"Bir gün bir uyanmışsınız, bakmışsınız hayalini kurduğunuz her şey için geç kalmışsınız. Yapmak istediğiniz bir şey varsa şimdi yapın" ya da "kendinizi değersiz hissediyorsanız, kendinizi değil, çevrenizi değiştirin" ya da ne bileyim "seviyorsan git konuş abi"ciler falan. Buna benzer milyonlarca söz var ya da kitap/film alıntıları. Okuyunca "adam haklı lan!" diyoruz hepimizde, anlık gaza geliyoruz falan. İyi de gidip o adamlara sormak isterim, o kadar laf etmişsin de bir tanesini kendin uygulamış mısın? Uygulamış olsan bunları söyler misin? Anca laf! Milleti gaza getir, kendin kıçının üstüne oturmaya devam et. Hayır neyin kafası bu? O kadar hevesliysen kendin yapsana arkadaş. Steve Jobs mesela "siktiredin tüketip durmayı, gidin hayatınızı yaşayın, bunlar kapitalizmin oyunları" falan derken o oyuncaklardan en çok rağbet görenleri üretenlerden birisi sen değil misin?

"İmamın ya pdediğini yap, yaptığını yapma" diye bir ata sözümüz var tabi. Bence o kafada sarfedilmiş cümleler bunlar, aksini kabul edemem. Muhtemelen insanlardan ziyade kendine telkin gibi olsa gerek. Benzerlerini ben de çok yapıyorum buralarda. Kendimce etiketli yazılarda sıkça raslayabilirsiniz ancak orada yazılı şeylerin hiç birini ben de uygulamıyorum ama ahkâm kesmek güzel oluyor, siz de yapın.

Kişisel gelişim şeyleri falan da tırt, inanmayın öyle şeylere.
dahası...


Viyana bu ara resmen gitme diye yalvarıyor gibi geliyor. İlginç şeyler sunuyor her geçen gün.

- Buraya geldiğimden beri edinmek istediğim bir arkadaş edindim mesela. Her şeye hevesli, Japonya aşığı falan.
- Sonra bir palyaço ile tanıştım, Bilkent'te okumuş o da, hem de aynı dönem. Kafadan "erkek arkadaşım vs." diye girmese gönlü bile kaptırabilirdim, aşırı tatlı birisi.
- Gidecek olmamdan mıdır nedir, herkes iyi davranıyor.
- Ev işim rayına girdi, rahata kavuştum.
- Okul her zamanki gibi patlamış durumda ama teknik üniye geçip telafi edebilirim, önü açık ve okuldan harç ücreti almıyorlar artık.
- Patronum bile üzüldü gideceğime "bir git, kafanı dinle, belki dönersin. Bunlamışsındır, alıştık sana da" dedi, üzüldüğü görülebiliyordu.
- Uçan kuşa borcum olsa da ucu dönmeye başladı.
- FRP toplantıları düzenlemeye başlayacağız, DM'lik kurallarını öğrenir öğrenmez.
- Reyiz bir süre bizimle yaşayacak!

Birkaç tane daha şey vardı ama şu an hatırlayamadım. Yani Viyana remen son kozlarını oynuyor gibi ama yemezler koçum, şimdiye kadar üzdüklerine say!

Kaldı ki "gel" diyenler "kal" diyenlerden hala çok fazla, "öyle yürekten çağırma beni, bir gece ansızın gelebilirim" diyorum ben de.

*Giderayak Viyana karşıma bir de aşk falan çıkartırsa yok artık diyeceğim. Bu kadar da yavşaklık olmaz!
dahası...


"Yapamadın değil mi?"
"Yapamadım."

Bankta suskunluğu bozan ilk tümceler olmuştu.

Neydi peki yapamadığın? Dersler mi ağır geldi? Neden pes ettin?"
"Düşündüm."
"Neyi?"
"Neden yaşadığımı."
"Buldun mu?"
"Bulsam burada olmazdım, hala arıyorum. İşte bu yüzden yapamadım."
"Avrupa'daydın, mis gibi yaşamın vardı, yediğin önünde yemediğin arkanda, her milletten kadın" dediğinde kafamı kaldırdım.
"Kadın mıdır hayatın anlamı?"
"Nedir?"
"Mutlu olmak."
"Mutlu değil miydin orada?"
"Hayır."
"Burada olacak mısın peki?"
"Denemeden öğrenemeyiz değil mi?" deyip kalktım ayağa.
"Nereye?"
"Yürüyelim biraz."

Birkaç adım attık, belki birkaç yüz, ya da birkaç bin. Saymadım. Bir büfenin önüne gelince durduk, puro bendendi, kolalar Anıl'dan. Başka bir bank bulup oturduk tekrar.

"Anlatmayacak mısın?"
"Anlatacağım. Biliyor musun Anıl, sen bile samimi gelmiyorsun artık bana."
"Neden lan? Ne oldu?"
"Eskiden kolayı bir litre alırdın, şimdi ise iki tane yarım litrelik kolalarla oturuyoruz bankta. İçtiğimiz puro bile iki tane."
"Nasıl yani?"
"Yani önceden paylaşırdık değil mi? Samimiydi her şey. Sadece şu anki manzaraya baktığımda bile samimiyetimizin ne denli azaldığını görebiliyorum, paylaşımımızın. İşte orası da öyleydi. Şarabı kadehlerle içmeye başlamıştık insanlarla. Halbuki önceden bir şişeyi çevirirdik beraber."
"Konuyu nasıl buraya getirebildin? Gidip litrelik alayım."
"Sence bunun farkına vardıktan sonra yaptığında bir anlamı olur mu? Önceden içgüdüseldi bu davranış, şimdi uyarılmadan farkına varmıyorsun."
"..."
"Bir dostu kaybetmenin hayatımın en büyük acısı olduğunu söylemiştim değil mi?"
"Evet."
"O kadar fazla dost kaybettim ki Anıl, nasırlandım artık, hiç acımıyor biliyor musun."
"Oğlum ne alakası var? Buradayım işte, aynı her şey."
"Değil. Neyse. Ne diyorduk? Hah, yapamadım."
"Neden peki?"
"Mutlu değildim Anıl. Denedim, yaparken keyif almayı denedim. Olmadı. En büyük etken neydi biliyor musun Anıl? Benimle birlikte yapacak kimsem yoktu."
"Mazeret bu. Kendi başına da yapabilirdin."
"Evet ama yapamadım işte, belki de ben beceriksizimdir."
"Yıllardır okuyorsun oğlum, bir karşılığı olsun artık bu sana verilen emeklerin."
"Var."
"Nasıl var? Hovardaca vaktini harcıyorsun sürekli, bir baltaya sap olduğunu gören yok henüz."
"Nasıl bir baltayı kastediyorsun."
"Okul diploması diyorum, kariyer diyorum, gelecek diyorum."
"Bunlar mı seni ayakta tutacak olan?"
"Ya ne?"
"Huzur, mutluluk. Mutlu değildim orada."
"Mutlulukla mı aile geçindireceksin ileride?"
"Sen diplomayla mı geçindireceksin?"
"En azından devlet tasdikli bir kağıdım var, o işi bildiğimi gösteriyor."
"Ben de bir çok işi biliyorum, birinin tasdiklemesine ihtiyacım yok. O kağıtla da iş bulamayabilirsin."
"En azından senden bir adım önde olacağım kesin."
"Muhakkak. Ancak mutluluk bir adım geride, farkında mısın?"
"Değilim. Saçmalamayı kes! Paran olmadan ne kadar mutlu olabilirsin?"
"Parasız olacağımı kim söyledi?"
"Daha az para ama."
"İhtiyaçlarımı karşılayacak kadar para kâfi gelir."
"İhtiyaçlar hiç bitmez ama, her zaman daha fazla para gerekli."
"Barınma ve yeme içme haricinde ne gibi bir ihtiyacın olabilir? Geri kalan şeyler egonu beslemek için. Onlar için hiç bir zaman para yetmez. Elinde nakit kadar ihtiyaç yaratırsın. Benim tek ihtiyacım olan huzur."

Sustuk bir süre. Elimdeki kolaya baktım, o an hiç bir şey düşünemedim, sanırım Anıl da düşünemedi. Bir nefes daha alıp arkama yaslandım, dumanı iyice sindirdikten sonra saldım dışarıya bir kısmını, geri kalanı ciğerlere yapışmıştı yine.

"Biliyor musun Anıl?" diye konuya girdim tekrar "her nefes alışımızda, her sigara çekişimizde, her yudum kolada ölüyoruz."
"Biliyorum."
"Peki bunu senin yanında, ailemin yanında, huzurlu olduğum yerde yapmak varken neden Isi'nin yanında, Manuel'in yanında yapayım?"
"Daha iyi bir gelecek için."
"Gelecek yerin dibine batsın" dedim biraz sesimi yükselterek. "Özür dilerim. Senin gelecekten tek anladığın daha fazla para kazanmak değil mi?"
"Bir nevi."
"Kafam ne kadar rahat olursa o kadar huzurlu olurum, ne kadar huzurlu olursam o kadar başarılı olurum. Hem de senin başarı anlayışındaki başarı bu."
"Neymiş başarı anlayışım?"
"Para kazanmak. Stres altında ben bunu yapamam, bu yüzden buradayım."
"Bir tek sen miydin orada stres altında olan? Herkes stres altında ve bir şekilde başarıyorlar."
"Başarmıyorlar, çırpınıyorlar."
"Korkaksın sadece."
"Bilakis, aralarında en cesur olanlardanım, dönebilme cesaretini gösterenlerdenim."
"Peki senin gibi oraya giden diğerleri? Onlar ne yapıyorlar?"
"Dedim ya, çırpınıyorlar. Her geçen gün daha da saplanıyorlar oraya ve dönecekleri günü erteliyorlar sadece. Her gün yeni hayallerle çıkıyorlar birbirlerinin karşısına ve her yeni gün o okulun bitmesi bir dönem daha, bir dönem daha uzuyor. Aynı durumda olduğumdan biliyorum, her gün 'şu dersleri verirsem 4 yıla biter okul' dedim. Şu anda o süre 6. senesine ulaştı, o dersler hiç verilmedi."
"Bence sen bir anlık cinnetle vermişsin o kararı, çulsuzluktan çektiğin sıralar."
"Aksine, tam da her şey düzeldiğinde verdim bu kararı. O zamanlar sağlıklı düşünemiyordum."
"Yine de paran olsa nasıl yaşardın orada biliyor musun?"
"Huzurum olsa yaşardım, param değil."
"Huzursuzluğun parasızlık değil miydi?"
"Hayır, samimiyetsizlik, amaçsızlık."
"Amacın okumaktı."
"Amacıma ulaşamayınca amaçsız kaldım işte."
"Fevri davranıyorsun bence, dünyanın en yaşanılası şehri orası, istatistikler söylüyor."
"Neyin istatistiği bu? Caddeden kedi bile geçmiyor! Nasıl yaşanılabilir bir yer olabilir? İnsanlar birbirinin yüzlerine bakmıyor, yaşlıların hepsi yalnız, aile denen kavram yok, arkadaşlıklar sadece bar masalarında, ilişkiler ona keza. Hangi istatistik bunu göz önünde bulunduruyor? Yeme içme alışkanlığı bile yok, kuru fasülye yok mesela, rakı masası yok. Nasıl dünyanın en yaşınabilir yeri olabilir?"
"Elin boş geri dönüyorsun yani?"
"Yoo. Daha önce sana iki yıl boyunca neler yaptığımı anlatmıştım. Çok fazla şeyle dönüyorum geriye." (bkz: iki yılın özeti) Ayrıca insan nasıl kendi ayakları üzerinde durur öğrendim. Hala öğreneceğim çok şey var ayaklar üzerinde durmayla ilgili ama epey yol katettim."
"Bildiğin gibi yap Bilal, daha ne diyeyim."
"Deme bir şey, çek bir nefes, arkana yaslan, tak şu kulaklığı da."

Muhabbet sonu alışılagelmişlerinden Kesmeşeker açtık tekrar, purodan bir nefes daha alırken kapadım gözlerimi, tüm Viyana hayatımı kısa film tadında izledim, fonda İşte Güneş, hiç batmadı ki...

dahası...


"Bir zamanlar" diye başlayan cümlelerin hiç birisi beş para etmiyor. "Bir zamanlar" çok zengin olabilirsiniz, çok mutlu olabilirsiniz, çok sevebilirsiniz, çok sevilebilirsiniz, çok değerli olabilirsiniz. "Bir zamanlar" her şey olabilirsiniz. Her şey! Peki ya şimdi? Ne oldu o "bir zamanlar"a? Hangi zamandı o "bir zamanlar"?

O "bir zamanlar"da her şey farklıydı değil mi? Hani sigara falan bile daha ucuza satılıyordu. Belki Türk Lirasında hala altı tane sıfır vardı. Belki Tayyip yoktu iktidarda, Hagi hala oynuyordu Galatasaray'da. Sahi ne zamandı o "bir zamanlar"? Doğu Almanya var mıydı o zamanlar? Sovyetler? Körfez savaşı yapılmış mıydı? Peki ya Woodstock?

Gerçekten ne zamandı o "bir zamanlar"? Kaçıncı sınıfa gidiyordunuz? Okumayı sökmüş müydünüz? Zillere basıp kaçacak kadar boyunuz uzamış mıydı? Kıyafetlerinizi annenizin seçtiği zamanlar mıydı o "bir zamanlar"? Yoksa okulun duvarından atlayıp kuytu köşelerde sigara içtiğiniz zamanlar mıydı? Belki de dershaneye diye evden çıkıp arkadaşlarla bira içtiğiniz zamanlardı o "bir zamanlar"?


Siz çocuk muydunuz o "bir zamanlar"da? Ne zaman farkına vardınız o "bir zaman"ların daha iyi olduğunun? "Bir zamanlar" aklınız eriyor muydu? Kaygılarınız bu denli fazla mıydı? "Bir zamanlar" daha fazla sevilmeninizin nedeni daha fazla seviyor olmanız olabilir mi? Ya da daha fazla sevmenizin nedeni daha fazla seviliyor olmanız? "Bir zamanlar" daha zengin olmanızın nedeni daha az ile yetiniyor olmanız olabilir mi?


"Bir zamanlar"ın daha iyi olmasının sebebi sizin daha iyi olmanız olabilir mi? "Bir zamanlar"a dönmeniz için zaman makinesi icat edemem ama siz, içinizdeki o "bir zamanlar"ki sizi uyandırabilirsiniz, işte o zaman her şey "bir zamanlar"daki kadar güzel olabilir.

En azından denemeye değer.
dahası...


Köklerinden uzaklaşmak ne kadar zor bir şeymiş. Bedenen uzaklaşsan da ruhunun bir kısmını köklerine sıkı sıkı bağlayıp devam ediyormuşsun yaşamına. Oradaki parçana ise uzaktan bakmaya başlıyormuşsun.

Uzaktan köklerime baktığım zamanlardan biri yine. Buradan ne kadar da net görünüyor her şey, kabak gibi ortada. Köklerine dair, köklerine ait ne varsa görünüyor uzaktan. Riya yok, yalan yok, mış gibi görünmek yok. Her şey ortada, apaçık ortada. Ailen orada, dostların orada, eski sevgililerin, platonik aşkların, tanıdıkların, sadece selamlaştıkların, kızdıkların, sövdüklerin, ağladıkların...

O bıraktığın parçana insanların tavrı, ilgisi, sevgisi, yaklaşımı nasıl ise oradaki parçan şekilleniyor. Oradaki parçan hatırlandıkça daha fazla parça bırakmaya başlıyorsun köklerine, unutuldukça da oradaki parçanın değersizliğine üzülüp onu da alıyorsun yanına, bir süre sonra da toz zerresi kadar kalan o parça hiç bir şey hissetmeyen, sadece gözlemci gibi, zorunluluk gibi kalıyor orada. Mesafe uzadıkça daha iyi görünür oluyor oradaki parçadan köklerin. Çürük olan kökler hangileri, hangi kökler sağlam bir şekilde hala ilk günki tazeliği ile duruyor, hangileri daha da güçlenmiş seçebiliyorsun. Geriye tek kalan çürükleri ayıklayıp yola devam etmek oluyor.

Sorgulatıyor köklerden ayrı kalmak. Madde olarak köklerle beraberken yaptıklarını, verdiklerini, aldıklarını, fedakarlıklarını, yardımlarını.Köklerin seni nereye ve nasıl taşıdıklarını irdeliyorsun sonrasında. Kendini irdeliyorsun aslen. "Ben bu köke mi aitim?" sorusu geliyor akabinde. "Bu kökler mi benim köklerim?"

Saygıyı sorguluyorsun, hoşgörüyü sorguluyorsun, sevgiyi, samimiyeti. Orada olan parçandan da burayı sorguluyorsun. Oradan buraya bakıyorsun bu sefer. Dallar ne alemde? Yanlış tarafa uzayanlar var mı? Yanlış aşılar ile uyumsuz dallar gerçek dallara kenetlendi mi? Yeterince saygı, sevgi, samimiyet var mı dallara? İyi bakılmış mı? Kıymeti bilinmiş mi?

Bir çoğunun da cevabını gözle görebiliyorsun, işte o zaman yaralanmalar başlıyor. Kökteki bozukluklar, dalları, daldaki yanlışlar tüm ağacı etkiliyor. Kök, dallara yapılan müdehale karşısında sükunetini korurken bir medet umuyorsun, ufacık bir yardım eli. Uzanmıyor. Kök kendi halinde takılmaya, bazen de çürümeye devam ediyor. Umudunu en sağlam köklere yüklüyorsun, hayallerini de dallara. Köklerin azlığından mütevellit o umutlar çürüyerek bayrağı bir diğer köke devrediyor, hayaller ise sürekli büyüyüp şekil değiştiriyor. Solan hayaller, kuruyan umutlar kadar incitmiyor ağacı, bir diğer daldan devam ediliyor ne de olsa.

Ruhumdan, olabilecek en büyük parçayı köklerime bıraktığımda o kökler sayılamayacak kadar çoktu. Şu anda her gün bir tanesi soluyor, umutlar ile beraber. En güvendiğin, en sağlam kökler bile bir süre sonra ağacı beğenmeyip ya da yadırgayıp kayıp gidiyor ağaçtan. Ancak daha tohumken, filizken oluşan kökler, o sağlam sandığın sonradan çıkan köklerden daha fazla umut verip, daha fazla besliyor ağacı, dalların daha da ileriye, kurumadan uzanabilmesi için var gücüyle çalışıyor o ilk kökler.

Bazen bir bahçıvan gelip buduyor o dalları, bazen de diğer dal engel oluyor gelişmesine bazı dalların. Buna rağmen o asıl kökler ağacı gece gündüz beslemeye devam ediyor. Bir yerden sonra da tek dayanağın o ilk kökler oluyor. Dallarda da yanlış budama neticesinde ortaya çıkan yanlış dala besin aktarımı, gün geliyor ağacı bile kurumakla tehdit ediyor. Bazen de diğer dalın kibri, bir diğerinin gelişmesini önlüyor.

Bazen düşünüyorum da uzaktan hiç bakmasak kendimize. Hep o zavallı, her şeye inanan, hiç bir şey bilmeyen ağaçlardan olsak diyorum. Köklere bağlamış olduğumuz ruhlarımızın parçalarının, bazı kökler için paçavradan daha değerli olmadıklarını fark etmesek. Kendinden ödün vererek, kendini yarım bırakmak pahasına o köklere bıraktığımız parçanın değerinin bilinmediğini görmesek.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine olsa Nazım'ın da dediği gibi. Hayat ağacını güzel beslesek. Gelişmek için gübremiz organik olsa ama insan mahsulü olmasa, sıçmasalar köklerimize.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.