Sosyal paylaşım ne kadar da zararlı bir şeymiş de haberimiz yokmuş. Her taraftan sarılmış, kuşatılmış gibi hissediyorum kendimi. En son annemin de vize olaylarının ardından arayıp "ee ne yaptın vize işini, hallettin mi? Aslında blogunu okudum o yüzden aradım" demesi üzerine üzerimdeki sosyal baskıyı daha bir hisseder oldum.
     Aslında keyif almam gereken bu konu canımı da sıkmıyor değil. Tamam bazı insanlara ulaşıyorsun ama şu anda ulaştığın kitle yakın çevren olunca rahat rahat çemkiremiyorsun bile. Herhangi bir şeyden şikayetçi olamıyorsun. Tivitıra ufacık bir "olmadı..." bile yazsan Herr Koç arayıp "ne olmadı lan? Tivitıra yazmışsın." diyebiliyor. Yazdığın bloga yorum olarak arkadaşın "bana mı dedin lan? Açık konuş oğlum!" yazabiliyor. Ya da daha da basiti feysbukta paylaştığın bir şey hakkında yine yakın çevren müdahale ediyor.
     Hani vardır ya cümle alem bilsin, hiç kimse duymasın düşüncesi. Hah işte o ikilem sürekli oluyordur internet kullanıcılarında bence. Yeni bir ilişkiye başlamıştır, içi içine sığmıyordur kahramanımızın. Kimsenin de (en azından yakın çevrenin) bilmemesi gerekiyordur ama diğer bütün herkes bilmelidir (diğer bütün herkes kimse artık, hava mı atacak tanıdıklara, neyse bizi ilgilendirmez). Bu ikilem arasında gidilip gelinirken ne yapacağını tam kestiremez işte kahramanımız. Kafa gider gelir.
     Sanırım bu durum git gide insanları klavye delikanlısı yapmaya başlamıştır. Çünkü yüzyüze gelmediğin için sanal alemden üfürmek kolaydır. İstediğini söyle, istediğin kişi ol, istediğin kişiyi eleştir, söv, sev. Sonrasında bu durum artık yakın çevrene de sıçrar. Eşini, dostunu, akrabanı da eleştirmeye başlarsın sanal alemden, olmadı söversin, işine gelmeyen, yüzyüzeyken söyleyemediğin ne varsa klavyeden iletirsin, blog yazarsın, tivit geçersin. Sonra o insanla bir daha yüzyüze gelmemek için köşe bucak kaçarsın. Zaten eğer dışarı çıkman zorunlu değilse dışarı da çıkmazsın.
     Kaçınılmaz son! Artık en yakınınla bile yabancı, hiç tanımadığın biriyle dost olmaya başlarsın. Arkadaşların çoğalır. Yalnızlığın da aynı hızla artar. Ne kadar fazla sanal arkadaşın varsa o kadar yalnız bir insan olursun, o kadar az yeryüzüne zaman ayırırsın. Sen, sen olmazsın artık. Yufkayureklikelgobekli olursun...

**İnternetten edindiğim arkadaşlarım, konunun sizinle hiç bir alakası yok, hepinizi fazlasıyla seviyorum :)
dahası...


K-ON! ile açayım dedim muhabbeti :)
Yeni yıldan bir beklentim yok. Valla yok. Kendimden var o beklentilerim. Yeni yıla ne oluyormuş da bana yeni bir şey getirecekmiş. Bana sigarayı yeni bir ay, hafta, yıl, gün başlangıcı bıraktırmadı, 2,5 ay önce kendim bıraktım. Etsiz yaşama geçişimi yine herhangi bir tarih sağlamadı, kendim yaptım. Yeni bir şeylere başlama, vazgeçmelerim hep kendi irademle oldu. Hal böyle olunca da yeni yıldan zerre beklentim yok. Ama sorarsan ki kendinden ne bekliyorsun diye, ben de sana yeni yıl değil de şu ocağın ortasından sonra hayatımdan neler beklediğimi sıralarım.

- Adam olmak istiyorum. Üşenmeyeyim artık. Kendimi yıkayayım mesela arada bir, bulaşık, çamaşır falan. Sokağa çıkayım, eski arkadaşları, ortamları canlandırayım. Kendim olayım ya, silkelenip kendime geleyim.

- Başarılı olayım. Şu okulun derdini bir anlayayım istiyorum. Hangi derse giriliyor, hangisine sadece derslere gidip geçiyorsun, hangisinde sınavlara giriyorsun, hangi sınava neden giriyorsun, nedir yani olay?

- Kendi değerimin farkına önce kendim varayım. Başkasından benim kıymetimi bilmesini beklemeyeyim artık. Bu kaçıncı, yeter. Kendi değerimi önce kendim bileyim.

- Daha fazla okuyup, daha az bilgisayar kullanayım. Daha fazla okuma işini başarmaya başladım ama daha az bilgisayar kullanma kısmına hala gelemedim.

- Aikidoda ilerleyeyim. Ocak sonunda kyu atlama sınavım var, atlarsam 6. kyu olacağım sanırım. Bu istikrarı korumam lazım.

- Göbeği ufaltsak fena olmaz. Göbeğin bir kısmı baki kalsın ama diğer kısmını eritsek hiç fena olmaz. Aslına bakarsan memnunum bile ben ondan ama büyümeye devam ederse sıkıntı çıkarır, o yüzden yılanın başını küçükken ezmeli.

- Parayı tasarruflu harcamayı öğrensem ne güzel olur. Lüzumsuz alışverişlerimi kessem, borç yapmasam, biraz da kendim kazansam. Şimdiye kadar hem çulsuz olup hem hiç çalışmamış biri için çalışma fikri hiçbir zaman cazip gelmese de emeğin karşılığını almak çok güzel.

- Ailemi, arkadaşlarımı, kısacası memleketteki yaşantımı sekteye uğratmasam benden iyisi yok. Vefasız oldum çıktım iyice.

- Seyahat ya Resulallah! Evliya Çelebi rüyasında Hz. Muhammed'i görünce şefaat yerine seyahat demiş heyecandan. Sonrası da işte ortada. Ben de o yüzden ne zaman aklıma gelse "seyahat ya Resulallah!" derim, beni de gezdirsin diye.

Neyse bu kadar herhalde. Hepinize şimdiye kadar yaşadığı yıllardan daha iyisini diliyorum. Belki "yeni yıl, yeni kararlar bıdıbıdıbı" diye uygulamaya koyduğunuz düşünceleriniz olur. Öperim hepinizi.
dahası...


     ...Ozan uyandığında sersem gibiymiş. Şaraptan ötürü boğazı kurumuş, sakallarını da epeydir kesmemiş, kıyafetlerinin hala onarılması gerek. Hala toparlanamamış haldeymiş ama Prenses ile ilgili olan yaraları garip bir şekilde hızla iyileşiyormuş. Bir önceki gece düşündüğü şeyler demek ki işe yaramış. Prenses ile bir gelecek kuramayacağının farkına varmış. Hatta bununla ilgili birkaç şarkı bestelemiş ve handa çalmaya başlamış.
     Bir süre daha o o köyde amaçsızca vakitlerini geçiren Ozan'a bir gün ulaklardan bir tanesi haber getirmiş. Sarayda kaldığı sıralarda edindiği bir arkadaşının yaş günü kutlaması varmış, haberi Prenses bizzat göndermiş ve eklemeyi de unutmamış; "biliyorsun pek arkadaşı yok, o yüzden gelmen çok iyi olurdu. Biliyorum krallığımızdan bir süre ayrı kalmak istiyordun ve beni görmek istemiyordun ama bana rağmen bu kutlamaya gelir misin?" Ozan o an krallıktan ayrı kalmasının hiç kıymeti olmadığının farkına varmış. Susarak, giderek anlatamamış kendini. Bu daha da uzaklaştırmış Ozan'ı Prenses'ten.
     Kutlamalara katılmış Ozan. Az bir katılımla gerçekleşen, kutlamadan ziyade beraberce yenilip içilen bir etkinlik şeklindeymiş yaş günü kutlaması. Prenses ile hiç göz göze gelmemiş Ozan. Krallıktan da uzak kalınca, oradaki muhabbetleri bilmediğinden dolayı da sıkılmış kutlamadan. Kalkmak için yeltendiği sırada herkes kalkmış yerinden, demek ki tek sıkılan o değilmiş. Prenses çantasından çıkardığı rengarenk bereyi uzatmış Ozan'a, ne zamandır vermek istiyormuş ancak Ozan uzaklarda olduğu için fırsatını bulamamış. Teşekkür etmiş Ozan, ardından Prenses onun iki yanağını da öperek uğurlamış.
     Bu aralarındaki son alışveriş olmuş. Çünkü Ozan, Prenses'in sevmediği huylarını anlattığı şarkıları Prenses'in kulağına kadar gitmiş ve ipler gerilmiş. İpler tamamen kopmasa da incecik pamuk ipliği ile bağlıymış artık. Ozan ise içinde hiç bir şey barındırmayıp, aklına ne geldiyse söylediği için huzurluymuş. Kendisinin tamamen haklı olduğunu Prenses'in bazı tavırlarında farketmiş, sonrasında iç huzuruna kavuşmuş.
     Epeyce sürenin ardından Ozan yenmiş öfkesini. Prenses'e öfkeli değilmiş aslında Ozan. Düşündükçe farkına varmış. Kendisine öfkeliymiş. Hırsına, ihtirasına, tutkusuna öfkelenmiş. Zamanla kendisini de affetmiş ve Prenses'e haber salmış; "Yeni yılda konuşmayanlar konuşuyor muymuş?" diye. Yanıtı açık değilmiş ama olumsuz olduğu aşikârmış. Kabullenmiş Ozan, üzülmeden, kırılmadan, vicdan azabı duymadan, hiç bir hayıflanma olmadan.
     Yeni yılda da görüşme ümidi kalmayan Ozan, Prenses için çizdiği, Prenses'in dans derslerindeki resmini de Prenses'e verememiş. Ne acı, ne öfke, ne üzüntü, ne sevinç, ne coşku, ne hüzün, ne yalnızlık, hiçbir şey hissetmemiş Ozan o resme bakarken.
     Şarabından bir yudum daha alarak resme bakmış ve fısıldamış;
     "Japonlar nasıl diyordu onu? Hah, owari da!

     Bu masal da böylelikle sona ermiş. Muradına eren hiç kimse olmadığı gibi gökten elma falan da düşmemiş. Zaten gökten yağacak şeyi de, Ozan'ın başına düşecek şeyi de az çok kestirmiş olmanız lazım artık. Bu masal burada tamamiyle sona eriyor, umarım yeni masallar yazabilirim tekrar.
dahası...


Özledim. Çok özledim hem de. Neyi özlediğimi bilmeden özledim bugün, şu anda. Halen özlemekteyim. Arkadaşlarımı özledim, ezdiğim kaldırımları, çimleri özledim. Şaraplandığım merdivenleri, seviştiğim bankları, uzandığım yatakları, uyandığım apartmanları özledim. Okşadığım kedileri, tuttuğum elleri, kaçtığım tinercileri özledim. İçtiğim sigaraların izmaritlerini özledim, açtığım şarapların mantarlarını, yediğim etlerin kemiklerini, telefonda susmayı, msnde yazmayı, kabustan uyanmayı. Uzun uzun kahvaltı yapmayı, ardındaki sohbeti özledim. İçip içip sana mesaj atmayı özledim. Uzun mesafe yürümeyi özledim, otobüsü kaçırmayı, bir saat halk otobüsü beklemeyi. Yaptığım geyikleri, felsefeleri, müzik muhabbetlerini özledim. Sabahları özledim, erkenleri, geçleri. Ben seni özledim, "bana mı diyor acaba?" diye sorma, evet seni özledim.
dahası...


2005 Yılbaşısı...

     "Kolay gelsin."
     "Sağolasın."
     Ulan bari bir arkanı dön selam verirken. Benim evimdesin, seni tanımıyorum bile ve dışarıdan gelen benim.
     "Kurdunuz mu bilgisayarı?"
     "Ya kurduk da müzik çok yüklemişiz, açılırken kitleniyor."
     "Hmm. Ben Emre."
     "Ben Apo."
     "Senden n'aber Can?"
     "İyi ya, şu kurulum bitsin alkol almaya gidelim, bir de insanları Kızılay'dan toplamak gerek, burayı bilmiyorlar.
     "Tamam, ben şu çantayı bırakayım. Çok kişi gelecek mi?"
     "Foruma haber saldık, 20 kadar kişi gelecek sanırım."
     "Hey maşallah!"
     Kendi başıma yaşadığım bir evdi neticede ve yılbaşının gelmesi coşkusunu genç damarlarımızda hissediyorduk. Anahtar her zaman kapının üstünde dururdu zaten, haberli habersiz arkadaşlarım sürekli gelirdi eve. Bu parti için de önceden gelip evi hazırlasınlar diye arkadaşa anahtarın yerini söylemiştim. Nasıl bir gafletle tamam dedim hatırlamıyorum ama bir yola girmiştik vesselam. Kızılay'a vardık, insanları toplamaya başladık ve alkolleri.
     "Taksi en uygunu, 5-6 kişi sığalım her taksiye, otobüs parası da anca o kadar tutar zaten."
     "Tamam."
     "Öne hanım kızımızla birlikte birisi otursun." dedi taksici amca.
     "Tamam, madem hiç biriniz oturmuyorsunuz ben otururum." diyerek kuruldum öne.
     'Çakaaal, bilerek atlamıştın oğlum sen orada öne'
     'Ne alakası var lan, öne birisi geçmesi gerekiyordu, kimse oturmadı.'
      Bagajda alkoller, kucağımda ortamın tek kızı yoldaydık. Ev yakın olunca bu kadar kişi taksiye bindiğimiz takdirde otobüse vereceğimiz paradan çok daha azı ile eve varabiliyorduk. Önden bir gurup arkadaş yola çıkmıştı, o güne kadar yapmak isteyip de bir türlü yapamadığım aksiyon sahnesini nihayet gerçekleştirebilmiştim; "öndeki taksiyi takip et!"
     Önlü arkalı vardık taksilerle. Bizimkiler önden gelip evi derleyip topladıklarından dolayı girer girmez içkileri soğutmaya koyulduk, insanlar mont ve çantalarını çıkardı, çekyatlara yayılmaya başladık. İnsanlar birbirleriyle kaynaşıyorlar, muhabbet sohbet. Ne de olsa kimsenin birbirini tanımadığı bir ortam. İçlerinden biri seri katil olsa, kafayı güzel yaptıktan sonra hepimizi kesse yeridir.
     Bir de süpriz vardı; babam ve kardeşim de yılbaşını geçirmek için Ankara'ya geliyorlardı. O an annem gelmedi diye o kadar sevinmiştim ki. Çünki o kadar adam dağıtacaktık o gün, evin tavanı ya da duvarları, bir yerler mutlaka yıkılacaktı. Öyle bir gençlik ateşiyle, öyle bir gazla girişmiştik bu parti işine. Babam da kardeşim de dünyanın en iyi aile bireyleridir, annem de öyle...
     Babam eve geldiğinde kalabalık ve hengameye hiç bir şey demedi. Demez zaten bilirim babamı da yine de baba yani. Geldi, zaten bir kısmını tanıyor insanların, benim arkadaşım olan kısmını en azından. Geri kalanını ben de tanımıyorum. Tanıştıklarımın isimlerini de çabucak unuttum zaten.
     Ama mareşal! Böyle bir adam yok. Forumuna haber saldığımız site bu elemanın arkadaşınınmış. Bu da ilk üyelerdenmiş. Tamam Allah var o site o zamanların feysbuku falan sayılmasa da türk rock camiasının sözü geçen sitesiydi. Adama en uygun lakap olarak da mareşali bulduk. Adam kıdemliler kıdemlisi(!). O siteye ilk üye olanlardan.
     Bir de fakır vardı. Adamın adı Berker'di (şimdi adamın adı diye bahsediyorum ama sonradan yollarımız tekrar kesişti, meğer ne kafa adammış, daha samimi olduk sonra). Berker ismi istemsiz olarak "fucker"ı anımsattığından dolayı da ona fakır aşağı fakır yukarı diye seslendik tüm gece.
     Biralar soğumuş, fıçılar açılmış, ışıklar söndürülmüş, milyon tane mum yakılmış (Allah'tan yanmadık o gece), yerler alınmış... Herşey tamam yani, başlayabiliriz. Doldurduk biraları, herkes kendi arasında sohbet ediyor. Biz de kendi aramızda dalmışız muhabbete, müzikten, siyasetten, geyikten herşeyden bahsediyoruz. Bir ara arkadaş gitar aldı eline tıngırdatıyor. O arkadaşla başlamıştım ben müziğe. Neyse.
     20 adam 1 kız olunca herkes kızın peşinde köşe kapmaca oynuyor. Kız diğer odaya gidiyor, tüm adamlar peşinde. Biz de üşengeç tayfa, kılımızı kımıldatmıyoruz, anca koltuklarda yayıl, bira iç. O zamanlar idmanlı olduğumuz için içtikçe içiyoruz, hala ayaktayız. Salonda kurulu olan bilgisayarı büyük yatakodasına geçirmişiz, tüm mont ve çantalar orada. Diğer odada ise kız ve etrafındaki adamlar. O kadar komik görünüyor ki. Kıza kur yapan yapana. Herkes kendinin bir yönünü göstermeye çalışıyor.
     Bir süre sonra fıçı biralar bitti, şişelere geçtik ama stok hızla tükenme yolunda ilerliyordu. Sağolsun Farecan şaraplarımızı kırdığı için nevale baya azalmıştı. Bir ara mutfağa bira almaya girdiğimde artık kafamın çok da yerinde olmadığını ya da diğer tüm insanların sarhoş olduğunu ya da hep beraber kafayı bulduğumuzu anlamıştım. Babamla mareşal buzdolabının önünde muhabbet ediyorlar;
     - Benim arkadaşım kurdu o siteyi, bilmem nereden bilmem ne sörvırı açtı, oradan oraya birşeyler şey yaptı bıdı bıdıbıdı
     "Tamam mareşalim, doğrudur."
     "Ama işte ben üye olunca bıdıbısıbısıbıdı..."
     Oha resmen mareşal babamı kitlemiş ve benim bile anlamadığım bilgisayar terimlerinde birşeyler anlatarak sevgili babacığımın beyninin ırzına geçiyor! Babam da "her mareşal, öyle mareşal" diyerek geçiştiriyor. Babamın gençle genç olmasına, arkadaşlarıma benim taktığım lakaplarla seslenmesine alışığım ama mareşali ne ara duyup benimsedi çok şaştım.
     "Oğlum yeter, çok içtin."
     "Baba bu son! Başka ne zaman içebilirim ki zaten?"
     "Ama ayakta duramıyorsun."
     "Yok baba, iyiyim ben."
     "İyi tamam."
      Sonrasında Can ve Yiğit geldiler, sanırım elimdeki son biraydı.   
     "Emre biz hiç içmedik bira!"
     "Hmm doğru içmediniz."
     "Onu bize versene!"
     "O zaman bunu beraber içelim. Siz için ama ben de içeyim!" bunu derken şişeyi elimde sıkı sıkı tutmayı ihmal etmedim.
     Bir taraftan da arada bir odaları gezip herkes yaşıyor mu diye bakmayı ihmal etmedim. Kıza kur yapan tayfa kız nereye giderse oraya gidiyor. Kız bir ara adamlardan sıkılmış olacak ki bizim yanımıza geldi sohbete, sonra adamlar yine yumulunca el mecbur kaçtı kızcağız. Bir ara bu kıza yazan tayfa dışarıyı çıkıp Apo'nun vosvosunda takıldı tabii ki kızla birlikte. Bir ara montların olduğu yatak odasında iki tane eleman Sibel Kekilli izlemeye çalışıyorlar ama bilgisayarın hafızası ağzına kadar dolu olduğundan açamıyorlardı. Bir ara yönetici geldi, ömrümdeki ilk şiddetli kavgam evdeki diğer kişiler tarafından önlenmişti, ne güzel kafa göz dalacaktım zaten sevmiyordum pici!
     Ve işte beklenen an geliyordu! Saat 00:00'ı vurmak üzereydi. Hangi parlak fikirlinin aklına geldi bilmiyorum ama ben bile olabilirim pogo yaparak girelim dedik yılbaşına, tüm sene tepinerek geçer diye. Hem de alışılagelmiş birşey değil sonuçta. Önce SOAD açmaya çalıştık, başaramadık. Sonra hem vaktin daralması hem kafaların güzelliğinden ötürü 10'dan geri saymaya başladık. 0'ı vurduğumuzda herkes birbirine girdi. Daha önce pek çok kez pogo yapmıştım ama bu en zevklilerindendi. Müzik yok, ihtiyaç da yok. Birader de daldı, babam kapıdan izliyor (yok bir de dalsaydı, o kadar da değil)! 15-20 dk belki daha fazla nefessiz tepindik. Herkes bir köşeye yığıldı. Alkol de bitmişti. İşte o an babam babalığını göstererek;
     "Hadi bir koşu gidin rakı alın gelin!"
     "Allaaaaa" diye eline parayı alan Laz, üzerindeki ince atlete aldırmadan sokağa fırladı, ardından da Anıl.
     'Çok iyi hatırlıyorum ya' diye güldü Anıl. 'Adam o dik yokuşu koşa koşa çıktı, üzerinde sadece fanila var, içeri girdi bu.'
     "Abi bize rakı ver!" dedi Laz elindeki parayı tezgaha vurarak.
     "Gençlik yanıyor yahu!" dedi tekelci. Laz'ı gördükçe kendisi üşüyordu.
     'Aynı koşar adımlarla eve döndük ama ben o yokuşta koşarken nasıl düşmedim hiç bilmiyorum, adam rakı diye çıldırdı resmen'
     Rakı gelince ne olur? Memleket meseleleri tabii ki. Servisleri Anıl yapıyor, o zamanlar en sakar halleri ama hayret ki tek damla dökmeden servis yaptı. Babamla Anıl'ın samimiyeti bu partiye dayanır.
     "Bak şimdi Ahmet Amca..."
     "Ne amcası lan! Ben o kadar yaşlı mıyım?"
     "Ahmet Abi..."
     "Rakı sofrasında abi olmaz!"
     "Bak Ahmetcim...." dedi en sonunda elini babamın omzuna atarak. Ne diyeceğini şaştı çocuk.
     "Söyle Anılcım!"
     Adam da şikayetçi değil durumdan! Kanka gibi takıldılar tüm gece, bir muhabbet sohbet. Sonra bir ara yerde bardak kırılmış, evin tek kızı onu süpürmeye çalışırken Laz devreye girdi.
     "Oğlum ben bu kızı ayarlarım."
     "O nasıl olacak?"
     "Baya. Tüm gece millet etrafında dolandı kimse götüremedi, ben götürürüm."
     "Ya Laz bırak Allah aşkına!"
     "Görürsün bak."
     Camları süpürmek için eğilen kızın yanına Laz da eğildi ve ömrümüz boyunca unutmayacağımız o cümleyi kurdu; "yalaşak mı?" Kız güldü, süpürgeyi bunun kafasına geçirdi, işini yapmaya devam etti. Biz de karnımızı tuta tuta gülüyoruz.
     "Ne gülüyorsunuz oğlum, hiç yoktan denedim."
     Biz hala yerde kıvranıyoruz, "yalaşak mı?" ne demek lan?
     O kızla beraber misafirlerin bir kısmı gitti, gitar çalan iki genç geldi. Ben oraları kesik kesik hatırlıyorum. Onlar da gitarlarıyla şarkı falan çaldılar. Bir ara babamın onlardan türkü çalmasını istediğini hatırlıyorum. Sonrasında ise yatış pozisyonu aldık. Ben biraderle uyudum, babam Anıl'la. Diğerleri de buldukları yere kıvrıldılar.
     Sabah kalkıp tekrar bir asayiş çektim. Babamla Anıl tamam, diğerleri de tamam. Bir de içerideki odaya bakalım. Girer girmez bir gülme aldı beni. Apo o 2 metre boyunda, 1 metre enindeki arkadaş ortaya yatmış, herkes de kafasını ona koyup uyumuş. Adam resmen yastık işlevi görmüş. Sonra banyoya baktım, bakmaz olaydım. Küvet ağzına kadar kusmuk dolu. Herkes ergen olunca kaçınılmaz son o idi işte. Onu görünce ben de gidip tuvalete kustum.
     Herkes uyanıp bir tencere menemeni afiyetle yedirdikten sonra ortalıkta kimse kalmadı. Herkes işine gücüne gitti yahut işten kaçtılar. Ne de olsa ortalığı toplamak Arslan ailesine kalmıştı. Sadece 2 çekyat, bir yatak, bir masamız olduğundan ötürü temizlik kolay bitti. Tek zorlayan banyo oldu. Tıkandığı için herşeyi el ile temizlemek zorunda kalmıştım. Babam da tek kelime etmedi, nasıl onurlanmıştım, nasıl gururlanmıştım. Arkadaşlarım arasında namım yürürdü yani, babam benimle birlikte yılbaşında dağıttı diye. O zamanlar bırak böyle bir şeyi kendi evinde yapmak, arkadaşının evinde yapıldığından haber alsa baba orayı basar, çocuğunu da alır eve götürürdü.
     Gizem derin bir fırt çekti purodan ve "Abiii keşke gelseymişim."
     "Biz sana dedik o kadar, güzel olacak gel diye."
     "Oğlum sizin o ikiz yata kırıktı ya, hani bir keresinde üstüme atladınız hepiniz birden, tek bacağı kırılmış çapraz duruyordu. O yüzden tüm gece babanın tepesinde uyudum ben! Gece de midem çok bulandı, kalkmaya üşendim. Dedim şuradaki çantalardan birine kusayım, nasılsa kimse anlamaz, o kustuğum çanta benim çantam çıktı! O kadar çantadan sen git kendi çantanı seç!"
     "Ahaha Allah'ın sopası yok, sen elalemin çantası diye kusarsan böyle olur işte. Ee rahat uyuyamadın mı?"
     "Ya uyudum da adama ayıp oldu."
     "Yok ya olmaz. Öyle işte Gizem, yılbaşımız böyle geçti."
     "Abi ben de gelmek isterdim ama biliyorsunuz işte, mecburen evdeyim."
     "Biliyoruz ev kuşu. Kolayı uzatsana."
     "Uzat bardağını."
     "Şarkıyı başa alıyorum!"
     "Al..."
dahası...


PuCCa. Evet ben de sonunda tanıştım kendisiyle. Bizzat değil tabi, kitabında. Son 20 sayfa kaldı ilk kitabını bitirmeme. Elimden düşürmeden okudum, metroda, otobüste, yürürken... Hatta kahkaha atarak okuduğum kısımlar oldu. Metroda yapınca bunu herkes dönüp bakıyor tabi ama yapacak birşey yok. Gerçekten kendinizi kaptırıp kahkaha atabiliyorsunuz. Üslup mükemmel, yazıların hepsi akıcı. Ama...

Ama PuCCa gibi bir arkadaşım olsa bildiğin ayar olurdum, hiç sevmezdim, arkadaşlığımı bile keserdim. Hatta yakın arkadaşlarıma da tembihlerdim "görüşmeyin onunla" diye. Ben oldum olası "ya benim hayatımda mutlaka birisi olacak, olmaz diğer türlü" diyen dişilerden de adamlardan da tiksindim bunca zaman. Pek bir adam demez bunu ama olsun. O ne demek ya. Bir kere Dostlar her zaman candır! Arkadaşı olmayan insan acizdir, acınasıdır, zavallıdır nazarımda. 2 Eylül 2009'da da aynısını söylemişim (bkz: Dosttur Benin Bayrağım) Neyse tekrar dellenmek istemiyorum ancak anlayın şunu; gördüğünüz üzre sonsuz sevgi ve aşkı bulamıyorsunuz hiç bir zaman, ama sonsuz dostluğu bulabiliyorsunuz! Bana tutup da hala "manitam olsun, arkadaş olmasa da olur" diyor musunuz? Demeyin.

Ha bir de kitabı okudukça keyfim kaçtı resmen. Yani tüm kadınlar PuCCa gibi mi düşünüyorlar acaba diye okudum tüm kitabı. Sonra kendi kendime "oğlum zaten kadın erkek arkadaş olamaz, ayağını ona göre denk al" demeye başladım. Halbuki çok değerli dişi arkadaşlarım var benim! Hatta İstanbul'a ne zaman gitsem evinde kaldığım, annesi annem olan çok sevdiğim bir arkadaşım var mesela. Önceden öğrenci evleri olan 3 kız arkadaşım vardı, haftada bir mutlaka onlarda kalırdım. Çok yakın olduğum başka bir dişi arkadaşım ile beraber uyurduk aynı mekanda kalacaksak. Daha böyle baya var.

Şimdi düşünüyorum, işin içinden çıkamadım. Sorunlu olan ben miyim, yoksa PuCCa gibi düşünen insanlar mı bilemedim. Yani kadın ve erkek sevişmek, sevişmeyi düşünmek dışında bir araya gelemez mi? Mutlaka gelir ama her zaman potansiyel eş midir onlar? Ben mi hala ilkokul kafasıyla düşünüyorum? Zaten bu ara benzer meseleler dönüyordu kafamda, kitap da tuz biber oldu. Her kadın "erkek dediğin bulduğu her fırsatta deliğe girer, kanka ayağı yalan, sevişten başka meselesi yoktur kızlarla vs." diye mi düşünüyor? Hadi öyle düşünüyor, hadi diyelim gerçekten öyle o zaman ben ne oluyorum? Hani ibne* falan olsam erkeklere hallenirim o da yok. Nedir yani benim olayım? Arkadaşa sarkmaz, kadınların hepsini et olarak görmez, aman diyenin üstüne gitmez, ısrar etmez. Kesin benim düşünceler yanlıştır da ben hala 'iyi, duyarlı' insan olayı matah bir şey sanarak dolaşırım sokaklarda. Sonra elin sikinde dolaşırsın böyle.

Ben sinirlendim yine. Kitap sıçtı ağzıma.

Hadi selametle

PuCCa - Küçük Aptaın Büyük Dünyası

*İbne kelimesi bana her zaman daha samimi gelmiştir gay demekten. O yüzden ibne kelimesini kullanırım her zaman. İbne arkadaşlara da bu şekilde hitabederim yüzlerine karşı. Yani kesinlikle olumsuz birşey düşünmeyin o kelimeyle ilgili.
dahası...


Evet farkındayım. Sorunun ne olduğunun, nerede yanlış yaptığımın, ne yaptığımın, ne yapmadığımın farkındayım. Sıralayayım mı hatta?

- Her yakınlık gösterene gönlü kaptırmam. Nele'de de aynısı oldu, Aka hime'de keza, Bir ara Kızılcıkta da olacaktı da neredeyse Allah'tan çabuk geçti. Yani birisi "ah canım!" desin ben hemen "aha benden hoşlanıyor!" diyorum. Saçma, yok öyle bir şey. Ya da o sevginin birden fazla çeşidi var, illa karşı cins manasında sevecek değil ya?

- Kendimden çok fazla vermem. Yani ilişki kurmak için çırpınmam. Bu sadece eş ilişkisinde değil, her türlü arkadaşlık, iş ortaklığı vs gibi konularda da kendimden fazla vermemden kaynaklı değer yitirmem söz konusu. Diyelim bir yere gidilecek ya da plan yapılacak bana sorulmaz, fikrim alınmaz, ben zaten herzaman dahilimdir. Ya da hiç arıza çıkarmadığım için hep başkalarının istediği mekanlara gidebilirim, fikir beyan etmesem de olur. Bana ihtiyaç varsa, ben zaten onu sezmiş ve burnunun dibine kadar gelmişimdir. Chuck Norris gibiyim, aramana gerek yok, bana ihtiyacın olduğunda ben seni bulurum, arama zahmetine bile sokmam.

- Fazla uyumluyum. Benimle ne tartışabilirsin ne kızabilirsin. Ne desen "he" derim, her fikrine "tamam" derim. Bu, benim kendi fikirlerim olmadığından, söylemekten çekindiğimden dolayı değil, sırf seni çok sevdiğimden, kırılma, hevesin kaçmasın diye.

- Ederinden fazla değer veririm. Maliye bakanlığından müfettişler gelse, o insanı evirse, çevirse, yoklasa, ölçse tartsa ederini her zaman benim biçtiğim pahanın çok altı olarak belirler, eminim buna. 1 ise ben 5 veririm, 10 ise 1000 veririm. Hatta çoğu zaman paha biçemem.

- Sineye çekerim. Kol kırılır yen içinde kalır ne de olsa. "Arkadaşımdır nasılsa" derim, "kaybetmeyeyim dostluğumu" derim, "boşver sevgili tribidir, geçer" derim. Diye diye tepeme çıkarırım.

Benim değerli olabileceğimin farkına bile varmaz. Ben hep oradayımdır çünkü. Ne zaman ki çekilsem aradan, ne zaman ki madden uzak olsam o zaman eksikliğim hissedilmeye başlar, "kanka neredesin ya, özledik", "bugün Tunalı'da şaraplanıyorduk, aklımıza geldin, bugün seni andık, aşkım bana kızgın mısın? Neden aramadın bugün vs..." diye mesajlar telefonlar gelir.

Çok yumuşaktım önceden, köşelerim yoktu, istediğin tarafa esnetebilirdin, istediğin tarafa yuvarla. Sanırım artık çekemiyorum. Gelemiyorum böyle şeylere, çaba sarfetmek istemiyorum. Benden buraya kadar, artık ben de keskin hatlara sahip olmak istiyorum.
dahası...


          "N'aptın?"
          "Hiiç, gittim geldim işte."
          "Ben de onu diyorum, ne zaman alıyorsun vizeyi?"
          "Önce sınavlarını ver dediler."
          "Nasıl lan? Senin sınavlar daha ocakta ama."
          "Öyle... Benim memlekete gitme işi yalan olacak gibi."
          "Olmaz niye olsun oğlum. Acil durum vizesi alırsın, 30€ alt tarafı."
          "Oğlum onu şimdi harcarsam daha acil bir durumda ne yapacağım?"
          "Her zaman verirler ki onu."
          "Ne biliyorsun?"
          "O tombul çocuğa dedi ya kadın, 'senin vize yetişmez, acil durum vizesi verelim' diye."
          "Harcamaya gerek yok ya onu."
          "O değil de kadın perşembe getir eksikleri tamamdır dememiş miydi?"
          "Dedi."
          "Ee?"
          "Başka kadına denk geldik."
          "Ee?"
          "Ne ee mına koyim. Biliyorsun buradaki memurları, herkes insiyatif kullanıyor. Bu da sınavları beklemekten yana kullandı."
          "Sikeyim be!"
          "Ben de..."
          "Sen neden o gün tam götürmedin belgelerini? Al tarafı fotoğraf ve kaç kredi verdiğine dair belge verecektin! Dayaklıksın!"
          "Daha sadece 2 kredi verdiğim için, sınavlarım da ocakta olduğu için çok işe yarayacağını düşünmedim, o yüzden götürmedim. Fotoğraf olayı da; benim fotoğraf gayet geçerli bir fotoğraftı bence, kız beğenmedi. Ne dersem diyeyim her türlü haklısın. O gün belgelerim eksiksiz olsa tamam diyecekti, şu gün gel al vizeni. Ya da o kıza denk gelseydim yine, belki o zaman tamam al vizeni diyecekti." Evet pişmandım, 'keşke' diyorum, 'keşke biraz daha ciddiye alsaydım vize işini'. Hayatımda nadiren cümle içinde kullanırım 'keşke'yi.
           "Tamam ya neyse, sınavları verince gider alırsın vizeni."
           "Sorun o değil bro. Sınav verilir ama ben niye böyleyim?"
           "Nasılsın?" dedikten sonra kendimle ilgili tüm olumsuz şeyleri bir bir sıraladım.
           Buraya gelişimi düşündüm önce. Bilkent yıllarımı, oradan kaçmaya çalışmalarımı, gittiğim desen kursunuz, güzel sanatlara hazırlanışımı, götüm yemeyip Bilkent'e (sevmeye sevmeye) geri dönüşümü, mâli anlaşmazlıklar yüzünden okulun gereksiz yere 2-3 sene uzaması, sonunun gelmemesi, ilk kaçış noktamın Viyana olması, apar topar buraya gelmem, iki dönemde almancayı söküp, orta seviyede olduğu gibi bırakmam, üzerin bir yıldır doğru düzgün bir şey eklememem, kendimi günden güne köreltmem, okulun üstüne düşmemem, en nihayetinde de vasat başarıda bir öğrenci olarak bu muhabbeti yapmam. Evet çok canımı acıtıyor bu.
           Hiç bir zaman başarı kıstasım eğitim seviyesi, ders notları olmadı ama onun eksikliği de kötü hissettiriyor. Hadi onu geçtim ben kendimi bildim bileli okuyorum, ailenin tüm fertleri benim için kıçını yırtıyor! Kardeşim dahil. İçip içip aradığı sıralarda "abi benden bir bok olacağı yok zaten, ben burada iş güç hallederim, kaç para lazımsa gönderirim sana. Sen oku!" demesi bir insana ne kadar koyabilir tahmin edebilir misin? Hele o kardeş senden küçükse. Pozisyonlarımız tersi olsa ben de yapardım aynısını, sorun öyle bir fedakarlık yapıp yapmadığı değil, benim böylesine iyi niyetleri kötüye kullanmam. Annemle konuşurken de aynı. "Anne ben aslında girerdim de sınavlara ama zaten 3 kere girme hakkımız var bitirmeyeyim haklarımı dedim, kendime güvenemedim..." Sevgili annenin cevabı ne dersiniz? "Biliyoruz oğlum, hesap vermene gerek yok, en iyisini sen bilirsin. Senin okuyacağını biliyoruz biz zaten, yaparsın sen." Deme işte öyle. Nereden biliyorsun okuyacağımı?
             Ben tembel adamım. Okul da eve bir saat olunca hevesim kalmıyor okulla ilgili. Allah var Bilkent'teyken gerçekten canla başla ders çalışırdım. Severdim de çalışmayı. Sanırım dil yetersizliğinden böyle oluyor. Okulda aslında herkes sıcak kanlı, okuldaki neredeyse tek yabancı olduğum için de herkes gelip sohbet ediyor. Ortam da iyi aslına bakarsan yani. Biraz daha yakında otursam herhalde tüm vaktimi okulda geçirebilirdim.
             Bir de okulun sistemi meselesi var. Türkiye'deki okullarda sana paket seçenek verirler her dönem, onları alır okursun, ders seçmene gerek kalmaz. Belki seçmeli ders istersen onu seçersin, geri kalanı hazırdır zaten. Hazır olmayanları da bölüm sekreterine hallettirirsin; "Nurdan Abla yeaa şu benim derslere bir el atıversen!" diyerek. Burada derslerin her birini kendin seçtiğin gibi, sınavlara bile ayrıca kayıt yapıyorsun!
             Keşke dil kursunu 4 dönemde bitirseydim bile dedim. Nasılsa kredi veremedim, bir şey yapamadım bari kursta boş boş takılırdım, eğlenirdim.
             "Saçmalama lan ne yapacaksın 2 dönem daha dil kursunda? Daha ne öğretecekler sana, sonrası sana kalmış. Sokağa çık milletle muhabbet et, buralı arkadaşlarınla vakit geçir. Önceden daha akıcı konuşuyordun sen, farkındasın değil mi?"
             "Farkındayım."
             "E ne oldu şimdi de böyle geriledin?"
             "Haytalık abi, tamamen. Okul meselesi de tamamen o yüzden. Kendime vakit ayırmadım hiç bu dönem. Öyle akıntıya bıraktım kendimi. İstiklal Caddesi'nde haftasonu yürüyormuşum gibi kalabalığa bıraktım kendimi. Gitmek istediğim yeri unuttum, öylesine hareket ediyorum.
             "Hah! Hasbama bak, sen nereden biliyorsun İstiklal'in hafta sonu kalabalığını?"
             "Filmlerden falan, hem ne bozuyorsun lan! Ergenken yazları festivale giderdik ya, o zaman yürürdük hep o yolu."
             "Ergenkendi o, ben hatırlamıyorum bile ne kadar kalabalık olduğunu."
             "İki dakika çeneni tutup hisli adam tribine sokturmadın. Dertliyim oğlum, şu sınavları vermem lazım, vizeyi alamıyorum, şubatta bir yere gidemiyorum, sınavlara stres altında çalışacağım, bizimkileri özledim, kediyi özledim, Çağla'yı, Gizem'i, Özkan'ı, Kençal'ı, Erhan'ı özledim."
             "Gizem zaten olmayacak oralarda sen gittiğinde. Çağla İstanbul'da, Kençal İzmir'de, Erhan ve Özkan'ı görürsün, o da eğer Ankara'ya gidersen."
             "Off o da doğru, giderim ben de! Hem Esra'yı da görürüm belki."
             "Sen boşver hayalleri, acıktım ben. Ne aldın?"
             "Hellim aldım, yumurta aldım bir de kola."
             "Koçum benim! Kıbrıs'ta gibi hissettim bir an hellimi görünce. Sen otur, ben hellimi doğrarım."
             "Oğlum ne olacak benim şubatta memlekete gitme meselesi? Kıllık yapmasalar bari vize konusunda. Bir de oğlum ben adam olayım artık ya! Tertipli, sorumlulukları olan falan..."
             "Olursun koç, onu da olursun. Önce bir benim hellimli yumurtamı ye de ondan sonra ne oluyorsan ol!"
             "Göt! Ben de domates doğrayayım bari, ne yapalım. Birazdan babamı arar durumu izah ederim, o sonsuz tölerans denizinden neler sunacak bakalım bu sefer. Cidden üzülüyorum ama artık ya!"
             "O zaman sana Kesmeşeker'den gelsin, yeni albümden, Herşey Sermaye İçin Sevgilim."



*Harbiden hepinizi özledim lan! Kedi canını yediklerim!
dahası...


Sevgili Taivas arkadaşımızın doğum günü vardı 17 Aralık'ta. Kişisel isteği ise kendisi hakkında bildiğimiz şeyleri yazmamızdı. Yani onun hakkında bir şeyler karalamak. Önce sade bir mektup düşünmüştük Talha Çocuk ile, sonra aslında bir masal ya da öykü yazılabilirdi asıl karakteri Taivas olan. En son karar verip uygulamaya koyduğumuz ise Taivas'ın mangasıydı. Hem parça parça hakkında yazılar yazarız, hem de çok belirgin özelliklerini çizeriz diye düşündük.

Düşünce çok güzel ama 6 karakter manga çizmemiz 2 günümüzü aldı. Bu kadar zor muymuş ya çizim yapmak? Halbuki kısa süreliğine de olsa eğitimini almıştım desen çizmenin. Silgi tozu yığınlarının arasında elimizden ne geldiyse çizdik. Yazıları yazması zulümdü artık. 2 gün boyunca Taivas'ın profiline bakmaktan, onun hakkında düşünmekten ötürü artık gına gelmişti Taivas'tan. Yine de sevdiğimizden ötürü aklımıza onunla ilgili ne geliyorsa yazdık. Bunlar da çizdiklerimiz:

O mavilikler kağıdı diktiğimizden dolayı :) Kitap haline getirdik ne de olsa.

Baydığında aynen böyle olur kendisi :)

Uyanamamak!

Aşırı gezer, çok gezer, hep gezer!

Tüm toplu taşımaları bilir Viyana'daki.

Saatlerce bıkmadan telefonda bir şeyler anlatır :)


İşte böyle, çok keyif alarak hazırladığımız hediyemizin zarfını da Talha Çocuk hazırladı. Tüm harfleri gazete ve reklam broşürlerlerinden keserek almanca "Alles gute zum Geburtstag Begüm" yazdı, çok şıktı ama haa :)

Tekrar mutlu yıllar Begüm! Bizimle birlikte nice senelere!
dahası...


Yıllık rutinler yeniden başladı. Viyana'daki her yabancı öğrenci gibi biz de bize tanınan bir yıllık oturum izninin sonuna gelmiş ve "abi biz daha okumak istiyoruz, müsade edin de bir sene daha oturalım" demek için gerekli belgeleri toplamaya başlamıştık bugün. WGKK (sağlık sigortası), KSV'dan alınan borcu yoktur belgesi - bu belge için 22€ para ödedik - (sanki araba satışını veriyoruz), ikametgah, öğrenci belgesi, bankada göstermelik 4-5 bin € para (bunun için sadece bir saatliğine borç alıp, bankada gösterip ardından sanki bu para bizde hep varmışçasına belge alacağız. Buradaki tüm öğrenciler böyle yapar), son olarak da belediyede dolduracağımız oturum kartı uzatma formu. Sonrasında ise resmi olarak oturmaya devam etmek istediğimizi beyan etmiş olacağız. Ve sırf bunun için 130€'yu her yıl Avusturya Hükümeti'ne bayılmak zorundayız. Hep diyoruz, eğer bu ülkeden öğrenciler çekilirse Avusturya iflasın eşiğine gelir ama ona rağmen hala öğrencileri canlarından bezdirecek Bologna Süreci'ni kabul etmek için fırsat kolluyorlar.

Neyse bu başka bir konu. Asıl konumuz bu işlemleri hallettikten sonra ne yapacağımız. Önümüzde bir aya yakın bir tatil var ve elimizde vize olmadığından ötürü (en azından benim yok) mecbur EU içinde takılmamız gerekli, bilemedin Avusturya. Bu güzelim tatili değerlendirmenin en güzel yolu ise yine otostop! Bu seferki hedef Berlin! Yol otostoptan, konaklama couchsurfingten, hava da bedava, su da. Bize kalan ufak tefek harcamalar, belki hediyelik birkaç bir şey, yıkılmış duvarın önünde fotoğraf, hepsi bu. Yine cüzi miktar para ile hayvanlar(!) gibi eğlenmeyi planlıyoruz. Aslına bakarsan Berlin bahane, yolda olmak gibisi yok. Uzaklaşmak biraz.

Şans dileyin, bakarsınız ihtiyacımız olur. Yanımıza kitap da alalım, okuruz.
dahası...


Oldum olası şu Viyana'dan eli boş dönmekten korktum. Tamam üniversite herşey demek değil ancak buraya geliş amacım o idi. Şubatta 2. yılım doluyor buradaki. Arkama dönüp baktım istemsiz, neler yapmışım diye, durum sanıldığı kadar vahim değil. Gerçekleştirmek istediğim rüyalarımın bir kısmı gerçekleşmiş.

- Otostop ile uzun mesafe yol katettim: Dortmund/NRWStarsbourg I & Strasbourg II
- Sokakta (şehir meydanında) müzik yaptım: People Get Up!
- Festivalde konser verdim (hayatımın ilk konseri): die Bundbagage
- Karşılıksız sevgi, bedava kucak: Free Hugs
- Uzun metraj, profesyonel bir filmde figüranlık: Kebab Mit Alles (En alttaki fotolar) İzlemek için tıklayın..
- Rasta yapmayı öğrendim, kendime uyguladım: Rastala Yavrum & Rastala Yavrum 2
- Yabancı kültürler öğrendim; evimi, soframı paylaştım: Couchsurfing
- Geleceği tahmin etmeye başladım: Tarot!
- Kardeşimle yakınlaştım: Birader
- Vazgeçişlerim oldu epeyce: Vazgeçtim
- Sigarayı bıraktım: Dumansız *EDIT: 2 ayın ardından tekrar başladım, yakınlarda tekrar bırakacağım.
- Uzun zaman sonra aşık oldum: Aka Hime
- Aikido öğreniyorum. *EDIT: Aikido6. Kyu

Dediğim gibi, okulda hayvani başarılara imza atmış olmasam da, hayatım yeterince başarı içinde ve dolu dolu geçmiş. Silkin Bilo! Kendine gel. Daha iyilerini de göreceğiz!
dahası...


          Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde uzak diyarlardan gelen ve hiç bir yere ulaşma gayesi olmayan bir ozan görülmüş yolda. Harap biçimde imiş. Esvapları kirlenmiş, yer yer yırtılmış, sökülmüş, sazı çatlamış, sakalları uzamış, boylu boyunca bir söğüt gölgesinde uzanıyormuş.
          "İyi misin?" demiş yoldan geçen bir kız.
          "Değilim" demiş ozan zor bir biçimde. Dudakları çatlamış susuzluktan. "Suyun var mı? Aa sen?!" 
          "Var var" demiş kız telaşla "aç ağzını! Evet benim ama senin bu halin ne?"
          "Boşver, anlatırım sonra" demiş ozan suyu kana kana içtikten sonra. Yoluna devam etmek istiyormuş ama ne hevesi varmış ne de dermanı. "Sen ne tarafa gidiyorsun?" demiş kıza.
          "Hemen şurada köyüm var, derlediğim çiçekleri oraya götürüyorum."
          "Benim gibi bir ozana müziği karşılığı yatacak yer ve yemek verirler mi sizin köyde?"
          "Karşılıksız da verirler" demiş kız kocaman bir gülümsemeyle. 
          İçi ısınmış ozanın, çok uzun zamandır kimseyle konuşmadığı için kızın konuşması bile farklı gelmiş. Kızın da yardımıyla doğrulmuş ve köye doğru ilerlemeye başlamışlar. 
          "Sana rastladığım için o kadar şanslıyım ki" demiş ozan takatsizce.
          "Bunları eve gidince konuşuruz, şimdi yorma kendini. Gitmemiz gereken biraz daha yol var."
          "Peki senin burada ne işin var?"
          "Tek gezen sen değilsin ya! Ailem burada yaşıyor benim, bu ara onlara yardım için geldim." Bir süre sessizce yürüdükten sonra köyün ilk evleri görünmeye başlamış. "Geldik!" 
          Köy çok samimi küçük bir yermiş. Herkes birbirini tanır, her şey imece usulü yapılırmış. Tam ticaret yolu üzerinde olduğu için de çok fazla yabancı orada kısa süreli konaklar, ticaret yapar ve yoluna devam edermiş. Hal böyle olunca da han sürekli doluymuş. 
          "Benim gibi bir ozana geceleri çalması karşılığında yemek ve yatacak yeriniz var mı efendim?"
          "Sen ozan mısın?"
          "Evet efendim, diyar diyar şarkılarımı gezdiririm."
          "Güzeel" demiş hancı "evlat, benim de tam senin gibi birine ihtiyacım vardı. Ama denemeden kabul etmem bilesin. Bu öğünün benden ancak akşam çalışını beğenmez isem sana ne yemek ne de yatacak yer!" diye yarı şaka yarı ciddi telkinde bulunmuş. 
           Akşamı gayet iyi atlatmış ozan. Handaki hemen herkes, hancı da dahil olmak üzere mest olmuş. Hancıdan yemek ve yatak için söz almış. Bunun yanında topladığı bahşişler de cebine kalacakmış. Çiçek derleyen kız da dinlemeye gelmiş ozanı.
           "Çok iyiydin!"
           "Gerçekten mi?"
           "Etrafına baksana, herkes kendinden geçti."
           "Tamam utandırma beni, ee ne yapalım? Bir sürü bahşiş topladım, sana şarap ısmarlayabilirim."
           "Yok teşekkür ederim, yarın erken kalkmam gerekiyor." deyip müsaade istemiş çiçekçi kız. O gittikten sonra ozan da odasına çekilmiş.
           Yıkandıktan sonra temiz kıyafetlerini giyerek bırakmış kendini yatağa. Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar konforlu bir yerde konaklayacakmış. Başını yastığa koyup düşünmeye başlayınca canı tekrar yanmaya başlamış. Çünkü aklında sürekli krallık ve orada yaşadıkları geliyormuş. Beklentileri hep çok büyük olmuş ozanın, bu yüzden de yıkımları o denli büyükmüş. Kendisinden başka kimseyi o kadar da önemsemeyen, mala mülke tamah eden bir prensese gönlünü verme gafletinde bulunmuş ozan. Düşündükçe farkına varıyormuş ozan. Prenses onunla ilgili hiç bir şey sormamış. Merak etmemiş demek ki. Nereden gelip nereye gittiği ile ilgili arada bir ozan kendisi başlarsa konuya anca o zaman bir şeyler paylaşıyormuş kendisiyle ilgili. Onun dışında prenses sürekli gündelik işlerinden bahsediyormuş. Arkadaşlarıyla olan anlaşmazlıklarından, aldığı derslerdeki bazı başarısızlıklarından, yediği yemeklerin şişkinliğinden, ondan daha başarılı olan tanıdıklarından, kısacası her şeyden şikayet ediyormuş prenses. Kibirliymiş, kıskançmış, hırslıymış. Fakat ozan bunları yanındayken hiç görmemiş. Prensesin bu özelliklerini sazına çentik atmaya başladığı günlerde fark etmeye başlamış, gözündeki perde tam olarak kalkmadığı için o sıralar, yakıştıramıyormuş prensese. Ne zaman ki krallığı terkedip yola düşmeye başlamış, ne zaman ki kendi durumuna uzaktan bakmaya başlamış, işte o zaman daha net seçebilmiş prensesteki eksiklikleri, fazlalıkları. 
          Yürüdüğü o uzun yollar boyunca düşünmüş ozan. Özlemiş de. O özlemle, o hasretle ufacık bir haber beklemiş. Günler geçtikçe hasreti artmış ozanın. Krallıktan da gitgide uzaklaşmaya başlamış. Uzaklaştıkça prensesin hazmedemediği davranışları aklına geliyor, hasreti kedere dönüşüyormuş. Her geçen gün farkına varıyormuş ki prenses kesinlikle onun için uygun bir insan değilmiş. Genç ve neşeli kalmak için insanların yaşam enerjisini emdiği bile söylenirmiş ancak ozan buna da hiçbir zaman kulak asmamış. Düşündükçe fark etmiş ki ne zaman prensesle buluşsa ayrıldıklarında uykusu geliyor, bitkin düşüyormuş. Sanki tüm yaşam enerjisi çekilmiş gibi oluyormuş. Yollar aştıkça o kederi de nefrete dönüşmüş ozanın. Hiçbir şey düşünemez, yeni besteler yapamaz olmuş. Sürekli kendisine kızmış durmuş, neden bir şeyler olması kesinlikle lehine değilken hala prensesi istiyor diye. 
            Bu düşünceler eşliğinde uyuyakalmış ozan. Sabah güneşi gözünü almış.
            "Bu ne yaa, ben perdeyi kapamamış mıydım?" diye söylenmiş kendi kendine.
            "Evet, ben açtım!" demiş tanıdık bir ses.
            "Ne? Senin burada ne işin var?"
            "Uzun zaman sonra eski dostum köyüme gelmiş, ne yani sabah kahvaltısında yalnız mı bıraksaydım?"
            "Ne kahvaltısı, uyuyorum ben daha!"
            "Hala tembelsin! Kalk hadi, beraber çiçek toplamaya gideceğiz! Hem belki anlatacakların vardır."
            Handa kahvaltılarını ettikten sonra ozan kız ile birlikte çiçek toplamaya gitmeye karar vermiş. Zaten daha iyi bir planı yokmuş, ya akşama kadar odasında pinekleyecek ya da eski dostu ile vakit geçirecekmiş. 
            "Ee anlat bakalım hikayeni" demiş çiçekçi kız "en son krallıkta idin, öyle yazmıştın."
            "Evet, sonra çıktım oradan, tekrar yollardayım."
            "Peki o sürekli bahsi geçen prenses?"
            "Ne olmuş ona?" biraz asabi çıkmış sesi.
            "Sen anlat ona ne olduğunu, aşıktın ölüyordun?"
            "Ben verdiğim değerin karşılığını bulamayacak mıyım hiç?" diyerek eski dostuna sarılmış.
            "Oyy tamam geçti geçti" demiş kız, arkadaşının sırtını sıvazlarken, "ben aynı çileyi iki yıldır çekiyorum, derdim sana derman olsun" demiş, halden anlar bir ses tonuyla.
            "Hakikatten sende durum nedir?" demiş ozan bir anda kendine gelerek.
            "Ne uzuyor ne kısalıyor" demiş kız iç çekerek. 
            "Desene yüzümüz gülmeyecek bizim sevdadan"
            "Hadi oradan be, mutlaka gülecek bizim de yüzümüz"
            "Öyle mi dersin?"
            "Kesinlikle!"
            Kır gezintisi ve eski dost ile muhabbet çok iyi gelmiş ozana, resmen tazelenmiş hissediyormuş. Prensese olan öfkesini de yense her şey düzene girecekmiş. Aslında kızdığı kendisiymiş ozanın. Nasıl bu kadar kör olurum, nasıl bu kadar kendimden ödün veririm diye öfkeliymiş kendisine. 
            Akşamki gösteriden sonra ozanın eski dostu yine oradaymış, bu sefer yanında üç arkadaşı daha varmış;
           "Merhaba, yine çok iyiydin."
           "Teşekkürler"
           "Tanıştırayım bu kardeşim, bu da Kira, Bene'yi zaten tanıyorsun."
           "Memnun oldum, n'aber Bene?" 
           "Ben de memnun oldum" demiş Kira.
           "Kira ismi hiç bu diyarların isimlerine benzemiyor, sen de mi yabancısın?"
           "Yok hayır, annem uzak diyarlardan gelmiş, bu isim o diyarda çok yaygın."
           "Anladım" demiş ozan "gerçekten ilgi çekici, annenizle tanışmak isterdim. Mutlaka bir sürü hikayesi vardır.
           "Malesef on yıldır aramızda değil" demiş Kira gözleri uzaklara dalarak.
           "Özür dilerim, bilmiyordum. Huzur içinde yatsın" demiş ozan nasıl telafi edeceğini bilmez bir şekilde.
           "Sorun değil, bilemezdin zaten."
           "Kendimi affettirmek için size şarap ısmarlasam?" demiş ozan en şirin tavrını takınarak
           "Hiç sormayacaksın sandım" demiş çiçekçi kız, "hadi donat masayı!"
           "Başüstüne hanımefendi!"
           Sonra hep beraber sohbet edip şaraplarını yudumlamışlar. Ozan farkına varmadan kendini Kira'ya bakarken buluyormuş. İlgisini çekmiş Kira ancak hala kafasındaki prenses bulutunu dağıtamadığı için ilgisini başka taraflara yönlendirmiş. Olabildiğince ilgilenmemeye çalışmış. Zaten geceyi ilk terk eden de o olmuş. Uzun bir günün ardından tekrar yatağına gitmek için ayaklanmış;
           "Arkadaşlar bana müsade, bugün erken kalktım ve bu saate kadar çok yoruldum. Gidip dinlensem ertesi gün için iyi olacak." demiş ve ardından "sabah uyandırmaya gelme sakın!" diye sinirli taklidi yaparak çiçekçi kıza gülümsemiş.
           "Onu yarın düşünürüz, iyi uykular."
           "Hepinizle tanıştığıma çok memnun oldum, iyi geceler."
           "Sana da" demişler hep bir ağızdan...
          
dahası...


          Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde Kaf Dağı'nın ardında bir krallık varmış. Bu krallıkta herkes sevgi, barış, kardeşlik içinde yaşamasa da hayatlarından memnun bir şekilde yaşayıp gidiyorlarmış. Günün birinde yolu krallıktan geçen bir ozan, hem para kazanmak hem de uzun yolun yorgunluğunu atmak için bir süre orada konaklamaya karar vermiş. Önce hana gitmiş, kalacak yer ayarlamak için. Hancı ile yemek ve kalacak yer karşılığı geceleri orada çalmak için anlaşmış.
          Kısa bir sürenin ardından aklına gitmek düştüğü zamanlarda, pazarda kimsenin dilinden düşürmediği beyaz tenli, turuncu bukle bukle saçlı, minyon, güleç yüzlü prensese rastlamış. Kızıl prenses derlermiş ona, herkes çok severmiş, o da herkesi. Beğenisini gizleyememiş ozan. Hayranlıkla seyretmiş prensesi. Kısa bir süreliğine göz göze gelmişler, gülümsemiş prenses herkese gülümsediği gibi. Gidememiş ozan. Hancıyla olan anlaşmasını bir süre daha uzatmış. Tekrar görebileceğinden emin olmasa da öyle bir olasılığın varlığı bile ozanı krallıkta tutmaya yetmiş. Birkaç kez daha pazarda rastlamış ozan prensese. Prensesin de dikkatini çekmiş ozan.
          "Merhaba!" demiş narin bir ses ile.
          O kadar diyar gezmiş, o kadar farklı dillerde şarkılar işitmiş ozan için prensesin sesi şimdiye kadar söylenmiş tüm şarkıların melodisinden çok daha güzelmiş. Aklını başına toparladıktan sonra cevap verebilmiş ozan "m.. merhaba!" heyecandan sesi titriyormuş.
           "Krallığımıza yeni geldin herhalde, daha önce sana rastlamamıştım."
           "Evet leydim, birkaç haftadır buradayım, yolculuğuma devam etmeden önce biraz para kazanmak, biraz da dinlenmek için krallığınızda konaklamaya başladım."
            "Anladım, ne iş tutarsın?"
            "Ozanım leydim, diyardan diyara şarkılarımı gezdiririm."
            "Ne mutlu bize ki senin gibi bir ozan krallığımıza şeref vermiş. En sonra dört yıl önce gezici bir tiyatro ile gelmişti bir gurup müzisyen. O günden beri yeni müzik dinleyememiştim. Saraydaki müzisyenler hep aynı şarkıları çalıyorlar. Bir gün benim için çalmak ister misin?"
             "Büyük bir zevkle leydim!" yüreğinin atışını tüm vücudunda hissediyormuş ozan.
             Hemen parşömenlerini çıkarıp daha önce yazdığı, diğer diyarlarda dinlediği şarkıları tekrar etmeye başlamış. Günlerce çalışmış. Gece handa çaldığı sıralarda ise bu tekrar ettiği şarkıları çalıyormuş. Hancı bu değişimi fark edince gösterisinin ardından kenara çekip;
            "Hayırdır genç, şarkıların değişmeye başladı? Yanlış anlama, bu şarkıların ilklerinden çok daha güzel ancak kulak aşina olmayınca merak ettim." diye babacan bir tavırla ozanın omzuna elini koyarak sormuş.
            "Prenses için şarkı listesi oluşturuyorum, yarın akşam onun için çalacağım" demiş ağzı kulaklarında.
            "Çok güzel!"
            Prenses daha önce hiç duymadığı şarkılar karşısında hayranlığını gizleme gereksinimi duymadan kendinden geçmiş. Daha önce hiç duymadığı diller ve tınılarda şarkılar varmış ozanın listesinde. Bu yüzden prenses daha sık çağırır olmuş ozanı. Sadece şarkılarını dinlemiyor aynı zamanda daha fazla vakit geçiriyormuş. Derdini, sevincini, öfkesini paylaşıyormuş. Babasını da ikna ettikten sonra ozanın saraya taşınması için gerekli olan her şey yerine getirilmiş.
            Ozan çok neşeliymiş. Prensesle sürekli görüşebiliyor, içten içe yaşadığı aşkı da gitgide alevleniyormuş. Tanımak istemiş ozan prensesi. İzlemiş, gözlemlemiş, ne anlattıysa dinlemiş, ezber etmiş. En ufak detayına kadar ağzından çıkan her kelimeye dikkat etmiş. Duyarlı olmuş, iyi insan olmuş, güvenilir olmuş prensese karşı. Ancak prensese dokunmak istiyormuş ozan. Daha yakından sevmek. Sarılmak, koklamak. Dayanamamış, beraber çıktıkları bir gezintiden dönerken açmış ağzını yummuş gözünü. İlan-ı aşk yapmış. Haykırmış hatta aşkını. Onu düşünmeden edemediğini, aklını yitirecek gibi olduğunu bazen. Prenses ise teşekkür etmekle yetinmiş. Akşam yemeğine geç kalmamak için acele etmesi gerekiyormuş;
           "Bunu neden gezimizin başında söylemedin?"
           "Söyleyemedim, şu an bile dile getirmesi çok zor inan."
           "Bunu bir ara uzun uzun konuşalım."
           "Hadi konuşalım."
           "Yemeğe katılmam gerekiyor, sen odana git, sonra konuşuruz."
           Boynu bükük kabul etmiş ozan. Elinden daha iyisi gelmiyormuş. Ondan sonraki her gün için çalgısının üzerine bir çentik atmış ozan konuşacakları günü bekleyerek. Bu arada da prenses ozana olan yakınlığı ve ilgisinden hiç bir şey kaybetmemiş, daha önceden nasılsa hala aynı, bilakis çok daha yakın davranıyormuş. Çimlerde uzandığında prenses de yanına uzanıyormuş, sevgi dolu bir biçimde. Bu ve benzeri durumlardan ötürü ozan sürekli aklından olumlu düşünceler geçirmiş. 18. çentiğin olduğu gün ozanın kaldığı handa bir şenlik varmış. Çekine çekine prensesi çağırmış. Ne de olsa bir prenses için çok farklı ve soyluların olmadığı bir ortammış. Ozan öncesinde müzisyen olarak ardından davetli olarak katılmış şenliğe. Prenses ise soylu çevresinden birkaç tanıdığı ile gelmiş. Şenlik boyunca prensesin etrafı kalabalık olduğu ve 18 gündür duyguları hakkında tek bir kelime etmemesinden dolayı ozan kendisini prensesten uzak tutmuş. Gelen diğer misafirlerle sohbet etmiş, hanın diğer kısımlarında takılmış. Arada bir merak edip prensesi seyretmiş uzaktan, keyfi yerindeymiş prensesin. Bir ara ozan prensesin yanından geçerken gülümsemiş, prenses ise onun elinden tutup;
          "Seninle bir ara konuşmak istiyorum." demiş prenses, kararlı bir ses tonuyla.
          "Ne hakkında?"
          "O günkü söylediğin şeyler hakkında" demiş prenses.
          "Peki, konuşuruz" demiş ozan. Kırgınmış çünkü bu zamana kadar beklediği için. Biraz kırgın, biraz umursamaz vaziyette sırtını duvara yaslayıp oturmuş yere.
          "Yani o gün söylediklerinle alakalı, daha önce kimse bana bu kadar değer vermedi."
          "..."
          "Ben de seni çok seviyorum ama abimmiş gibi, en yakın arkadaşımmış gibi, babammışsın gibi. Sürekli yanımda ol istiyorum, sürekli sana dokunmak istiyorum, her şeyimi seninle paylaşmak istiyorum. Çok iyi bir insansın."
          "Zaten iyi bir insan olduğum için yıllardır yalnızım ben" demiş ozan, biraz sitemli, biraz kırgın bir ses tonuyla.
          "Seni cinsiyetsiz olarak görüyorum ben. Eğer seni erkek olarak görsem ve ilişkimizi bunu üzerine kursam bir gün gidersin." demiş ve sarılmış ozana. Sıkı sıkı. "Adını koyunca bir şeylerin, ölüyorlar."
          "Adını koymayız biz de. Böyle severiz birbirimizi."
          "Beni seni senin beni sevdiğin gibi sevmiyorum ama." demiş prenses.
          "Sevme!" demiş ozan. "Ben daha önce birisini tam 6 yıl hiç bir karşılık beklemeden ve yılmadan sevdim. Ben bıkmam sevmekten."
          "Öyle olmaz!" demiş prenses. "Ben o sevginin altında ezilirim."
          "Elimden daha iyisi gelmez" demiş ozan, "tek yapabileceğim seni kendi kendime sevmek."
          Ayağa kalkmış prenses, gitmek için hazırlanmış. Ozanın da elinden tutup kaldırmış, üzdüğünün farkındaymış ozanı. Saraya dönmesi gerekiyormuş artık ve ozana veda ederken içten bir şekilde son bir kez daha sarılmış. Uzun uzun.
          "Bana ilk kez bu kadar içten sarılıyorsun, bu anın tadını sonsuza dek çıkarabilirim" demiş ozan gözleri dolu dolu bir vaziyette.
           Kafası allak bullak, düşünemez vaziyetteymiş. Prenses gittikten sonra kendini hanın bir köşesindeki koltuğa bırakıp bir testi daha şarap istemiş hancıdan. Onun da yarısını tükettikten sonra ozan ortalıkta manasız danslar ediyor, ne yaptığını bilmez hareketler sergiliyormuş. Hancı onu ikna edip odasına kadar bırakmış. Kapıyı kapatırken de;
          "Onun bir prenses olduğunun farkındasın değil mi?" demiş her zamanki babacan tavrı ile.
          "Evet."
          "İyi uykular, yarın seni toparlamış göreyim." diyerek odadan ayrılmış hancı.
          O günü takip eden günlerde ozan çok düşünmüş. Prenses onu hala saraya çağırıyor, haber gönderiyor, sohbet etmek istiyormuş. Ozanın ise kafası karışık, keyfi kaçık; ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmez vaziyette, temkinli bir şekilde sohbetini devam ettiriyormuş prenses ile. Sonunda karara varmış ozan. Prensese rağmen, kendine rağmen gitmeliymiş. Çok seviyormuş ancak sevgisine beklediği karşılığı bulamadığı için gitmek istiyormuş. Bir insan gidecek olduktan sonra baba iken de gider, abi iken de gider, yâr iken de gider. "Günün birinde" demiş, "tekrar gelirim, tekrar görürüm kızıl prensesimi. Belki o zamana kadar beni özlemiş olur, belki eksikliğimi hissetmiş olur." demiş biraz umutsuz, biraz üzgün. "Belki gönlünde başkası yatıyordur da o yüzden beni buyur etmemiştir gönül sarayına, olamaz mı?" diye bile düşünmüş ozan. Son ihtimal olarak da "olur da beni unutur, kimselerle haber yollamaz, merak etmez ise bu günlerimi gülümseyerek anarım..."demiş. Bu olasılığın olmasını hiç istemeyerek.
          Toplamış çantasını, vedalaşmış hancıyla. Krallık kapısından çıkarken gözü hala gerideymiş. "Bir gün" demiş, "hayatında beni istediğini fark edeceksin. Seni üzen, aldatan, yalan söyleyen, kötü davranan, duyarsız insanlardan sıkıldığında beni arayacaksın yanında" demiş gözleri dolu bir biçimde. "Umarım o gün çok geç olmaz" diye geçirmiş içinden. Diline de Kadıköy adında bir diyarda tanıştığı bir ozanın şarkısını takıp, vurmuş kendini yollara...

"Topladım dertleri üşenmedim, attım sırt çantama.
Dönüyorum şimdi gider gibi sessiz, sakin ama heyecan yok şimdi.
Her şey bir gün bitebilir; bendeki sabır, sendeki para.
Bir şeyler söyledin en sonunda.
Kusura bakma yaram çok, kusura bakma yaram çok..."


dahası...


Demin havuç yiyordum da aklıma geldin. Aslına bakarsan ayakkabı bağlarken, patatesleri küp küp doğrarken, telefonumu şarj ederken, kulaklığın birbirine girmiş kablosunu düzeltirken, filmdeki öpüşme sahnelerinde, üşüdüğümde, hemen yanıbaşımdaki çöpe kağıdı sokamayınca, suşi yerken, otobüsü kaçırdığımda, bilgisayar kapağını her kaldırdığımda aklıma geliyorsun. Çıkmıyorsun ki gelsen. Kısa bir anlığına da olsa rahat bıraksan zihnimi o kadar fazla şey yapabileceğim ki. Neyse, halimden memnunum. Cenk Taner aklıma geldi, S.O.S. şarkısında böyle bir şeyden bahsediyordu; Sana ulaşmak için en kötü havalarda insanlara, karmaşaya hep tahammül ettim. Şikayet değil bunlar, aksine çok memnunum. Çünkü şu koca şehirde aklıma huzur veren tek sen varsın...

dahası...


          "Erkek milletine güvenilmez!" dedi konunun alakasız yerinde, "hepsi odundur."
          "Yoo ben hiç odun değilim hem de bana güvenilir" dedim ihtiyatsızca. Neden genellemişti ki zaten.                
          "İnanmazsan arkadaşına sor" topu Begüm'e atmıştım.
          "Ben babamın bana dediğini söylüyorum; erkekler piçtir kızım, güvenme onlara der."
          "Sen güvenmemeye devat et istersen ama tüm erkekleri aynı kefeye koyma!" Sinirlendim sanırım. Aslında hayır, nasıl düşünürse düşünsün çok da umrumda değil. Bana güvenmesi bir şey değiştirmez.
          "Bir dakika gelsene sen!"
          "Ne oldu?"
          "Gel sen."
          Gönülsüzce gittim."Off bu mekan zaten her seferinde böyle kalabalık oluyor, neden geldik ki buraya? "
          "Bırak söylenmeyi de beni dinle! Sen kıza kur mu yapıyorsun?"
          "Yuh! Ne alakası var?"
          "Nasıl ne alakası var? Kız güzel, belli ki ilgi ve güvenilecek bir erkek de arıyor. Sen de kendinin güvenilebilir yanını kızın gözüne sokarak seni tanımak istemesini sağlamak istiyorsun." dedi burnundan soluyarak.
          "Abartma" dedim, haklılık payı yüksek olmasına rağmen. Sonuçta beni ondan daha iyi tanıyabilecek kimse yok. "Sadece biraz ego tatmini, biraz poh pohlanma. Bu kadarından kimseye zarar gelmez sanırım" dedim, vereceği cevabı bilmeme rağmen.
          "Ne halin varsa gör Emre! Daha önce de seni terbiye etmek için çok uğraştım, başardım sanmıştım hatta ama yanılmışım. İstediğini yap ancak bu hallerin sevdiceğim ile arama girecek olursa o zaman benden çekeceğin var bilmiş ol!" dedi. Sesi kararlıydı. Ben de geri döndüğümüzde kendimi ekrandaki Amerikan Güreşi'ne, masadaki etkinlik tanıtımlarına verdim.
          Fazla vakit geçirmeden, 2. biraları almadan o et yığınının içinden çıktık Talha Çocuk ile. Nefes bile alınmıyordu neredeyse içeride. Alakasız bir tanıdık gelip yıllardır kavuşamadığı kardeşi/evladıymış gibi davranınca kalkma vaktinin geldiğini anlamıştık.
          "Hayatta aldığımız en doğru kararlardandı Bilo-sama!" dedi yüzünde dışarı çıkmış olmanın vermiş olduğu mutlulukla güller açan Talha Çocuk.
          "Hakikaten abi, biz bildiğimiz yere gidelim. Belki sevdiceğim de gelir." dememin ardından çıkardım telefonu aradım. Saat 01:30. Uyumuş olma ihtimalini aklıma getirerek dördüncü çalışın ardından kapadım telefonu.
          Neredeyse mekana varmıştık ki aradı!
          "Merhaba, nasılsın? Duymadım aradığını."
          "Uyuyorsundur diye erken kapadım. İyiyim, sen nasılsın?"
          "İyiyim ben de, sağol. Yok uyumuyordum, 12 gibi çıktım dışarı, birkaç arkadaşa uğradım ama planları sabit olmayınca sıkıldım, şehir merkezindeyim şu anda."
          "Gelsene buraya, biz de birer bira içelim diyorduk."
          "Tamam olur." dedi ama hiç beklemiyordum.
          Bildiğimiz kadarıyla bizim müdavim arkadaşlar orada olmayacaklardı. Onun yerine biri bu mekandan tanıdık, diğeri de eski dostlardan iki arkadaşa rastladık. Yazabileceği birkaç kişi gözüne çarpınca Emre'nin gözler parladı ancak her şey kontrol altındaydı, ben buradaydım.
          "Bilo sen hep böyle mi olacaksın?"
          "Nasıl?" dedim anlamayan bakışlarla.
          "Böyle işte kimseyi aldatmaz, başka kızlara bakmaz, koynuna kadar gelen fırsatı teper falan."
          "Fırsat?" tepem atmıştı. "Sen duygusuzca sevişme ihtimalini fırsat olarak mı değerlendiriyorsun?"
          "Evet. Herkes öyle değerlendirir."
          "Beni hala herkesle bir mi tutuyorsun?"
          "Hayır maalesef"
          "Maalesef?"
          "Evet, maalesef çünkü enayinin önde gideni, flama tutanısın! Sizin bölümdeki kız seninle birlikte olmak için yanıp tutuşuyor. Aynı şekilde birkaç kız daha var. Tek yapman gereken biraz üstlerine düşmek sonra hoop cepte. İşini gör, ardından tanımazsın. Zaten sevdiceğim dediğin kızla da aranızda hiç bir şey yok! Öğrense bile henüz beraber olmadığınız zamanlarda olup biten bir vukuat için seni yargılayacak değil ya?"
          "İşini görmek ne demek ya? Ne işi? Sen sevişmeyi iş olarak mı görüyorsun? Bir de o kızlara şişme bebek muamelesi yapıyorsun şu an farkında mısın? Belki aralarında beni öyle görenler de vardır, tek derdi sevişmektir. O kadarlık birliktelikten sonra hiç bir şey hissetmeden ertesi gün hayatına geri dönecektir. Ancak gerçekten bana karşı bir şeyler hissettiğini düşünsene. Arkamı dönüp gittiğimde kızın düşeceği durumu düşün."
          "Niye ben düşünüyorum? Sonra bir daha görmem olur biter. Zaten sanki arkamdan ağıt yakacak. O da kısa zaman sonra unutur zaten."
          "Böyle böyle güvenin, sevginin içine ediyorsunuz zaten! O yaralar her ne kadar dışarıdan görünmese de içeride üst üste bindikçe insan güvenmemeye, inanmamaya başladıkça kendisi de güvenilmeyecek eylemler yapmaya başlıyor. Bu da domino taşları gibi bir insanın daha yıkılarak zinciri devam ettirip, ilişkiler konusunda kimsenin birbirine güvenmediği bir toplum haline getiriyor."
          "Bravo!" dedi alkışlayarak, "madem öyle neden kızlar senin gibi güvenilir, anlayışlı, kendinden çok onları düşünen, aldatmayan, sıkmayan ve sabırlı bir adam yerine; piç, ilgilenmeyen, bencil, güvenilmez, boğan, asabi insanları yâr diye seçiyorlar? Bunun cevabını ver ben de bir daha bu konuyu asla seninle tartışmayayım." dedi. Nakavt! Cevabım yok. Bu konuda Emre tamamen haklı. Zaten ikide bir aklımı çelecek gibi olması bu son kurduğu cümleden ötürüdür.
          Telefon çaldı! "Seninle daha sonra konuşacağız" diyerek açtım telefonu.
          "Canım!"
          "Ben yaklaştım sanıyorum, şuradan yukarıya doğru yürüyünce geleceğim diye umuyorum.
          "Neredesin şu an?"
          "Metronun bizim kursa yakın kısmında. Yolun bir kısmını yürüdüm, bir kısmında bisiklete bindim; ağzım, yanaklarım dondu! Konuşamıyorum!"
          "Ben sana atla metroya dedim. Aaah ah, neyse ben kapının önüne çıkıyorum, görürsün" deyip hırkamı sırtıma atıp çıktım kapının önüne. Karşıdan görünce bile içimin yağları eridi. Yanıma gelince de sarıldım, yanaklarını ovaladım, gerçekten donmuş. Oyalanmadan içeri geçtik.
          Bir süre beraber içki içtikten sonra o gitmek için hazırlandı, kal diye ısrar etmedim, etmeli miydim? Bilemedim. Her neyse o çıktı, kapıya kadar uğurladım. 2-3 kere dönüp dönüp el salladı. Sonuncusunda ise tamamen dönerek "hadi girseneee!" dedi ve gözden kayboldu. Girememiştim ne yapayım, öyle kapının önünde kalakalmıştım. Son bir iç çekiş ile açtım mekanın kapısını. Sevdiceğimin gitmesinden çok geçmeden biz de çıktık mekandan, kapanmak üzereydi zaten. Tekrar aradım, çok uzaklaşmamış. yemek molası vereceğinden bahsetmişti, o tarafa doğru yürüyormuş. Yakaladık. Ardından Talha Çocuk, ben ve sevdiceğim onların yurdunun oradaki metro istasyonuna kadar yürüdük. Hayal gibi bir gece de böylelikle sona erdi.
          "Eee hiç bir şey demedin anlatırken?"
          "Sen kafayı yemişsin!" dedi garip gözlerle beni süzerken.
          "Tıkınmaktan doğru düzgün dinlemedim desene şuna!"
          "Ne tıkınması lan! İçtiğimiz üç bardak kola, doldur şunu tekrar." Uzattı bardağını, puroyu da kül tablasına yerleştirdi.
          "Bir yorum bir şey?"
          "Yok sana yorum. Emre'nin dediklerini ben sana sürekli tembihliyorum zaten, koca adam oldun hala masallara inanıyorsun, ütopyaların gerçekleşmesini bekliyorsun. Sana daha da ne yorumu yapayım. Ne halin varsa gör! Sigara da içmiyorsun zaten, koca puroyu tek başıma içiyorum!"
          "Sen de bırak."
          "Bırak ya! Doldursana oğlum şu bardağı!"
          "Hangi şarkıyı açıyoruz? Nada açalım mı? Yolcu şarkısı çok iyi!"
          "Gönder gelsin bakalım."
          "Dünya başladı saymaya
           Geri, doğduğum lanet günden
           Beri, içimde var toplam iki kişi
           Bir saf salim biriyse zır deli..."
dahası...


     "Yaaa bu olmuyor Bilal Emre!" dedi yılgın bir şekilde ekrana bakarak.
     "Bir de böyle dene."
     "Hangisini? Şunu mu? Ama bununla yapın yazıyor burada."
     "Olsun canım, sen de böyle dene. Bence daha kolay olur."
     Gönülsüz de olsa kabul etti ve gerçekten de o programda yapılabilecek en düzgün komutu girip tüm çıkmazı çözdü. "Olduuuuu! Çok teşekkür ederim ya, ben olsam işin içinde çıkamazdım."
     Yanağımı uzattım, nasıl teşekkür edeceğini bilmiyordu ne de olsa, yardımcı olmak gerekirdi.
     "Muck..."
     Keyfim yerine gelmişti artık. Bunu, çözdüğüm birkaç karşıklığın ardından yineledim ve aynı samimiyetle öpücüğümü aldım. Autocat'e benzer mi acaba diye düşünüp, yardımım dokunacağına inanarak gelmiştim sevdiceğimin yanına. Yardımım dokunmasa bile hiç yoktan yalnız kalmazdı, çene çalardım.
     "Eee abi o zaman aranız gayet iyi" dedi Anıl kolasından bir yudum daha alarak.
     "Öyle..."
     "Ee?"
     "Ne ee?"
     "Abi biraz iç çekerek söyledin aramız iyi diye, herhangi bir gelişme yok mu? Gerçi sen şu olayı başından anlatsana nedir tam olarak mevzu, hiç anlatmadın."
     Dünyanın oluşumundan bu yana anlatacak değildim, mevzuların çoğunu zaten biliyordu. Şehir merkezindeki ilk karşılaşmalarımız, aslında önceden aynı kursa gidiyor oluşumuz, o zamanlar doğru düzgün bana vakit ayırmadığı vs. vs. Zaten ne olduysa bu dönemin başında oldu. O ilk Ost Klub karşılaşmalarımız, ilk sohbetler. Neyse işte biz gayet güzel anlaşıp, bir çok şeyi beraber yapmaya başlamıştık. İçin için severken, dışıma tek bir kıvılcım tanesi dahi taşırmamaya özen göstermiştim. Ne de olsa doğru düzgün tanımak gerekirdi önce. Tanıdıkça tutuştum, vakit geçirdikçe kavruldum. Vakti miydi değil miydi hiç bilmeden hiç umursamadan bir gece ansızın haykırdım. Gerçekten haykırdım, söyledim denmez buna.
     "Nasıl yani? Açıldın direkt?"
     "Evet. Neden?"
     "Ne bileyim abi, arkadaşın da demişti ya Lena mıydı adı, açılma, git öp, bir şey yap ama söyleme diye"
     "Abi olmuyor öyle"
     "Nasıl olmuyor ya? Bak koç sen ne zaman kaybetsen bu yüzden kaybediyorsun. Sığır gibi hiç kuğl olmadan atlarsan böyle daha çok yalnız kalırsın" dedi ve purodan bir nefes daha çekti. Tamam benim iyiliğim için söylüyor, haklı da olabilir ama daha önce açıkladım ben böyleyim, aksi olmuyor diye.
     "Neyse nasıl açıldın peki?"
     Koladan bir yudum alarak başladım anlatmaya; birkaç gün öncesinde gelişen olaylar ve muhabbetlerimizden ötürü çok iyi bir ruh hali ile gitmemiştim zaten yanına. Bir şişe şarabı önce sokakta tüketmeyi denedim, soğukta anca yarısını içebildim. Ben de daha fazla zorlamanın anlamı olmadığını düşünerek atladım metroya, üç durak ileri, beş durak geri derken sevdiceğim aradı.
     "Alo merhaba, ne yapıyorsun?"
     "Merhaba, şarap içiyordum çok üşüdüm metroya bindim. Öyle ileri geri giderek şaraplanıyordum. Sen ne yapıyorsun?"
     "Aaa gelsene buraya! Gelmek istersen tabi. Ben şu anda komşuma yardım ediyorum, ailesi için yemek yapacak ama az bir işim var, sonra suşi yemeye gideriz."
     " Tamam geliyorum, görüşürüz" dedikten sonra yurtlarının durağına gelmiştim. Son yudumumu da yurtlarının önünde alıp şişeyi çöpe bıraktıktan sonra yukarı çıktım. Mutfakta oturmuş patates doğruyordu, komşusu da orada, tanışmıştık daha öncesinden. İşinin bitmesini beklerken uyuyakalacaktım, şarap o hale getiriyor. Neyse işini halledip üstünü değiştikten sonra çıkmaya hazırdık. Suşileri bir güzel mideye indirdikten sonra ne yapacağımızı bilmez bir şekilde sokakta yürümeye başladık ancak çok soğuktu. En son 2 Euro Lokal diye bir yer var, her içki 2€, oraya gitmeye karar verdik. Ben gayet kararlıydım, söyleyecektim o gün. Şarabın üstüne içki içmeye devam ettim, o da. Hala kafam tam toparlanmış değil, alkol daha da beyne nüfuz ediyor. Saat gece yarısını vurana kadar ekrandaki artistik patinaj gösterisini, kalitesiz pop müzikleri ve alkolümüzü tüketmeye devam ettik. Metronun kapanma tehlikesine karşın kalktık ve metroya doğru hareket ettik.

     Hala söylebilmiş değildim.

     "Tamam yeter ya buraya kadar!" dedim birden bire. İnmemize sadece bir durak kalmıştı.
     "..."
     "Şimdi söyleyemezsem daha da söyleyemem. Ben seni seviyorum"
     "Teşekkür ederim" dedi elini dizime koyarak.
     "Öyle değil, bildiğin seviyorum. Seni düşünmek, seninle görüşmek, konuşmak dışında yapacağım her şey fuzuli geliyor. Senden ayrı olduğum vakitlerde de evin içinde volta atıp oflayarak duvarları tokatlıyorum. Kafayı yemek üzreyim"
     "Beni tanısan aslında boş bir insan olduğumu anlardın."
     "Onun için bunca zaman bekledim, seni tanımak istediğim için." dedim ama hala "boş bir insan"dan kastını anlamamıştım. Zaten bu muhabbetler dönerken son durak geldi, indik, merdivenlerden inerken konuşmaya devam ettik.
     "Ee tanıyabildin mi bari?"
     "Yok canım, bir ayda nasıl tanıyayım."
     "Keşke bunu içki içerken söyleseydin, uzun uzun konuşurduk."
     "E hadi konuşalım, seninle geliyorum."
     "Yok canım, sen evine git, gece metro yok."
     "Gece otobüsü var."
     "Yok yok sonra konuşuruz" dedi öptü iki yanağımdan, kolumu sıvazladı ve gitti. Dönüp bakamadım bile. Ben de ağır adımlarla indim merdivenlerden, evin yolunu tuttum.
     "Ee nasıl yani, bu kadar mı? Bir şey demedi mi?"
     "Demedi abi."
     "Allah Allah. Neyse şu anda aranızdaki ilişki nasıl? Daha soğuk falan mı?"
     "Yok be abi, bir dur anlatıyorum işte" diyerek konuya devam ettim. Gece eve vardığımda feysbuktan mesaj atmıştı salak saçma artistik patinaj ile ilgili. Bir adamın adını hatırlayamamıştık, onu tartıştık. Evet gecenin bir yarısı, son zamanlarımın en önemli çıkışını yapmışız ve hemen ardından yaptığımız muhabbet artistik patinaj!
     "Hahaha"
     "Ne gülüyorsun be!" diyerek konuya döndüm. Ertesi gün görüşmemiştik herhalde. Sonraki gün de öyle sanıyorum. Ondan sonraki gün ansızın aradı. Ben kafamda "tamam kendinden soğutmaya çalışacak" kurguları kurarken beklenmedik bir şekilde ziyarete geldi. Beraber yemek yaptık, afiyetle yedik. Sonrasında birer birer çekyatlara uzandık. Bir süre uzaktan uzağa muhabbet ettikten sonra;
     "Yanına geleyim mi?" diye sordum çekinerek.
     "Geel ama sığar mıyız?"
     "Açarız çekyatı" diyerek hızlı bir hamleyle çekyatı yatar pozisyona getirdim. Üşümüştü sanırım, battaniye istemişti, battaniyenin altında yatıyordu.
     "Üşüdün mü sende?" diyerek iki kat olan battaniyeyi de açtı. Onu da paylaştık. Artık daha yakın mesafeden konuşuyorduk. Bu kadarı bile bana yetip artıyordu. Tarifsiz bir mutluluk içindeydim. Bir ara telefonla konuşmam gerekti ve elimi yukarıya kaldırarak bir şeyler anlatmaya başladım. O sırada elini elimin yanına getirdi.
     "Ne kadar küçük ellerin var!"
     "Nesi küçük be, normal işte."
     "Ekmek gibi baksana" diyerek bastı kahkahayı. Ardından gayet masum ve sevimli gelen o hareketi yaptı. El ölçme! Nedense çok seviyorum onu. Çocuk masumiyetinde ve saflığında ama bir o kadar da sevgi dolu.
     "Eridin birden?" O gülüşü biliyorum. Dalga geçer bir vaziyette sırıtıyordu.
     "Taşak geçme lan! Ben memnunum böyle ufak tefek şeylerle erimekten!" Biraz sinirli çıkmıştı sesim.
     "Tamam oğlum, atarlanma. Bir şey mi dedik? Devam et sen, sonra n'oldu?"
     "Elinin körü oldu, anlatmıyorum! Adama tekrar sigaraya başlattırırsın sen."
     "Abartma lan, anlat işte. Ha bir de senin o mevzu vardı. Ne kadardır içmiyorsun sen sigara?"
     "Bir ay oldu bugün. Aslına bakarsan 32. gün bitti"
     "Hala sayıyor musun?
     "Yok canım, ama hangi gün bıraktığımı biliyorum, oradan sayıyorum lazım olunca."
     "Bu meret bırakılır mı be?" diyerek bir fırt daha aldı purosundan. Sigarayı bıraktığımdan beri kola puro muhabbetlerinde puroyu yalnız tüketmek zorunda kaldı garibim. Ben sadece kolaya eşlik ediyorum.
     "Kolayı da bırakacağım Alkolü de. Eti bıraktım zaten."
     "Oğlum n'apıyorsun sen? Hayattan ne zevk alacaksın sonra? Tüm kötü alışkanlıklarını bırakıyorsun, hacca mı gideceksin? Beni de bırakırsın sen yakında.
     "Giderim tabi hacca. Hem fena mı bir tane hacı arkadaşınız olur, hepiniz it kopuk! Hem merak etme tek zararlı alışkanlığım sen kalırsın hayatta, seni bırakmam." Duygu yüklü olması gereken bu muhabbet gayet yavşakça ilerlemiş, sonu kötü bağlanmıştı.
     "Neyse sulandırmadan ben devam edeyim. Nerede kalmıştım? Hah el ölçme şeysi. Dalga geçme sikerim bak!"
     "Tamam ya."
     "Sırıttığını görmeyeyim." Neyse sonra kalkması gerekti işte, otobüs durağına bırakmaya gittim. Yedi dakika kadar beklemek zorundaydık Bir ara üşüdük ikimizde, sarıldım sıkı sıkı. Otobüsü karşıdan görünce de öptüm iki yanağından. Otobüs yanaştı, ne yapacağımızı bilmez birbirimize bakakaldık, o sırada sağ elmacık kemiğinden son bir kez öptüm.
     "Aşıksın oğlum sen" dedi Anıl, son kurduğum cümlenin ardından derin bir nefes aldığım için.
     "Öyle... Otobüse binince de 'oh sıcacık' ve 'hadi git artık, üşüyeceksin' cümlelerini pandomimle anlattı, o bile çok tatlıydı. Gitti. Bu kadar. Sonrasında ise yine neredeyse her gün beraberdik, beraber olmadığımız zamanlarda ise telefon ile, mesaj ile bir şekilde iletişimde kalıyorduk.
     "Eee" dedi meraklı bakışlarla.
     "Ne ee? Bu kadar işte"
     "Sonrasında bir şey yok mu? Adını koymadınız mı ilişkinizin?"
     "Ben koydum adını, Osman diyorum kendimce"
     "Siktir lan, sulandırma. Hakikaten öylesine takılıyor musunuz?"
     "Tövbe de lan! Öylesine takılmak ne? En azından ben yapamam öyle. Cumartesi bir sınavı daha var, o bir geçsin tekrar konuşacağım."
     "İyi o zaman bro, sevindim adına. Kesmeşeker'in albümü de çıksa da artık yenileriyle demlensek" dedi purodan son nefesini de alıp kül tablasına söndürüp kurumuş boğazını kolayla ıslattıktan sonra.
     "Neyse ne yiyelim?"
     "Sen et de yemiyorsun, of be çocuk ne pişireceğiz şimdi?"
     "Patatesleri soyup küp küp doğrayayım mı?" diye sorup bastım kahkahayı, bıkmıştı küp küp patates ve havuçlarımdan. "Neyse gel mutfağa gidelim, yiyecek bir şeyler buluruz." diyerek geçtik mutfağa, açlık beklemez.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.