevincime ortak olmayan, yaralı parmağa işemeyen insan topluluğu mudur akraba?”
“Deden gibi nasılsa hepsi bir gün ölecek, bir de böyle düşün. Hepsi geçici.”
“Bana ölümü hatırlatma, o hep aklımda. Bana yaşamayı hatırlat, uzun zaman olmuş yaşamayalı, unutmuşum.”
“Hah çaylarımız da geldi, hadi soğutmadan içelim, yak şu sigarayı da, biraz kendine gel. Kaç şeker?”
“Şeker atmıyorum, unutmuş olamazsın.”
“Afedersin, dalgınlık. Şeker de kullanmıyorsun, vegansın. Ne olacak senin bu sonun?”
“Nesi varmış?”
“Bari süt ürünleri tüket, B12’yi nereden karşılıyorsun?”
“Karşılamıyorum.”
“Nasıl?”
“Baya karşılamıyorum. Reddediyorum.”
“Ama böyle devam edersen kalıcı hasarlar olabilir vücudunda. Hafızan da zayıflar, unutkanlıkların başlar.”
“Ben de onu bekliyorum. Tamamen hafızamı kaybedeyim. Hatırlanmaya dair pek bir şey yok geride zaten.”
“Ama…”
“Siktiret, çek çıkar beni şu insan müsvettelerinin içinden, yalvarırım!”

dahası...


Bilmeyenleriniz olabilir, ana karakterleri Dut ve Emre adında iki aşık olan bir roman taslağım var, hala yazdığım. Aşağıda okuyacağınız kısım bu roman taslağından bir kısım ve cinsellik içerir. O yüzden devletin yasal yaş sınırlaması ne ise ona uyarak okuyunuz. Ya da okuyun, siktiredin devletin yasal sınırlamasını, sanki bilmediğiniz şeyler.

*Bu arada düzenlemeler olmamış hali şu anda 47.000 kelime civarında. Ortalama bir kitap kıvamına geldi, tamamlandığında görüştüğüm bazı yayınevleri var, sayfalarını çevirerek okuyacağınız bir hale de gelecek diye ümit ediyorum. Sevgilerimle.

(...)

Çadırın kilidini açıp içeri girdiğimizde, önce çantalarımızı sağa sola iteledik ki ortada bize yatacak yer olsun. Matlarımızı altımıza yerleştirdik. Uyku tulumlarını boydan boya açıp tekini altımıza serdik, diğeri ise kenarda, üzerimize örtmek için hazır bekliyordu. İki kişi için oldukça genişti çadır, tavan ise dizlerimizin üzerinde durduğumuzda hala bir miktar boşluk bırakıyordu. Yanyana sırtüstü uzanıp bulunduğumuz anı, tatilde olduğumuzu idrak etmeye çalıştık. Dut ile birlikte tatile çıkmıştım, çadırda kalıyordum, tepemde ağaç dalları, onun da üstünde yıldızlar. Altımda toprak, karşımda deniz ve mis gibi hava. Yaşadığımı hissediyordum. Kolumu yastık yaparak Dut’a doğru döndüm, o da bana döndü aynı vaziyette, konuşmadık. Gözlerini kapayarak dudaklarıyla bana doğru hamle yaptı. Ay dolunaydan bir önceki gündü, yapay aydınlatmalar olmadan da aydınlanabiliyorduk. Dut’un hamlesini gördüm ve artırdım, elimi beline dolamıştım bile. Artık dudaklarımız ve dilimizle birlikte ellerimiz de birbirimizin vücudunda geziniyordu. Hiç acele etmedik, yavaş yavaş öpüşmemize devam ettik.

Üzerimizdeki kıyafetleri bir bir sıyırarak nefessiz kalıncaya kadar öpüştük. Nefes
nefese dudaklarını dudaklarımdan çekerek kasık ve karnımın arasında bir bölgeye oturdu Dut, nefesini dengeledikten sonra fısıldayarak konuşmaya başladı; “Beni seviyor musun?”
“Sana bayılıyorum!”
“Neyime?”
“Saçlarına” diyerek parmaklarımı saçlarında dolaştırdım. “Kaşlarına, gözlerine, burnuna, çenene, yanaklarına, gamzene…” parmaklarım yüzünün her yerinde dolaşıyordu. Gözlerini kapatıp bu ayine ortak oldu. Kendime doğru çekip bir öpücük daha aldıktan sonra “dudaklarına” dedim, gülümsedi. “Gülüşüne.”

Ellerim, yüzünden aşağıya doğru kayıyordu, “boynuna, omuzlarına” diye ellerimi gezdirirken huylandı, başını gülümseyerek yana doğru, elimin üstüne yatırdı, “göğüslerine ve uçlarına…” Kavradığım göğüslerinin uçlarını baş ve işaret parmağımla nazikçe sıktım. İçini çekip titrediğini hissettim. Gözlerini kapayıp dudaklarını diliyle ıslattı. Ellerimi iki yandan beline doğru kaydırırken derin bir nefesle göğsünün şiştiği görünebiliyordu, dudaklarını ısırarak lafımın devamını bekledi. “Beline...” Ellerimi, iki yanımda, dizleri kırılmış vaziyette duran bacaklarında, önce yukarıdan topuklarına kadar, oradan da kalçalarına kadar gezdirdim, “bacaklarına...” Tüylerinin diken diken olduğunu hissedebiliyordum ellerimin altında. Kalçalarını sıkarak kendime doğru çektim, dengesini kaybedip göğsü göğsüme yaslandı, on santimetre mesafeden gözlerimin içine bakıyordu, “kalçalarına” dedim, biraz daha sıkarak. Gözlerini zevkle kıstı ve dudakları aralandı, başını, omuz ve başımın arasına koyarak kulak mememi dudaklarının arasına alarak derin bir nefes verdi “onları ben de seviyorum” dedi gülerek. “O kadar şeyi ne ara sevdin?” dedi şaşırmış bir ses tonuyla, cevabımı beklemeden de dudaklarını benimkiyle kenetledi. Dillerimiz, o dar alanda dans ederken üzerimizdeki son çaputlardan da kurtulduk, yalın bir halde aşkın doruklarına doğru yola çıktık, telaşsız bir acelelikle.

Ne kadar süre birlikte olduk hatırlamıyorum, ikimiz de bitkin düştüğümüzde Dut göğsümde yatıyordu, ben de saçlarıyla oynuyordum. Kalp rtimlerimiz biraz dengelenince çadırın kapısını biraz araladım, dışarıda kimse görünmüyordu. Bir tane sigara çıkardım, sırayla birer nefes alarak tükettik, araladığım boşluktan da külleri silkiyordum. İzmarite vardığımızda da çadırın hemen önüne, söndüğünden emin olana kadar bastım izmariti, ardından da ertesi gün çöpe atmak şartıyla olduğu yere bıraktım. Kapıyı, duman komple dışarı çıkana kadar, içerisi görünmeyecek şekilde aralık bıraktım, sonrasında ise tamamen kapayıp ilk doğduğu vaziyette beni hayran hayran izleyen Dut’un yanına çıplaklığımı giyinmiş bir şekilde uzandım. Giyinmemeyi kararlaştırdık, o şekilde uyku tulumunu üzerimize alarak sarılıp uykunun kollarına bıraktık kendimizi.

(...)
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.