Evet Tavşanlı'da da miyadımı doldurdum sanırım artık. Zaten son maçta da berabere kaldık, hiç bir şeye yaramadı. Neyse futbol muhabbetini bir önceki başlıkta yaptık bitti. Başlamadan önce şu şarkıyı bir dineltmek isterim, İzmir'de Kençal, ben, Uras çalmıştık, hala severek dinliyorum.



Şarkı Anima'nın sizin de görebileceğiniz gibi. Şimdilerde solist ablamız kendi adıyla devam ediyor müziğe (Ceylan Ertem) ve hala çok güzel söylüyor. Bir yerlerden bulup buluşturup dinleyin.

Madem müzikten girdik devam edelim. Bu akşam (umarım yetişebilirim) Kesmeşeker konseri var. 21:30'da başlayacak denmiş ama umarım yarım saat sonra falan başlar. Yetişebileceğim garanti değil ama tüm şartlarımı zorluyorum. Cenk Taner'i bir kez daha canlı görme fırsatı çok sık ele geçmiyor. Gerçi ekimde yeni albümleri çıkıyormuş, bu da çok güzel bir haber. En son 2004'te çıkarmışlardı Kum albümünü. Kesmeşeker geçen senelerde daha taşaklı bir grup halindeydi. Basta MŞŞ, gitarda Karapaks'tan (eskiden de Mavi Sakal'daydı, dağıldıktan sonra Karapaks'ı kurdu) Kaan Altan, davulda da Cengiz diye bir abimiz vardı, başka bir yerden bilemedim.

MŞŞ kendi başına tapılası insanlardan birisidir, Cenk Taner'den sonra :) Şimdilerde MŞŞ Kargo'ya geri döndü, Mirkelam'ı da bünyelerine alarak ve Serkan ile Koray'ı yollayarak devam ettiler yollarına. Eski Kargo kalmadı tabi MŞŞ'nin ardından. Beraberliklerindeki son albüm Yıllar Sonra idi ve o albümdeki şarkıların bir çoğu yine MŞŞ'ye aittir. Zaten Kargo'nun dinlenilesi şarkılarını yaratan insan MŞŞ'dir. Neyse uzatmayalım da MŞŞ gidince Kargo Ateş ve Su adında (bence) Kargo'nun en dandik albümünü yayınladı. Sonrasında da şarkı yapan insan kalmayınca cover albümü yayınladı, o da rezildi gayet. Tamam şimdi şarkı yapacak insanları geri geldi ancak bu sefer de Koray'ın o puslu sesi olmayınca yine bir şeyler eksik kaldı. Zaten tarzlarını da değiştirdiler. Yine de Koray mı yoksa MŞŞ mi derseniz tabii ki MŞŞ derim, yanlışını bile kabul ederim, her türlü he zaman saygı duyarım. Götlüğü yapan Koray'dı zaten ilk ayrılmalarında. Serkan da oldum olası bir "artiz" gelirdi, ısınamamıştım. Onlar da şimdilerde maSKot diye bir grup oluşturup yollarınadevam ettiler, kayıtları da Seattle'da yaptılar, dinlemedim. Bir ara bakacağım onlara da. Bu anlattıklarımın gerçekleşmesi geçen yıl olmuştu, ancak fırsat bulup yazıyorum ya da aklıma daha yeni geldi.

Kesmeşeker ise Cenk Taner'in solo albümü dahil yedi albüm yayımlamıştır. Cenk Taner'in ise bir adet Andıran Otu adında kitabı mevcut (o kitap bende de vardı hem de MŞŞ, Cenk, Kaan imzalı taa ki arkadaş okuma amacıyla alıp kaybedene kadar) Cenk Taner o kitabı "şarkılaştıramadıklarım" olarak nitelendiriyor. Hakkaten de okurken Kesmeşeker dinler gibi oluyorsunuz. Eğer Kesmeşeker'i bol bol dinlediyseniz zaten kitabı okurken siz de o duyguya kapılırsınız. Zamanında şurada incelemesini yapmışım.

Kitap ekstra tabii, albümleri dinlerken aldığım hazzı başka müziklerden o kadar almadım heralde. Bir de Gevende var o kadar severek dinlediğim. Bağrıma basasım gelen gruplardan. Gevende de Türkiye'nin başına gelmiş en başarılı, yaratıcı ve mükemmel gruplardandır. 2000'de kurulup 2002'de Gevende ismini almış. Saykodelik Folk olarak nitelendirmişler tarzlarını ilk başta ancak onların yaptığı müziğe "Doğaçlama Folk" demek daha akla yatkın geliyor. Şarkılarındaki sözler tamamen doğaçlama gidiyor. Herhangi bir şey anlatmıyorlar. Şimdiye kadar iki albüm yayımladılar. İlk albümlerinde muhteşem bir başarı yakaldılar her ne kadar sizin kulağınıza çalınmamış olsa da Nepal'den Fransa'ya uzanan bir yolculukları oldu ve o süreçte çok güzel işler başardılar. Misal Fransız doğaçlama/Soundpainting grubu olan Balbazar ile turne yaptılar ve takdire şayan bir konser dizisi idi. Ben göremedim :'( Soundpainting ne diye soranınız olabilir, ben de işin uzmanı değilim, Gevende'den sonra öğrendim bu kavramı, şuradan öğrenebilirsiniz. Böyle başarılı işlerinin ardından 2. albümleri olan Sen Balık Değilsin ki isimli albümlerini yayımladılar ve kendilerinin söylediğine göre ilk albüm sonrasındaki deneyimlerini bu albüme katmışlar. İlk dinlendiğinde ilk albümlerinin tadını vermiyormuş gibi görünse de dinledikçe ilk albümlerinden aşağı kalır yanı olmayan bir albüm yaptıkları aşikar. Uzun lafın kısası Gevende de Kesmeşeker gibi lezzetli ve keyifle dinleyebileceğiniz gruplardandır.

İşte sevgili okur eğer akşamdan önce Ankara'ya varırsam bu kadar yüce olan Kesmeşeker grubunu bir kez daha canlı dinleyebileceğim. Çok nadir olur Kesmeşeker konserleri, dolayısıyla çok değerlidir. Ayrıca Onor Bumbum konseri de var aşağı yukarı aynı vakitlerde. Olur da Kesmeşeker erken biterse ona da yetişmeyi çok isterim. O da son sıralar keşfettiğim ve hakkaten keyifle dinlediğim insanlardandır. Türkiye müzik konusunda çağ mı atlıyor ne?

*Her gruptan örnekler vermek isterdim lakin puştluk olsun, uğraşın bulun diye ne video ne de ses kaydı koydum ^_^ merak ederseniz bir göz atın.
dahası...


Bunca zamandır hakkında bir şey yazmamış olmam ilginç geldi, ben de biraz araştırma yaparak TKİ Tavşanlı Linyitspor hakkında yazayım dedim, gerekliydi.

Kendimle başlayayım. Doğumumdan 14 yaşıma kadar Tavşanlı'da yaşadım. Bir ara 3-5 sene Bursa'da yaşasam da çok ufaktım hatırlamıyorum. Çocukluğumda Linyit'in bişeyinden dolayı davullu zurnalı kutlama yapıldığını hatırlıyorum, meğerse 3. lige çıkılmış ya da orada tutunulmuş heralde, tarihlere bakınca öyle bir izlenime kapıldım.

Önce biraz sıkıcı bilgilerden vereyim; TKİ Tavşanlı Linyitspor 1943 yılında kömür işletmesi tarafından işçi ve ailelerinin sportif faliyetlerini gerçekleştirmesi amacı ile kurulmuş. Birkaç kez adı değişmiş olsa da en son bu adı layık görmüşler. Klüp 84-85 sezonunda 3. lige çıkma hakkını elde etmiş, sonra da 11 yıl boyunca bu ligte top koşturmuş. Sonrasında ise 96-06 yılları arasında amatör kümede tekrar 3. lige çıkma çabası vermiş. 07-08 sezonunda 3. lige çıkmaya hak kazanmış. Sonrası ise çorap söküğü gibi gelmiş zaten. Bir yıl bu ligte tutunduktan sonra 09-10 sezonunda play-offlara kalarak 2. lige yükselme şansını elde etmiş. O sezonda da büyük işler başarıp 10-11 sezonunda Bank Asya 1. Lig'e çıkmaya hak kazandı. 2. ligte de play-offlara kalan Linyitspor, Adana Demirspor, Trabzon Karadenizspor ve Eyüpsporu yenerek Bank Asya'ya terfi etmiştir. Final maçı olan Eyüpspor maçında resmen seferberlik vardı. Tavşanlı'daki tüm servis, otobüs ve dolmuşlar Antalya'ya taraftar taşıdı. Resmi rakamlara göre 13000, halkın tahmine göre ise 20000 kadar taraftar takımlarını desteklemek için Antalya'ya akın etti, takım ise yüzlerini kara çıkarmayarak 1. lige geçiş vizesiyle döndü memlekete. Velhasılı kelam Tavşanlı şu anda Bank Asya'da. (bkz: Vikipedi)

Bank Asya'daki durumuna bakacak olursakta, ilk altı hafta tek bir golü bile yoktu, 2 tane beraberliği vardı. "Hasiktir be, tutunamadık lige" derken 7. haftadan itibaren galibiyetler gelmeye başladı. 2. ligteyken de aynıymış bu takım. İlk 9 hafta doğru düzgün puanı yokken, sonradan açılıp play-offlara kalmış. Her neyse. 7. haftadan sonra açılan takımımız, hayvan gibi puan toplamaya, taşaklı takımları bir bir leblebi gibi yemeye başladı. (Bu arada leblebiler Tavşanlı'dan Çorum'a gider, onlar da Çorum leblebisi diye satarlar, dümen yani). Bank Asya'nın en parlak takımı olarak lanse ediliyorlar. Hangi spor yorumcusunu dinlerseniz dinleyin Linyit'in şahane olduğunu, şimdiye kadarki en sağlam çıkışı yapan takım olduğunu söylerler ve bir çok spor eleştirmeni de içten içe Tavşanlı'yı destekler. Şu andaki durumu ise 48 puan ile 4. Samsun önde götürüyor 54 puan ile, Mersin ise 49 puanla 2., Çaykur Rize 48 puanla averajla 3. (bkz: Bank Asya 1. Lig Puan Cetveli)

Bugün oynanacak maçın ardından son üç hafta kalmış olacak. Bu hafta mutlak galibiyet lazım çünkü sondan bir önceki hafta Çaykur Rize deplasmanı var. Son haftaya kadar kimin çıkıp, kimin play-offlara kalacağı kesinleşmeyecek gibi görünüyor. Tavşanlı'nın şansı oldukça yüksek.

Ayrıca, Linyit maçlarını malesef Tavşanlı'da oynayamıyor. 3 yılda amatörden Bank Asya'ya gelince saha yapacak vakitleri olmamış tabi bizimkilerin. Aslına bakarsan hala stad için pek bir şey yaptıkları söylenemez. Seneye Süper lige çıktığımızda başınızı taşlara vurursunuz ey ahali! Alın size yerli turist, alın size geçim kapısı! Bunu değerlendirmeleri lazım ve bir an önce stadın bitmesi gerek. Söylemeden geçmeyelim, Linyit'in iki adet taraftar topluluğu vardır. Birisi Neşter, diğeri ise Murat Gazi.

Son olarak sanırım en değerli futbolcularımız ise Mehmet Akyüz ve Oğuz Dağlaroğlu. Oğuz benim favorim. Bu kadar soğukkanlı bir kaleci olamaz. Adam cool ya. Mehmet ise Süper Lig tarafından gözetlenmeye başladıktan sonra bir artizlik yapmaya başladı, bir kibirlenmeye başladı sorma gitsin. Galiba sırf bu yüzden hoca epeyce oynatmadı onu. Gol krallığına gidiyordu, hoca baltaladı. Şu anda gol krallığında 11 gol ile 4. sırada. 1.'nin 15 golü var. Eğer hoca oynatsaydı her maçta şu an gol kralı olabilirdi, vardır bildiği. Tabii ki diğer oyuncular da birbirinden değerli ama sanırım başı bunlar çekiyor. Hoca demişken değerli hocamız Mustafa Reşit Akçay'dır. Vikipedi'de "2009-10 sezonunun 4. haftasında 2. Lig ekiplerinden Tavşanlı Linyitspor'da teknik direktörlük görevini üstlendi. Ligin düşme hattından devraldığı takımı beklenmedik bir şekilde Play-off Şampiyonu yaparak 1. Lig'e yükseltmeyi başardı. 2010-11 sezonunda çok kısıtlı imkanlara rağmen Tavşanlı Linyitspor'u lig'de şampiyonluğa oynayan bir ekip haline getirmesi kamuoyunun taktirini topladı." diye bahsetmişler. Doğrudur. Adam hala görevinde ve aynı başarısı devam ediyor. 


Neyse bu kadar işte. Biz çok severiz TKİ Tavşanlı Linyitspor'u. Siz de sevin, çok iyi takım bak! Seneye de Süper Lig'teyiz, ona göre ;)


En aktif sitesi de burası heralde: http://www.nesterfanclub.com ve de http://www.facebook.com/Linyitspor?sk=info
dahası...


Yine bi afallama durumu. Her geldiğimde bunu yaşamak zorundaym sanırım. Bu sefer daha kolay geçti ama o afallamam. Telefonsuzluğun azizliğine uğramam ilk başta sıkıntı verse de sonradan alıştım, güzel bile geliyor telefonsuzluk. Sürekli birilerine cevap vermek zorunda değilsin. Sen konuşmak istediğinde görüşüyorsun. Biraz bencilce ama güzel geldi bu bikaç gün. Telefonsuzluğumdan dolayı Sümer ile buluşmada sıkıntı yaşadık. Yok yere birbirimizi yaklaşık bir saat bekledik 200 metre mesafe için.

Havaalanından çıkışta epeydir karşılaşmadığım bir arkadaşa rasladım. Onla bavul beklerken ayaküstü muhabbetin ardından herzaman ki Kadıköy otobüsüme binip İstanbul’daki en sevdiğim yere geldim. Bir kaç arkadaş ve evdekilerle telefon görüşmesinin ardından gidip İzmir bileti aldım, bavulu da oraya emanet olarak bıraktıktan sonra Sümer’le buluşup “Turkey Orientation 101” dersini hızlandırılmış bir şekilde kaptım. Barların yoğun olduğu sokakta biraz turlayıp onların müdavimi olduğu bir barda bira için soluklandık. Ortamı da müdavimleri de birası da iyiydi. Epeyce gülüşme ve muhabbetin ardından saat otobüs saatini vurunca hızlı adımlarla servisin kalkacağı noktaya vardık. Sümer ile vedalaşıp Dudullu’ya doğru servis ile hareket ettim. Yorgunluk ve biranın etkisiyle otobüste hep yarı uyuklar vaziyetteydim, ne uyudum ne de uyanıktım. Teşekkürler panpa ;)

Planlanandan yüz dakika geç geldi otobüs Bornova’ya. Kençal’la bir şekilde bulup eve geçtik, eşyaları bırakıp Üniversite 2’ye poğaça yemeye gittik, özlemişim çemenli poğaçasını. Zaten İzmir’e dair tek iyi anım o heralde (Keçal hariç). Kençal işe gitmek zorunda olduğundan dolayı Konak’ta ayrıldık, o dakikadan sonra ise resmi olarak Forest Gump’ın görevini üstlenmiş oldum. Yaklaşık iki saatlik yarı amaçlı, yarı amaçsız yürüyüşümün ardından Şebnem ile bulaşabldik. Evet Şebnem’le buluştuk. Sanırım saat 15:00 suları idi.

Ne söylememi bekliyorsun? Bir tavukçuda oturup ilk muhabbetleri etmeye başladık, sonrasında arkadaşları restival diye bir festival düzenliyorlarmış onun için asetatlara şekiller yapıp kestik, duvarlara sprey sıkmak için yapılan kalıplardan yaptık yani. İşimiz bitince bikaç arkadaşıyla birlikte kumpir yedik, şarap alıp Kordon’a gittik, çimlerde şarap içtik, muhabbet ettik!? Akşamına ise Arkadaşlarından bir tanesi Rock’n Beer’da çalıyorlarmış onları dinlemeye gittik. Evet alkol çenemizi açtı, yalan yok. Elemanların çaldığı bir country şarkıda çıkıp ağız arpı çaldım, eğlenceliydi. O şarkıdan sonra Şebnem’in başı ağrıdığı için dışarı hava almaya çıktık, yürüdük. Kençal da aramıza katıldıktan sonra birer fincan kahve içip Kençal’lara geçtik. Havadan sudan muhabbet ettik!? Ev arkadaşları geldikten sonra ise yatış pozisyonlarını aldık. Bir süre sonra uyku orduları göreve çağırdı, direnmedim. Uyuduk...

Sabah 10 gibi uyanıp hazırlandıktan sonra yine Üniversite 2’de olağan kahvaltımızı yapmaya gittik. Plan ise Kençal işteyken biz de Şebnem’in projesini yapacaktık okulda. Şehir merkezine epey uzak olan İzmir Ekonomi’ye vardığımızda sevmediğim ama aşina olduğum tablolarla karşılaştım. Özel okuldu sonuçta, ne bekliyordun? Ancak stüdyoları muhteşem. Bildiğin Bauhaus izlenimi veriyor. Güzel sanatlar fakültesi ise tam bir modern mimari örneği, heryer sade beton, ne bir kaplama ne bir boyama. Kahn’ın işlerine benziyor. Mimarını takdir ettim. Her ne kadar güzel sanatlar bu kadar güzel görünümlü de olsa ben okumazdım heralde. Tikilerin yoğun olacağı bir yerde okumak zorunda olsaydım yine Bilkent’i seçerdim. Yiğidi öldür hakkını ver, adamların eğitimi, yapısı falan on numara. Neyse dağıtmayalım. Saat yedi gibi Şebnem’in işi çıktığı için ben de tıpış tıpış yol aldım okuldan. Evet Şebnem’le görüşmemiz buraya kadardı. Başka ne yazmamı bekliyordun?

Best Buy İzmir Ekonomi’ye yakın. Yokuştan aşağı kaptırarak Kençal’ın dükkana geldim, dolanıpta Kençal’ı göremeyince Çıktım marketten abur cubur aldım. Tamamen aynı marka olan bazı ürünlerin burada fahiş fiyat olduğunu görünce bir süre reyonun önünden ayrılamadım. Mesela bizim sürekli aldığımız bisküvili çikolata Viyana’da 1-1.5€ iken, burada 8 lira! İnsafsızlar. Alkollere hiç değinmiyorum bile. Biz Martini’yi 7.5€’ya alıyoruz, burada 40 lira! Cips, kola, çikolatayı ödedikten sonra alış veriş merkezinin önünde dikilip, yaklaşık yarım saat bir yere odaklanıp, hiç bir şey düşünmeden cips yedim, bunu da yanıma gelen 2 metalci çocuğuktan birinin annesiyle çorum şivesiyle konuşup, “albümlerinin yakında çıkacağından, akşam prova yapıp yarın da konser vereceklerinden, yok yok akşam sıkı giyinip üşümem nidalarının” hemen ardından farkettim. Farkında olmadan harbi öylece kalakalmışım. Neden, nasıl hiç bilmiyorum. Çok alkol alırsın da beynin uyuşur, düşünmen gereken şeyleri bile toparlayıp düşünemezsin ya, öyley(d)im.

Şu anda ise Best Buy’da Kençal’la biraz takıldıktan sonra üst katlarındaki yeme içme bölümüne kurulmuş bunları yazmaya çalışıyorum. Çalışıyorum çünkü ellerim gitmiyor klavyeye, yazamıyorum. Hatırlamıyorum hiç bir şeyi doğru düzgün. Hani böyle beynin dolmuş taşmış gibi olur, bir sürü düşünce, fikir vs. varmış gibi olur, dalar gidersin sanki böyle bir hesap yapıyor ya da bir şey düşünüyor gibi. Hah işte öyleyim ama tek fark beynim bir şey üretmiyor. Mavi ekrana bakıyorum şu an. Yani sorulan sorulara cevap veremeyecek gibiyim. Yorgunluktan!? heralde. Anne sözü dinleseydim diye düşündüm bir an. Bir an sadece, sonra geçti. Bizimkiler de ağzıma sıçacaklar, bekliyorum.

Söyleyecek çok şey var, söylenecek hiç bir şey yok.


dahası...


Memlekete resmen tatil değil yorulmaya gidiyorum. Daha şimdiden ebem sikildi. Arkadaş seyehatlerden soğudum yemin ederim. Her taraftan ayrı azar ve trip yemekten doydum billa. Tamam anne ben de seni özledim de niye çemkiriyosun "Ne İstanbul'u İzmir'i? Direkt Buraya geliyorsun! Oralara sonra gidersin!!". Eline geçirsen bir daha salmayacağını sen de biliyorsun ben de. Birbirimizi kandırmayalım şimdi. İzmir ayağının bu seyehat maratonunda ne kadar mühim olduğunu bilse belki hak verirdi ama diyemem ki.

Şimdi sizden hayal gücünüzü kullanmanızı rica ediyorum devam eden satırları okurken.

Ergen yıllarında bir genç, bıyıkları yeni terlemeye başlamasa da hala genç yani 16-17'lerinde bir genç üniversiteyi kazanıyor ve daha okulu tanımaya yeni başladığı günlerde keşfettiği beleş internetlerden mailini kontrol ediyor ve bir bakıyor ki birisinden mail gelmiş, çok olağan değil sene 2004 iken, pek kimse maille haberleşmiyor daha. Mailin tanımadığı birisinden yanlışlıkla gönderildiğini farkedince cevabı bu yönde yazıyor ve muhabbet sonrasında ilerlemeye başlıyor. Nasıl ve niye oluyor anlaşılmayan bir şekilde uzaktan uzağa bir arkadaşlık bağı kuruyor. Bu arkadaşlık çok geçmeden aşka dönüşüp artık smsler, msnler derken bu iki ergen hepten birbirine tutulmaya başlarlar. Erkek olan karakter bir şekilde parasız pulsuz zamanında canını dişine takarak kızın bulunduğu memlekete gezi düzenler, ailesinin yaşadığı yere o kadar da uzak değildir aslında.

Otobüs biletini kapar ve çocuklar gibi şen bir şekilde hareket saatinin gelişini bekler, yolda ise içinde bir sürü garip hisler kaplar. Telefonda bile çok az görüşmüştür, genelde matrix misali yazılardan öğrenmiştir herşeyini dişi karakterin. Giderken de neye inanıp, neye güvenip gittiyse sadece tek yönlük bilet almıştır. Ve gider.. Evet ulaşır sanal yarine. Ne kadar sanal olsa da sahici sevgililerinden daha gerçektir. Dokunmasa da sesini duymasa da hisleri ve heyecanı gerçeklerine nazaran daha gerçektir.

Sokağın başındaki telefon kulübesinden arar;

- Alo, geldim ben. Neredesin?
- Neredesin tam olarak?
- Söylediğin durakta indim.
- Ha tamam, arkana bak!

İşte ilk kez üç boyutlu olarak orada görmüştür. yaklaşık bir senenin sonunda ya da daha az. sene 2005 civarı. Birbirini bilgisayar ve cep telefonu üzerinden tanımış ve sevmiş iki insanın buluşması heyecanlı ve gözlerde parlama ile hayal etmek mümkün olsa da tam olarak öyle bir şey gerçekleşmedi. Sade bir törenle kutlandı ilk buluşma, sonrasında ise sıradan bir günmüşçesine tişört bakmaya, çay içmeye, babasının radyosunu görmeye ve kumpir yemeye gidildi. Erkek karakter ne yapması gerektiğini bilmediği için sadece kafası önde muhabbet etmekle yetindi, sevgili olduklarını belli edebilecek tek şey ise kumpircide kızın oğlanın göğsüne yaslanarak bir süre sessizce birbirinin kalp atışlarını dinlemesiyle geçen dakikalar oldu. Oğlan her ne kadar geceyi terminalde ya da orada burada sürterek geçirip, sabah sevdiceğini tekrar görme hayali kursa da kızın babası onu gece postalamıştır ve gençlerin ilk ve son görüşmesi bu olmuştur.

Sonrasında ise oğlan uzaktan ilişkiden korktuğu için bir mazeret bularak köpekler gibi aşık olduğu kızı ardında bırakır. Sonrasında ise platonik dönemi başlar. Yaptığının yanlış olduğunun farkına biraz geç varır ancak kapadığı kapı diğer taraftan kapatılmış ve bu tarafında kapı kolu yok. Mcburen kapının diğer taraftan açılmasını umutsuzca beklemeye başlar bizim çocuk. Nafile. Bir süre sonra o kapının önünde beklemek işkenceden ziyade acı veren bir zevke dönüşür çocukta. Hayatına başka başka insanlar girse de o kapının önünden bir dakika ayrılmaz. Her alkol alımında kapının önünde kıpırdanmalar olur ve kapı tıklatılır, her seferinde içeriden tek bir ses gelmez.

Bu çocuk bu kapının önünden 2010 senesine kadar ayrılmaz, taa ki son bir çabayla kapıya tekrar dayanıp, diğer taraftan alayla karışık bir karşılık alana kadar. Gerçekten gücünün son damlasını kullanarak kapıya son kez dayanmıştı çocuk. Bu da hüsranla sonuçlanınca artık bekleyecek birşey kalmamıştır. Başka hiç bir kapısı olmadığından dolayı sokaklarda amaçsızca dolaşmaya başlar, yer kapıyı yoklamaya, kafasını sokacak bir yer aramaya başlar. Lakin ya kapıların ardını beğenmediğinden ya da kabul edilmediğinden dolayı boş sokaklarda dolaşmaya devam etti, halen de ediyor. Gerçi son zamanlar o alışık olduğu kapı sanki azıcık aralıkmış gibi geldiğinden dolayı yavaş yavaş o tarafa yürümeye başladı ama temkinli.

İşte İzmir ayağında bu çocuk kapının önüne tekrar gidecek. İçeri girmek için değil, kapının önünde yıllardır sadece yazılarda tanıdığı kızı tekrar üç boyutlu görmek için. Yedi yıldır tanıyıpta yüzünü sadece fotoğraflarda görmüş, sesini hiç duymamış, kalp atışını hissetmemiş bir insan için şizofren olmadığını, o kızı hayalinde yaratmadığını kanıtlamak için yegane bir fırsat. Ayrıca çocuğun üzerinde yedi yıllık bir merak var ve en uygun zamanlardan bir tanesibu merakı gidermek için. Fakat hala bu çocuk ne yapması gerektiğini, nasıl davranması gerektiğini, nasıl konuşması gerektiğini bilmiyor, gereksiz bir heyecan var. Boru mu lan gençliğimin altı yılını bu kızı sevmek için harcadım ben! Pişman değilim, yine olsa yine severdim.

Platonik aşık olmayın. Ya da olun lan, hiç bir pişmanlığım yok.
dahası...


Yine manyak gibi sabaha karşı geçmiş blog yazıyorum. Nasıl bir saplantıdır da bu bu saatlere saklıyorum yazma hırsımı anlamış değilim.

Neyse ne olup bittiğine şöyle bir göz atacak olursak pazar günü göbek attık, arkadaşın kardeşinin düğününde. Tam düğüncü havasına da girdik. Yemek taşımalar, oynamalar falan. Gurbetçi gibi bile giyindim, çok feciydi. İyi ki şu rastalar var da bi şekilde rengimizi belli ediyor. Aslında sıkılmaya da başladım rastalardan, kessem mi? Bir fikir verin yahu!

Tam olmaması gereken zamanda üzerimde feci bir mayışıklık, uyuşukluk, tembellik var. Akşama Japon yemeği günü yapacağız misal. Okonomiyaki tarifi tamam ama onun sosunu hiç bir yerde görmedim ben, onu nasıl yapacağız bilmem. Rameni zaten hep yapıyoruz ve bu sefer ek olarak maki yapmayı deneyeceğiz. Güzel olursa burada tarif ve fotolarını paylaşırım ;)

Daha eşe dosta alışveriş yapmadım, sorumsuz ben! Nereden başlayacağımı şaştım ama. Bu saatte yattıktan sonra muhtemelen yine öğlen uynaırım, evi topla, kendine gel derken saat zaten yemek pişirmeye başlama saati olur. Umarım güzel bir şekilde pişiririz alnımızın akıyla ve ardından kurtadam! Oynayabileceğiniz en zevkli oyunlardan, memleket semalarına gelince size de öğreteyim, müptelası olursunuz :)

Kafamda rotayı İstanbul - İzmir - Kütahya - Ankara - Diyarbakır - Ankara - Kütahya - İstanbul - Viyana olarak çizdim tabi annem bu duruma ne der orası muamma. Kadın yine "biz yüzünü göremeyecek miyiz?" diye söylenecek, haklı da. Bir yolu bulunur elbet, herkese vakit ayırmak istiyorum.

Sanırım bu rotada en çok heyecanlandıran İzmir ayağı olacak. İkinci kez İzmir'de bulunacağım bu gidişimle birlikte. İlki biraz hayal kırıklığı ve kafa karışıklığı idi, hala hoş anılarım yok İzmir'le ilgili. Tabii ki Kençal'la vakit geçirmek fazlasıyla keyifliydi ancak başka beklentilerim de vardı, olmadı. Zaten o beklentilerimin karşılanmamasından ötürü hayatımdaki en büyük boşluklardan birine düşmüştüm ya da bir yaramı sardım da diyebiliriz, nereden baktığınıza bağlı. Hiç bir şey anlamadın değil mi? Boşver, anlaşılmasın daha iyi. Ben de anlamak istemiyorum ne yazdığımı. Yine de "İzmir" deyince bi sarsılma, bi heyecan fırtınası oluşmuyor değil. Neyse bakalım yerli mi yersiz mi bu heyecanım 4 gün sonra anlayacağız.

İstanbulda'ki eş dostta heyecanlandırmıyor değil. Orada da ne kadar süre geçireceğimi kestiremiyorum. Oof of kısa zaman, her bölgede arkadaş olunca böyle ikilemler yaşanması zor oluyor tabi.

Bavul gezdirmeyeceğime seviniyorum sadece. Sırt çantamı alıp çıkacağım evden, fazla eşya almadan, öyle kampa falan gider gibi çıkıp üç hafta sonra geri döneceğim. Bir önceki ziyaretimde hüsrana uğramıştım her açıdan, benim beklentilerimin fazlalığındandı tabi o. Bu sefer hiç bir şey beklemeden gidiyorum, daha güzel olacak herşey. Herkesi de özlemişim hazır. Herkesin tadı damağımda kalacak, kısıtlı zaman münasebetiyle.

O değil de buraya öyle bir kaptırmışım ki kendimi, sanki bir daha hiç dönmeyecek gibi kök salmışım kısa zamanda. Neredeyse burayı evim olarak kabul etmiş, turistik geziye gidiyormuş gibi hissetmişim memleketimi. Doğrusu böyle mi yoksa ben mi biraz fazla kaptırdım anlamadım ama sürekli sıla özlemiyle burada ömür geçmez, bir şekilde burayı evim kabul edip yaşamıma devam etmem gerektiğini hissediyorum. Aslında bu konuları düşünmüyorum bile artık, kanıksamışım. Okulum burada, çevremi burada oluşturmaya başladım, müzik olayı da var. Yani her taraftan bağlamışım kendimi buraya. Eskisi gibi "ben evimi özledim" muhabbeti de yapmıyorum artık, nasıl bir kanıksamaysa.

Anıl'ın ilk Kıbrıs'a gittiği sıralar içip içip telefonda babasına ağladığı zamanlar aklıma gelmişti. Ayak uydurma safhasında herkes böyle bir sancılı dönemden geçiyor sanırım. Ayak uydurduktan sonra ise orayı evi gibi kabul edip "gezmeye" memlekete gider oluyor. Ülke içinde, otobüsle 5-6 saatte ulaşılan yerler için de bu geçerli mi acaba çok merak ediyorum. Aslında bunun cevabını en iyi Dilek ve Çağla'dan alırım gibi geliyor.

Neyse okuyucu, bana müsade. Saat dördü geçiyor. Memleket semalarındakilere de selam ederim, son bikaç gün kaldı, geliyorum!
dahası...


Kultur Shock Sahnede!
Ost Klub!
Misafirlerin hepsini gönderdikten sonra artık derin bir nefes alma vaktim gelmişti de geçiyordu bile. Hiç bir şey yapmasan bile misafirin vermiş olduğu sorumluluk hissi gerçekten biraz ağırdı. Onlar gittikten sonra da zaten olabildiğince miskinlik, olabildiğince tembellik. Tabi bunun yanında sorumluluklarımı da unutmadım. Mesela Kultur Shock konserine gittim, epeyce eğlendim ayrıca yastık savaşına gittim. Bunlar benim gönlü eğleme sorumluluklarım, sıkılmamam lazım benim. Havanın güzelliğini fırsat bilip çimlerde yayıldım, frizbi oynadım, salıları derse gittim. Çok eğlenceli ya o ders.


ehehe
Feci yemişim!


Yastık savaşından birkaç kare :)
Laurita'ya dalarken :)
Kıyıma gidiyorum :)















Vücudu da hor kullanmaya devam ettim bu sürede tabii. Pazartesi müzik prova günü, hiç şaşmaz. Bongoyu ilk kez orada kullandım ve bence sıçtım ama elemanlar "oldu" dediler. Olduysa sorun yok, daha fazla çalışıp arayı kapatacağım işte. Siz gibi taşaklı müzisyen olarak gelmedik ki buralara arkadaş. İkisi konservatuarda zaten, basçı kendini bildi bileli çello ve bas çalıyo, Manu desen beş yaşından beri gitarı elinden düşürmemiş. Çok memnunun aslen, okul gibi resmen. Herkes bişeyler öğretiyor. Gruptan postalamaya da niyetleri yok, en sevindiğim nokta da o :) 11 Haziranda da konserimiz var, para bile kazanacağım.

Buraya geldim geleli hayatımda ideal olarak belirlediğim şeyleri bir bir yerine getirmeye başladım. İki farklı ülkeye, ayrı zamanlarda otostopla gezmeye gittim, şehir meydanında sokak müziği yaptım, çokta eğlendim, free hugs ve yastık savaşı gibi flashmoblarda bulundum, çok farklı milletlerden arkadaşlar edindim, couchsurfingten fakir ağırladım, yoyocularla takıldım bi vakit, müzikten para kazanacağım vs. Umarım hepsini erkenden tüketmem, hala bunların hepsinden haz alarak yapmak istiyorum!

Salıları ise yine olağan olarak almanca konuşma toplantısına katılıyorum, yine CS etkinliği. Oradan gayet güzel arkadaşlar edindim, çoğu Güney Amerikalı. Bu salı da oradaydım, yine muhabbetle, hoş sohbetle geçti.

Soldan sağa: Ilona, Jakob, Lena, Sarah, Dayı, Ben, Talha, Güneş
Çarşamba günü yine olağanlaşmaya başlayan yemek yeme günü idi. Bu sefer Ilona ve Sarah davet ettiler. Bir önceki Dayı'lardaydı. Yine aynı kadro (Ilona, Sarah, Lena, Kayhan, Dayı, Talha, Güneş ve ben) sofrada hazır bulunduk. Bu sefer Ilona'ların başka bir arkadaşları da geldi Jakob. Yakup isminin yahudice söylenen şekliymiş işte. Avusturya mutfağından lezzetler taddık. Beyaz şarap eşliğinde, gayet zengin bir sofra vardı, hizmette ise kusur yok :) Yemekten sonra kıt almancamızla kurtadam oynadık ve ona rağmen ortalıkta "ne alakası var ya ben kurtadam değilim, benden kurtadam olur mu hiç?" gibi lafların almancaları uçuştu, çarşamba günü bir daha deneriz. Bu sefer bizde olacak (iyice gün havasına girdi bu iş) ve Türk ve Avusturya mutfaklarını taddığımız için biz de Japon mutfağını deneyeceğiz (ikinci anavatan). Ramen, Okonomiyaki, maki şu anda aklıma gelen yapabileceğimiz lezzetler. Tatlı olarak yeşil çaylı dondurma görmüştüm onu yapabiliriz olmadı bir tatlı tarifi bulunur elbet.

Perşembe tatilim olması gerekirken Manu aradı çalışalım diye, müziğe hayır denir mi? Gittim tabi düşünmeden. Heiligen'de bir parkta oturduk, beyaz şarabı da ihmal etmedim tabi gelirken ama bongoyu taşımak zulüm ya. Her neyse, kendi kendimize çalıp oynadık, sonrasında Manu'nun ev arkadaşları geldi Justyna ve Christoph. Çok tatlı bir çift, ilk tanıştığımda da aynı kanıya varmıştım. Bir ara hep beraber blues doğaçladık, çok iyiydi. Chris gitar çaldı, Justyna doğaçlama vokal, Manu mızıka ben de bongo, gayet hoş oldu. Sonrasında biz Manu ile çalmaya devam ettik, Chis'te Justyna'ya nasıl dövüşüleceğini gösteriyordu, baya dayak yedi ama öğrenirken :) Kalkmaya yakın yarısı dolu su şişesini atıp tutmaca oynarken 45 dakika harcadık, en gereksiz ve en eğlenceli oyunlardandı. Akşamına da bizim bebelerle bilardo oynadık. Son atışlarımdan bir tanesi şans eseri Semih Saygıner'in bile atamayacağı bir vuruşa dönüştü, izlenilmeliydi :)

Çok "duman" altı idi.
And it's friday, I'm in love! demek isterdim tabi ama yok öyle bişey. Gayet akşama kadar parklarda sürtüp akşam da reggae partiye gittik. UK'nin en taşaklı ses sistemini getirtmişler, biz onların yalancısıyız ama şimdiye kadar bir basın saçlarımı geriye atacak kadar vurduğuna şahit olmamıştım. Feci vuruyordu.

Bugün ise (cumartesi) Stadtpark'a gidip kahvaltı yaptık ama saat 4'te oturabildik kahvaltıya. Yine de zengin menümüz vardı; Domates, salatalık, ezilmiş peynir, zeytin ezmesi, çay, peyaz peynir, salam, meyve suyu. Heralde hepsi buydu ama paşalar gibi kahvaltı yaptık. Bi tane hippi anne yan tarafımıza oturdu çimlerde, o an onun benim karım olmasını ne kadar çok istedim anlatamam. Kendisi de çocuğu da çok tatlıydı. Ardından "Desperate Housewives" moduna geçtik. Herkes eline iplerini aldı, bileklik örmeye başladık, bir taraftan da öğretmeye çalışıyorum. Sonrasında sıkıldık tabi frizbi atmaya karar verdik ancak yerde kimsesiz bir cüzdan bulmamızın ardından bıraktık oyunu ve karakol aramaya başladık. Karakoldaki kadın polis "ben alamam, Viyana toplu ulaşım bilmemnesine verin" deyince oraya güvenemediğimizden internetten çocuğu aramaya başladık ve herşeyi barındıran feysbukta bulduk çocuğu. Mesaj attım henüz cevap vermedi ama o olduğuna eminiz.










Bu haftayı da böyle kapattık. Yarın arkadaşın düğünü var, ona gitmeyecek olsam CS'nin kickball buluşması var. Beyzbol gibi bişey ama ayakla oynanıyormuş, onu öğrenecektik. Neyse biz de gider göbek atarız.

Haftaya da memleket semalarındayım. Umuyorum ki İstanbul, İzmir, Kütahya, Ankara ve Diyarbakır'da vakit geçirebilirim.

Çikolata isteyen?
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.