Pazartesi günkü başarılı geçen sunumumun ardından artık kuşlar kadar özgürüm. Hele ki evden maddi konuda desteği de alınca pazartesi günü, daha bir rahatladım. Oda arkadaşım değişti, dallama bir insan bekliyordum ancak ilginçtir iyi bir insana denk geldim. Yücel'den sonra Yücel gibi kafa dengi birinin gelmesini beklemiyordum aslında. Neyse iyi oldu Beşir. Hatta fotoşopla fotoğrafımı Itachi gibi bile yaptı.


Pazartesi günü o gelecek diye odayı falan topladık, temizlikçi bi teyze geldi Bulgar Türklerinden. Komik bi kadındı.

Salı günü büyük gündü, Nele ile buluşacaktık. Öğlen aramayı planlamıştım ama nedense kurs çıkışı odama gelince bi ağırlık çöktü, sonra da Talha'nın çıkışını bekledim. Aramaya karar vermiştim ki mesaj atmış; "Hey istersen türkce dersimdan sonra buluşabiliriz? saat 7 seni aracagim.görü$ürüz". Süper! O vakte kadar biz de Talha ile sağda solda pinekleyebiliriz. Dersinin bitiminde atladık metroya ve şehir merkezine doğru yola çıktık. Durakta indik ve merdivenlere doğru giderken üç kişilik kız grubunun merdivenlerden bize doğru geldiğini gördük. Bi tanesiyle göz göze geldik ve ikimiz de "lan nerden tanıyorum bunu?" edasıyla birbirimize baktık ama konuşmadık. Tabi yaaa Gözde idi o! Lise sonda aynı sınıftaydık, çok muhabbetim olmasa da o sınıfta konuştuğum ender insanlardandı. "Keşke selam verseydim" hayıflanmalarıyla yürümeye devam ettik.

- Gözde idi lan o.
- Nerden tanıyorsun?
- Lise sonda aynı sınıftaydık.
- E selam verseydin ya.
- Harbi verseydim ya.
- Ben olcam selam verirdim.
- Raslarız mutlaka bi yerlerde tekrar, Viyana küçük.
- Öyle, denk gelir nasılsa bi daha.
- Ben bi akşam feysbukta falan dolanayım, bulmaya çalışayım.

Saat 7'yi vurunca Nele aradı.

- Merhaba, nasılsın?
- Teşekkürler Nele sen nasılsın?
- İyiyim, Türkce dersimden çıktım. Neredesin?
- Schwedenplatz.
- Ahaa napıyorsun orada?
- Nichts.
- Nichts yapıyorsun? (çok tatlı bir kahkaha) hiç yapılır mı? Aa peki orada meşhur bir dondurma var, biliyorsun?
- jaa ich weiß, möchtest du essen?
- Evet yemek isterim, ben şimdi Schotentor'dayım, 10 dakika oradayım.
- Ok, wir warten.

Nele bisikletiyle göründü, sıcak bir selamlaşmadan sonra bisikletini bağlamaya gitti. Bağladıktan sonra geldi, ayaküstü biraz muhabbet ve dondurmacıya doğru yürümece. Dondurma isimlerinin hepsi italyanca, Nele fındıklı-çikolatalı aldı hem de italyanca ismini söyleyerek. Biz de sanırım üzümlü dondurma aldık. Hala emin değilim neli olduğu hakkında. Dondurmalarımızı afiyetle götürürken Nele türkçe ders notlarını çıkardı, bi köşeye "eşek oğlum eşek" diye not almış, onu da düzelttik "eşek oğlu eşek" diye. Sonra arkadaşına yazacağı türkçe maili kaıda yazmış önce, ondaki hataları da düzelttik, Gürcistan'da bir ay çok üşüdüğünü de yazmış ve o sihirli cümleyi tekrar kurdu "bir ay çok üjüdümm" tam o an yüzümde bir tebessüm ve Nele'yi yeme isteği belirdi.

- Nele istediğin zaman sana türkçe konusunda yardım ederiz.
- Evet, lütfen.
- Tamam istediğin zaman söyle "ich brauche hilf".
- Tamam.
- Whenever you want.

Sonra bizim uğraşıpta almanca olduğundan dolayı beceremediğimiz City Bike olayını halletmeye koyulduk. City Bike burada her köşe başında olan bişey. Bankamatik kartınla gidip bisiklet kiralıyorsun, ilk saat beleş, 2. saat 1€, 4. saat 2€ ve 4 - 120 saat arası 4€. Denedik denedik başaramadık, sonra City Bike'ın müşteri hizmetlerini aradık, tabii ki Nele konuştu çatır çatır almancasıyla. Sonunda benim problemi çözdük ama Talha'nın kartta bir problem vardı sanırım yapamdık. Ona da Nele'nin kartıyla bisiklet aldık ve atladık bisikletlere. Çok zaman olmuş sürmeyeli, önce biraz afalladık ama sonra hemen toparladık. Tuna kanalı boyunca gezdik, baya yol katettik. Çok eğlenceliydi, zilleri çala çala gidiyoruz.



Nele durup durup gülüyor,

- Was ist lustig? Warum laughst du?
- Herşey.
- Nasıl herşey?
- Herşey işte (hala o tatlı kahkahasına devam ediyor).

Yolda giderken yarasalar gördük.

- Gördün mü?
- Neyi?
- Şunu, Tier (tier derken ellerini iki tarafa açtı, kuş gibi çırpıyor).
- Ha evet Vogel.
- Ne onun adı?
- Yarasa.
- Ney?
- Yarasa, bat.
- Yarasa, hmm.

Yol üzerinde birkaç yeri gösterip anlatmaya çalışıyordu.

- Bak burası bir klüp, burada da havuç var, a hayır havuç değil, hah havuz (kahkaha)
- Evet havuz.
- Aaa unutmuşum yaaa.

Birkaç şeyin almancasını sorduğumuzda tam grameriyle söyledikten sonra "ohaa almanca zor" diyodu. Tüm tepkileri türkçe. Telefonda bizim City Bike işini çözerken "nein" yerine "yok" diyodu, çalışan birini gördüğünde hep "kolay gelsin" diyor, tabi karşıdaki anlamıyor orası ayrı. Bişey olunca "ohaa" diyor hep. Ve sokak dilini bilmesi süper. Mesela bisiklet işini çözdükten sonra "çok teşekkürler Nele"ye karşılık olarak "ne demek" demesi çok hoşuna gidiyor insanın.

Turumuz bitti, bisikletleri yerine koyduk sonra birer yudum aysti içip ayrıldık. Sanırım tekrar aşık oldum. Bir gün Nele'ye de söyleyeceğim ama ne zaman emin değilim. Halbuki 1-2 hafta önceki partide ne kadar da niyetliydim söylemeye. Anlatmamıştım değil mi onu?

Arkadaşın doğum günü partisine gitmiştim, Nele'yi de davet ettim, 2 arkadaşıyla birlikte geldi. Parti de süperdi, yurtlarının barına tüm alet edevatları kurdular, ben de bendirimi falan kaptım gittim. Jam season yapılacaktı. Bikaç şarkıda davula geçtim, bi ara kemanlı bi amca geldi defimi kaptım, davul, keman, def üçlüsü olarak mastika çaldık. Sabaha karşı da akustiğe döndük, bendir, maraccas, şu sallanan "şıkı şıkı" ses veren yumurtamsı şeyler ve akustik gitar.

Parti süresince doğum günü olan arkadaşın arkadaşlarıyla geyik döndürdüm, sonra Nele'ler gelince onların yanına kaydım. Bi ara enstrüman değişimi var sanıp sahneye doğru gittim, meğerse canlı müziği bitirmişler. Geldiğimde Nele'nin yanında bi eleman vardı, 1-2 saat önce bizim yanımıza da yanaşmıştı, orada da sevmemiştim elemanı.

- Naber abi?
- İyi, senden.
- İyi.
- Senin arkadaşın mı?
- Evet.
- Ben yazsam bi sorun olur mu?
- Yazmasan daha iyi olur.
- Neden?
- Öyle.
- Ha sen diyosan ki ben bu kızı bu gece götürcem, cümle aleme deprem var diye anons yapıcam, eyvallah.
- O kadar basit değil.
- Ya?
- Sevdiğim, değer verdiğim bir insan.
- Belki o sevdiğin insan benimle daha mutlu olcak, değer verdiğin insanın mutlu olmasını istemez misin?
- Seninle mutlu olabileceğini sanmıyorum.
- Peki. Nerde tanıştın bunla?
- Sokakta.

Sonra elemanı ortalıklarda hiç görmedim. Açıktan tehditimi sezdi sanırım. Aba altından sopa göstermek böyle bişey olsa gerek, nasıl ben onun kafasında şişe kırmadım merak ediyorum. Fazla sakin, pasifist adamım.

Bir süre muhabbetten sonra langırt oynamaya geçtik. Onun iki arkadaşı Nele ve ben. Nele ile aynı takımdaydık, yenildik ya. Arkadaşları çok tatlıydı, çok konuşamadım ama hakkaten canayakınlardı. Bi kız bi erkek. Erkek olan sevimli bi eleman, bi ara onla aynı takıma geçtik, baya eğlendik.

Langırt olayı bittikten sonra koltuklara geçtik, yayıla yayıla oturduk, biraya devam. "Keşke kafa olsam da açılsam Nele'ye" diye düşündükçe heyecandan ayılıyorum. Alkolü hızlı hızlı tüketip, hemen bi sonrakine geçiyorum ama nafile.

Bunlar 4 gibi ayrılacaklardı, diğer arkadaşlarıyla da vedalaştık tekrar, hakkaten şeker gibi insanlar, sanırım ev arkadaşları onlar, bi ara Nele'nin evini ziyaret etmeli, 1-2 şişe şarapla. Neyse Bunlar çıkarlarken doğum günü olan arkadaş da langırt oynuyordu, Nele bunu sırtına vurdu "iyi doğum günlerii" dedi, el salladı ve gitti. Ben de yine ayrılmanın verdiği hazin duyguyla diğer arkadaşlarımın yanına döndüm.
dahası...


Teşekkürler baba; Şimdiye kadar iş güç konusunda hep fikrimi aldın, beni hep adamdan saydın ve fikirlerime çok değer verdin. Bunun için beni hiç bir zaman bir işadamı çizgisine sokmaya çalışmadın. Ne isem o olarak benimsedin beni ve iş görüşmelerine bile pantolon zincirim, elimde yoyom, yuvarlak kırmızı gözlüklerim ve birbirine girmiş saçım, sakalımla götürdün. En taşaklı iş mevzularında bile tipimi "düzeltmemi" istemedin. Bir insanı görünüşüne göre değil, fikirlerine göre yargılamayı öğrettin.

Teşekkürler anne; Kendi halinde bir evhanımı olmana rağmen bir insanın çocuğuna öğretebileceği herşeyi öğrettin. Beni ben olduğum için sevdin. Sana göre çok ters olabilecek herşeyi yapmama rağmen beni hep kabul ettin. Sen Kuran'ını okudun, ben Hindu kitaplarımı. Arkadaşlarına tanıştırırken beni tereddüt bile etmedin küpeliyim, pasaklıyım ya da aykırıyım diye, bu da aynı şeyi benim yapmamı sağladı. Ben salaştım sen başörtülü ve kolkola şehir meydanında birbirimizi yargılamadan dolaşırdık. İnsanı insan olduğundan dolayı sevmeyi öğrettin.

Size de söylediğim gibi size saygım sevgim size olan minnet borcumdan dolayı değil - kaldı ki beni doğurduğunuz için size minnet duymam yersiz olur, tamamen kendi çıkarlarınız için buradayım, konuşmuştuk - sadece gerçekten saygıyı ve sevgiyi hakeden insanlar olduğunuzdan saygım ve sevgim var size. Şu hayatta tanıdığım yegane yüce insanlardansınız, iyi ki sizinim, iyi ki benimsiniz.
dahası...


Sürekli yaratıcı ve farklı olmaya çalışmamdan tiksiniyorum bazen. Efendi efendi herkese uyup, "sürü" ne apıyosa yapsam şu anda bu kadar yogun bir insan olmazdım kanımca. Örnekleyerek açıklayacak olursak;

- Ufacık çocukken mahallede herkes paten alıp kayarken ben kaykay alıp kendi kendime geliştirmeye çalışırdım. Öğrenmiştim ama bikaç hareket.

- Toplumun götürmeyeceği ufak bir içege ilçesinde 12 yaşımdayken topladığım bayram paralarıyla saçımı kızıla boyamıştım. Annem çok fırçalasa da o da alışmıştı bu halime.

- Yine o çağlarda güneş gözlüğünün fazla artizliğe kaçtığı düşünülen zamanlarda mahallede top oynamaya mavi renkli güneş gözlüğümle çıkardım.

- Lisede herkesin markalı kot takıntısı varken koca okulda saçları punk olan tek insandım, zorum neyse?

- Yine tüm çevremin "Angaralı" modda olduğu sıralar saçlarımın kenarlarını kazıtıp hepten punk olmuştum.

- Futbolda "Ben ilerde oynucam" diyelerin aksine "ben kaleci olcam" diyen nadir insanlardandım. Futbolda kalecilik sevilmez, iyi oynamayanları kaleye sokarlar genelde.

- Herkesin gitar çalmaya heveslendiği sıralarda davul çalmaya yeltendim, öğretenim de olmamıştı, kendi kendime öğrenmiştim.

- Sabit bir arkadaş çevresi edinmedim hiç. Kürdü, alevisi, eşcinseli, esnafı, ateisti, hristiyanı, yobaz müslümanı, extrem zengini, sokak şarapçısı vs vs diye uzayan farklı arkadaş çevrelerim vardı.

- Dükkandan aldığım ve en az 5-10 kişide olan tişörtleri giymemek adına günlerce dikiş yaptığım zamanlar oldu.

- Tasarım projelerinde basite kaçmak yerine olabilecek en absürt ve yapılması zor tasarımları seçtim.

- Alkolü mekanda değil sokakta tüketmeyi seçtim.

- Dans kursları yerine aikido kursuna gittim. Kısa sürdü ama olsun.

- Ekstra yabancı dil olarak Japoncayı seçtim, 3 ay kendi kendime eşek gibi çalıştım, temeli oturttuktan sonra bıraktım. Bi ara tekrar dönücem, şu almanca bitsin de.

- Avrupa'yı araştırmaktansa Asya'yı araştırdım, hala Asya'yı Avrupa'ya tercih ederim.

- Şu anda da Almanca sunum hazırlamam gerek ve en basitinden memleketimi falan anlatsam kolayca sıyrılacakken, gittim Woodstock'ı seçtim. Olsun ya herkes öğrensin Woodstock'ı, biraz yorulcaz ama olsun. Zaten türkçesine hakimim, bildiklerimi almancaya aktarmak var sadece.

Bu örnekler daha da çoğaltılabilir sanırım, ilk aklıma gelenler bunlar. Sürüden biri olmak her zaman en zahmetsizi olmalı ama o zaman kendim olmazdım sanırım.
dahası...


Çocukken astranot ya da itfaiyeci olmak istediğiniz zamanları hatırlıyorsunuz değil mi? Sonra okula başlayınca öğretmen, sonrasında bilgisayar mühendisliği falan. Lisede ise iyice şekillenir kafanızdaki meslek; Odtü Makina, İtü Elektrik Elektronik vs. ardından ÖSS'ye girer ve puan yetersizliğinden ufak şirin(!) bir anadolu kasabası ya da şehrinde biyoloji, jeoloji falan okursunuz.

Herkes için geçerli değil tabi bu ama bir çoğumuz öyle olmadık mı? Hayal kurmak insanın yaşıyla ters orantılı sanırım. Kazık kadar insan olupta hayal kuranlara da uzaylıymış gibi bakıyorlar sevgili dünyamda. O garip bakılanlardan biriyim. Yirmi iki yıldır hayattayım, hayalsiz günüm geçmedi sanırım. Hala ileriye yönelik birbirinden fantastik(!) hayallerim var.

Şu an okuduğum bölüm kentsel tasarım ve peyzaj mimarisi. Evet kendi isteğimle seçtim. Ama sorsanız ki "İstediğin bölümü seçebileceksin, istediğin mesleği yapabileceksin, hangi mesleği yapardın?" diye, düşündüğünüzün aksine "ben bölümümden menunum, müzisyen olmak isterdim, tiyatrocu olmak isterdim" demezdim. Çalışmanın hepsi bir. Eğer işin içinde zorunluluk varsa, hiç bir meslekten tam olarak keyif almazsınız. Tamam bazı işkolik insanlar var onları ayrı kefeye koyuyorum. "Ee o zaman nerde çalışacaksın sen?" diyebilirsin, eğer planlarım tutarsa hiç bir yerde.

Planım nedir? Bir şekilde sistemi kullanıp, sistemden kaçmak. Nasıl? Karışık oldu değil mi? Basitçe, kapitalizmin kendisini kullanıp bir kapital elde ettikten sonra bu kapitali sürekli gelir getirecek bir hale getirip karavanımda yaşamak. 3 yıldır bunun üzerine düşünüyor ve çalışıyorum. Umarım 5-10 yıla kadar bunu gerçekleştireceğim. Keşfedilecek çok yer var. Hayatımı çalışarak harcayamam. İnsan ömrü ortalama 75 yıl falan. 22-23'ü gitti ne kaldı? aşağı yukarı 50 yıl. Bu yaşadığım kadarın 2 katını daha yaşadıktan sonra (maksimum) meftayım.

Bir düşünün ya, şu yaşınıza geldiniz, arkanıza dönüp baktığınızda ne yapmışsınız? 15 yıl okul ya da daha fazla. Bundan sonra ne yapacaksınız? 20-30 yıl çalıştıktan sonra emekli olup hastane ve emekli maaşı kuyruklarında sürüneceksiniz. Yo dostum yo, ben bunu reddediyorum. İnsan gibi yaşayabilmek için elimden gelenin en fazlasını yapacağım. Çok para edinip "işte böyle insan gibi yaşanır"a inanmıyorum. İnsan gibi yaşamak hür olmakla olur. Her gün işe gitme zorunluluğum olduktan sonra ben nasıl bi hürriyete sahip olabilirim? Eğer çalışacaksam da kendi isteğimle mecbur olmadan çalışmak isterim. Tüm gayretim de bu yönde. Mesela yanımda bilgisayarım olur, bana internetten paftaları yollarlar, ben tasarımımı yaparım üstüne, mail ile geri yollarım, para hesabımda. İşte bu kadar. Ya da sokakta, mekanda sırf keyfine müzik yaparım, yeni insanlarla tanışırım, çok farklı ve yeni şeyler öğrenirim, ufak köylere gider farklı yemek tarifleri öğrenirim vs vs.

Biliyorum saçma geliyor, hatta imkansızmış gibi. Ama değil! Üzerinde çalışmaya devam ediyorum, şu okul bittiğinde başarmış olsam bunu süper olur!
dahası...


Bir kız sevdim 20'lerinde,
Eli ayağı düzgün,
Yüzüne bakılır birşey.
Konuşmalıydım,
Yanaştım iyice.
Tanışma faslı geçtikten sonra,
Muhabbet geldi Kenya hükümetine.


Tikiydi,
Pek bi iyiydi,
Süslü falan böyle şıkır şıkır.
Ama gittikçe değişti,
Anlayamadım bu değişimi.


Koyu tonda makyajlar,
Nalbanttan alınma aksesuarlar,
Dantelli abiye elbise,
Ya da deri pantolon, dar!


Sonra dedim ben kimleyim?
Kararmaya başladı yüreğim.
Daha dün cıvıl cıvılken,
Şimdi yarım götik oldu ben neyleyim?
Ben nasıl yanmayım dağlar?
dahası...


"Poooff" diye uyandığım bir sabahtı yine. Şu uyku problemimi çözemedim hala. Yine de haftasonuna gireceğimi bilmek ve dışarıda yağmurun dinmiş olmasını farketmek uyuşukluğu üzerimden atmama yardımcı oldu.

Ekmeğimin bitmiş olması sebebiyle kahvaltıyı es geçtik bugün de. Elime yarım kalan aystimi alıp bir de sigara sararak çıktım odamdan. "Gönül muhabbet ister, sigara bahane" diyerek erkenden kurs kapısına dayandım. Bir süre oyalandıktan sonra Manhatten' ın Alaska nüfus yoğunluğuna sahip hali gibi olduğunu farkettim kursumun. Aradım "Büdü"mü,
- Hacı nerdesin, sigara içmeye gelmiştim yanına. Dersin bitmedi mi?
- Hacı cumaları erken bitiyor kurs, ben de eve geldim.
- Hadi ya. Neyse bugün hava güzel, dolaşalım dışarıda.
- Tamam çıkışına gelirim.

İlk saatte Frau Seifert bir önceki gün olduğumuz deneme sınavının cevaplarını dağıttı herkese. En birinci ben olmuşum, herkesi ben yenmişim, 10 puan bana! Şaka maka 1 almışım (burada en yüksek not 1, en düşük 5) ve sınıfın en yüksek notu bende. Bu kadar böbürlenmeye de hakkım olsun değil mi?

Hazır böyle bir gazı arkama almış ve havanın güzelliğine kendimi kaptırmışken tıpış tıpış eve dönmek olmazdı kurs çıkışı. İstikamet şehir meydanı! Bir süre banklarda Filiz ile beraber pinekledikten sonra Talha efendi ufukta göründü. Talha'nın da
aramıza katılmasıyla kadromuzu tamamladık ve asli görevimizi yerine getirmek üzere ayağa kalktık. Volta atmak! Evet asli görevimiz budur. 4-5 gündür hava muhalefeti sebebiyle gelememiştik şehir meydanına, sılaya dönmüş gibiydik. Opera söyleyen
kör teyze oradaydı, kafasız adam, dakkada spreylerle resim yapan adam, deliler... Herşey yerli yerinde. Ne güzel.

Volta atmaktan sıkılıp tam banklardan birine oturma eğilimindeydik ki hıristiyan misyoner abiler Filiz ve Talha'yı yakaladı, ben de istifimi bozmadan yürümeye devam ettim. İlerde güzel bir tını geliyordu, biraz uzaktan onları kesmeye başladım.
Şarkıyı söyleyen kız gözümün içine baka baka gülümsüyordu, ne sıcak bir duygu. Bizimkiler de misyonerlerin elinden kurtulunca beraber izlemeye devam ettik.
- Bozukluğunuz var mı lan?
- Neden?
- Şunlara vericem.
- Dur var bende.
- 40 sent var, yeter ya.

3 şarkı falan dinledikten sonra Talha'nın "gidelim" lafına karşılık, "hacı cajon boşta duruyo, ben bi sorucam çalayım mı? diye" cevap vermemin ardından 3-5 dakka geçmişti ki şarkıları bitti yanaştım,
- May I join you with cajon? (cajonla size katılabilir miyim?)
- Can you play? (Çalabilir misin?)
- Yes, I can. (Evet, çalarım)
- Oo great, yes please (Oo mükemmel, buyur lütfen)
- What's your name? (Adın ne?)
- Bilal.
- Where are you from? Turkey? (Nerden? Türkiye?)
- Ja.
- Applaus für die Spezial Gast, Bilaalll (Özel konuğumuz için bir alkış)
Hakkaten de millet alkışladı falan bi utandım, kızardım. Sonra bunların başında dönüp duran deli geldi yanıma, elini uzattı;
- Du musst sehr gut spielen! (Çok iyi çalmalısın!)
- Ja ich hoffe! (Evet, umarım!)
İkimiz de hafif bağırarak yaptık bu diyaloğu sonra el sıkıştık ama gitar çalan eleman baya güldü bu diyaloğumuza.



Ha bu da vidyosu:


Sonra "one, two, three, four" diyerek şarkıya başladı, başlarda biraz afallasam da sonradan kıvırdım olayı. Son şarkılarıydı, sonra teşekkür edip ayrıldım. Neden telefonlarını ya da irtibat kurabileceğim herhangi başka bir bilgilerini almadım bilmiyorum. Heyecanlandım kardeşim. Ama sıçmamışım. Sonradan Filiz'in çektiği videoya baktım gayet düzgün düzgün, efendi efendi çalmışım. Bir daha görürsem yine yanaşıcam, bu sefer daha erken ve irtibat kurabileceğim bilgilerini de alacağım (telefon numarası, mail adresi, feysbuk bilmem nesi vs)

Güzel gündü, güzel haberler, güzel etkinlikler falan filan.

Hava güneşli olunca daha bir farkına varıyor insan; Hayat güzelmiş!

* Bu arada o yabancı dilde diyalogları "siz anlamazsınız ingilizceden, almancadan o yüzden açıklaya açıklaya yazdım" demek için değil, olur da o dillerle ilgisi olmayan arkadaşlar okur diye öyle yazdım, yanlış anlaşılma olmasın. Hem anam da okuyo lan
bunları! Kadın ne anlasın yabancı dilden!
dahası...


Konu Bülent Ortaçgil, şarkı Eylül Akşamı.
Bir çocuğun masalın sonunu bekler edasıyla yüzüme bakıyordu, ben de Eylül Akşamı'ndaki bir cümleyi açıklamaya çalışıyordum.


- Belki benim kağıt param bir şekilde döne dolaşa senin cebine girmiştir.
- ...
- Yani aynı şehirde yaşıyorlar ama daha önce tanışmamışlar ve aynı yerlerden hep geçmişler.
Adamın sigara aldığı büfeden belki kız başka birşey almıştır ve para üstü olarak adamın
parasını vermiştir satan adam.
- Eee?
- Hmm, they are living in the same city but they do not know each others and maybe the girl
and man have shoped at the same place and ummm bi şekilde ne demek lan?
- Somehow.
- Hah somehow woman take the man's money as repay.
- Eee?
- Eeesi o işte Nele, olasılık bu, olabilir.
- Olasılık?
- Possibility.
- Haa. Ama romantik miymiş bu?
- Bilal benim ana dilim Türkçe, ben bile anlamadım.
- Tamam boşverin, Olcay'a bile anlatamadıysam.
Gülüşmeler.


**********


- Sen pazar biliyorsun?
- Evet, bu üstümdekini pazardan aldım, buradan.
- Aaa nerden aldın?
- Kettenbrükengasse Menschen Markt.
- Menschen Markt?
- Evet, bize halk pazarı deriz ya öyle.
- Orda insanlar satıyorlar? Menschen Markt o demek.
Gülüşmeler.
- Hayır ya pazar işte.
- Anladım anladım. Türkçe'de second hand pazarına ne diyorlar?
- İkinci el pazarı.
- Ya hayır, bişiy pazarı.
- Bit pazarı?
- Aa evet bit pazarı, unuttum yaaa. Bit pazarı.
Gülüşmeler.


***********


- Türkçe'yi nasıl böyle 6 ayda öğrendin ya?
- İzmir'de 5 hafta türkçe kursuna gittim.
- Hadi ya? Neresinde kaldın İzmir'in?
- Göztepeliyim ben!
Gülüşmeler.


***********


- Sen dışarıda öğrendiysen Türkçe'yi o zaman "abi, hocam" falan da biliyorsundur.
- Evet evet. "Naber abi? İyidir abi, senden naber?"
Gülüşmeler.
- Mesela ben dışarıda basketbol oynuyordum, çocuklar bağırıyolardı "ablaa topu at ablaa".
Ben de "atmam oglum".
Gülüşmeler.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.