İnsana hedef lazım. Evet, tüm insanlığı kurtarmak da bir hedef, ancak insanlar doğrudan etkilendikleri mevzular üzerine daha çok eğiliyor, daha fazla çözüm üretmeye çalışıyor. İklim değişikliğini önlemek ya da etkilerini azaltmak istiyordum zaten ancak adım atmak için hiç acele etmiyordum, seni tanıyana kadar. Şu anda istiyorum ki beklenmedik yağmurlarda ıslanma, UV ışınları sana ulaşmasın, kaliteli hava solu, başına dolu değmesin. sıcak seni bunaltmasın, kuraklık refahını bozmasın...

Ben istiyorum ki sadece 12 yılımız kalmasın seninle, hiç değilse bi' 50 yılımız daha olsun birbirimize doymaya, ya da en azından benim sana...

Ben istiyorum ki kızımız iklim göçmeni olmasın, kendine sığınacak bir yer aramasın dünyada. Güvenilir gıdası, içilebilir suyu, temiz havası olsun...

Ben istiyorum ki maskeyle dolaşmak zorunda olmayalım sokakta, istediğimiz her an öpüşebilelim kamusal bir alanda, dut ağacının altında mesela...

Ben istiyorum ki nesli tükenmek üzere olan canlılar anı olarak kalmasın aramızda, tanıklık etsin onlar da bize...

Ben istiyorum ki dünyanın tüm refahını sereyim önüne. Seninle tüm güzellikleri yaşayabilmek için elimdeki tek gezegen bu. O yüzden bu gezegeni senin için, bizim için yaşanılabilir bir yer haline getireceğim.
dahası...



“Yapamıyorum” diye bir şey yok, “yapmak istemiyorum” var! İstersen matematiği de yaparsın resmi de. İkisine de mesai harcaman gerekiyor. Peki mesai harcamak istiyor musun? Tüm mesele burada. Motivasyonun neler? Günümüz şartlarında aslında para iyi bir motivasyon ama yeterli mi? Esnek çalışma saatleri? Freelance? Kafana göre işe gidip gitmeme kararı? Canın istemediğinde çalışmama? Tembellik hakkı? Bunların hepsine sahip olsan dahi mesai harcamak istemeyeceğin işler olabilir. Aslında her şeyin birleşimi göze o kadar güzel gelirken dış etmenler gerçekten etkiliyor. Kolay manipüle oluyorum. Kendi hayatımı dışarıdan izliyorum. Kendimde değilim. Kendim değilim. Neyim, kimim bilmiyorum. Ne yapıyorum ya da ne yaptırılıyor farkında değilim. Kukla gibi hissediyorum kendimi. İyi bir konumdayım. Öyle miyim? İyi konum ne demek? Belki de birçok insanın elde etmek için çırpındıkları yerdeyim. Önüme sunuldu. Başarmadım. Ömrüm boyunca başarılıydım. Hep önüme doğru fırsatlar çıktı, doğru zamanda doğru yerde oldum. Şu anda doğru yerdeyim belki ama zamanı doğru olmayabilir. 

Düşünün size bir can veriliyor. Belirli bir süresi var ve o süre boyunca senin o. Birisi çıkıyor ve o can üzerinde hak sahibi olduğunu iddia ediyor. Açıktan dile getirmese de o canı kafana göre kullanamıyorsun. O can artık senin hapishanen olmaya başlar. Kendinin içinde sıkışıp kaldığı bir duvar. Eğer ben bu canı istediğim gibi kullanamayacaksam neden benim? Yok eğer bu can seninse neden bana “istediğini yap, bu senin” diyorsun?  

Özgür olduğuna inandırılan köleler gibiyim. Sadece ben bu durumda olmayabilirim. “Çalışma şartları” denen ölçütlerin asgari müştereğine ya da en “iyi”sine bile baktığımızda onlardan daha iyi çalışma koşullarım var. Ben bundan daha kötüsüne bile razı durumdayım şu an. Belki de nankörümdür. Elimdekiyle yetinmeyi bilmiyorumdur. Yetinmek derken de bundan daha iyi şartlarda bir iş yaşantım olmayacağını bildirmek isterim. “E ne peki senin derdin?” dediğinizi duyar gibiyim. Derdim şu: tam olarak bir çalışan değilim. Çalışan dediğine amiri görevler verir, o görevleri yerine getirirsin. Makine gibi. Doğru mu peki bu çalışma şekli? Belki evet, belki hayır, tartışılır. Tam olarak bir patron değilim. Kimseye bir şey yapması için görev vermiyorum. Tam olarak bir ortak değilim. Müşterek kararlarla yürütülen bir işim yok. peki neyim? Patron gibi davranması gereken ancak amirinin sözünden çıkmayan bir ortak? Karışık değil mi? Yemekteki menü belliyse birine “ne pişireyim?” diye sormanın mantığı nedir? “Bunu yiyeceğiz” dese ne beklenti kalır ortada ne hayal kırıklığı. Menüde pizza var diyelim ve pizzayı zaten çok seviyorsunuz ancak size sorulduğunda siz fikrinizi çorba olarak beyan ettiyseniz o pizza hayal kırıklığı yaratır. Yıkılmazsınız belki ancak içiniz yine de burulur. Fakat o pizzayı doğrudan masaya getirseydiniz ve fikir almasaydınız masadaki herkesin gönlünü kazanır, mutlu ederdiniz. Menüde sürekli pizza var ve ben sevdiğim bir yemeği zorla yemek zorunda kaldığım için artık pizza sevmiyorum. 

Okullardan neden mezun oldunuz? Motivasyonunuz neydi? Çok para kazanmak mı? Evet başarabilirsiniz, o kadar da büyütülecek bir şey değil. Ancak bunun için mesai harcamayı da pek sevmiyorsunuz değil mi? Aslında değil. Hepimizin mesai harcamak için can attığı şeyler var. tek mesele kendimizi adayamamak . Nusret neden bu kadar zengin ve ünlü? Adadı kendini. İşiyle yatıp kalktı. Doğru tanıtımlar yaptı. Eğer Nusret yaptığı işe inanmasa ya da ona dayatılan kasaplığı yapsaydı muhtemelen sıradan bir kebapçı olarak devam ederdi hayatına ve işini çok sevse dahi sevdiği işi yapması için onu zorlayan insana tepki olarak hiçbir gelişim hareketine girmeyecekti. Örneğin sen yazılımcı arkadaş ya da grafiker. Yaptığın işi gerçekten seviyorsun belki ancak yaptığın işin içeriğine inanmıyorsun. Dolayısıyla o işi bir üst basamağa taşımak için hiçbir çaban yok. söyleneni yapıp geçiyorsun ya da günü kurtarıp bitiriyorsun ya da para için saçma sapan işlere “olur” diyorsun. Halbuki o grafiker arkadaş belki de çok iyi reklam panosu tasarımı yapabilecekken karakter tasarlatıyorlar. Ya da yazılımcı arkadaş çok iyi bir mali analiz programı tasarlayabilecekken oyun tasarlıyor. Mesele ne yaptığımızda değil. Mesleklerimiz kötü değil, gerçekten. Tüm meslekler ki buna kaportacılık dahil, gerçekten muhteşem meslekler. Yalnızca o mesleklerdeki yapılan işler bizi ya tatmin etmiyor ya da inanmıyoruz yaptığımız işe. 

Çok biliyormuşum gibi ahkam kesmeye devam edeyim. Peki bir işe nasıl adar insan kendini? Size ütopyadan bahsetmiyorum. Her şeyin sermaye için olduğunu öğrendim artık. “para önemli değil, sevdiğim işi yapayım” ya da “siz sevdiğiniz işi yapın, sonucunda zaten size para ödemeye başlarlar başarılı olunca” tezini de artık savunamıyorum. Hepimiz aynı yer yüzünde yaşıyoruz ve asgari geçimlerimiz var. bu geçimleri sağlamak zorundayız. Evet yaptığımız her işe inanmak zorunda da değiliz. Geçimimizi sağlamak için her şeyi yapabiliriz. Çalıştığımız iş bizim kim olduğumuzu tanımlamaz. Bir profesör de, temizlik işçisi de aynıdır. İkisi de geçimini sağlamak için çalışıyor. Profesörü, mesleğinden dolayı temizlik işçisinden üstün göremeyiz. Bunu da bana bir abim söylemişti. Çok haklıydı. Bir profesör de temizlik işçisi de yapması gereken görevleri hakkıyla yerine getiriyorsa etik değerler açısından tamamen eşittir. İkisi de para kazanmak için yaptığı işi layığıyla yapan insanlardır. Ancak eğer temizlik işçisi mesai saati olmamasına, görev yeri olmamasına rağmen çevresini temiz tutuyorsa ve profesör de sadece mesai saatlerinde görevini yapıp diğer zamanlar herhangi bir konuda herhangi bir şey geliştirmiyorsa temizlik işçisi profesörden kıdem olarak öne geçer. Çünkü bir insanın vasfı, niteliği, para kazanmak için yaptığı işlerle ölçülmez. Ona dayatılan çemberin dışında uğraştıklarıyla ölçülür. Şimdi paragrafın başına geri dönelim. Aynı örneklerden devam ederek hatta. Hepimiz birer profesör ya da temizlik işçisiyiz aslında. Ancak mesai saatlerinde yaptığımız temizliği ya da araştırmayı belli kalıplarda yapma zorunluluğu bizi o meslekten itiyor ve dolayısıyla meslekle ilgili bir şey görmek istemiyoruz mesai dışında. Dolayısıyla bahsettiğimiz vasıf ve nitelikten kendimizi mahrum bırakıyoruz bıkkınlığımızla. Halbuki bana bir temizlik işçisi olarak süpürge-faraş yerine belki file kullanmama müsaade etseler, o temizlik işini daha büyük bir şevkle yapabilir, belki de o file sistemini geliştirip dünya çapında inanılmaz bir buluş haline getirebilirim. Ama hayır. Temizliğin ilkeleri, günümüze kadar gelen yazılı ve kültürel standartları bunu engelliyor. Ben de temizliğimi, temizlediğine inanmadığım süpürge-faraşla yapıyorum. Ve temizlediğine inanmadığım için de gerçekten temizlemiyor ya da süpürge-faraşla temizlenebilecek olmasına rağmen “bu aletlerle anca bu kadar temizleniyor işte, filem olsaydı böyle olmazdı” diyerek iş gücümün %100’ünü kullanmıyorum. 

Temizlik işçiliğinden memnunum ancak süpürge-faraş dayatılmasını kabullenemiyorum. 

dahası...


Düşünsene, gözünü bir açıyorsun, sana benzeyen ama senden çok daha büyük yaratıklar var etrafında. Neyin ne olduğunu kavramaya başlıyorsun, senin gibi kafası karışık yüzlerce kişi ile aynı yere tıkıyorlar seni. Eline kalem kağıt verip koşturuyorlar. Yıllar önce yapılan savaşları, ölümleri, yıkımları anlatıyorlar, kafa karışıklığın artıyor.

Ne olduğunun farkına varmadan koşuyorsun. Durduğun an tökezleyeceğin için duramıyorsun korkundan. Kitleler halinde koşuyorsun. Ne anlatırsa otorite, inanmak zorundasın, vaktin yok çünkü durup değerlendirmeye.

Eline silah veriyorlar, bir süre de silahla koşuyorsun, kalemi kağıdı bırakıp. Bir süre sonra yollar ara yollara ayrılıyor. Biri deney tüpleri peşinde koşuyor, ne olduğunu bilmeden. "İnsanlığa yarar sağlayacağım!" diyor. Yeni bir ürün için işçilik yaptığının farkında değil, kasa hep kazanıyor.

Biri spor yapıyor, yıllar önce çizilmiş çizgilerden hangisinin içinde kaldıysa/doğduysa oranın malı oluyor. Silahsız savaş, güç gösterisi için kendini paralıyor diğer çizgiler içindeki alanlara karşı. Çizgileri içerisinde yaşadığı kara parçasını kontrol eden adamı yüceltmek için çabalıyor.

Biri eline fırça alıyor, saçma sapan anlamlar yüklediği paçavraları fahiş fiyata satıp yolunu buluyor. Sorsan toplumu aydınlatıyor.

Biri kafası karışıklara yol göstermek için ayrılan yola gidiyor. Kendi kafa karışıklığını çözememiş biri olarak  önüne ne koydularsa onu gösteriyor kafası karışıklara.

Biri tepki koyuyor, hiçbir şey yapmıyor, neden hiçbir şey yaptığını bilmeyerek.

Biri "noluyo lan? Neden koşuyoruz?" diyor. Şanslıysa birkaç kişiyi etkiliyor ancak o birkaç kişi aynı fikri savunsa da düşünmüyor. Sadece cool olmak için "neden koşuyoruz?" diyen adamın peşine takılıp her söylediğini tekrar ediyor. "Neden koşuyoruz?" diyen güçlü bir kişilikse peşindeki salaklardan dolayı üzülüyor, anlaşılmadığının farkına varıyor. Zayıf ise ne oldum delisi olup ilk fikrinden çok uzaklarda, saçma sapan ego beslenmesi ile mallaşıyor.

Sonra herkes yok oluyor, tek tek ya da kitleler halinde. Kendisiyle birlikte bir çok şeyi yok ediyor beraberinde. Koşunun nereden başladığı muamma, nerede biteceği muamma. Nedeni muamma. Bu kadar çok bilinmeyenli denklemi insan beyni almadığı için, yine sorgulamayacakları kavramlar ile var ve yok oluşuna anlam yüklüyorlar. Dinler ortaya atılıyor.  Neden koştukları  sorusuna yüzeysel bir cevap verip tabiri caizse ağızlarına bir parmak bal çalıp koşturuyorlar insanları. Koşmaya teşvik edecek sebepler yaratıyorlar. Doğal seçilim gibi, yıllar geçtikçe en hızlı koşanlar hayatta kalıyor, kendinden daha hızlı koşan bireyler yaratıyorlar.

Ne olduğunu anlamadan koşuyoruz. Bizi koşturanların da neden koşturttuğunu bilmediğini biliyorum. Herkesin bir sebebi var, bahanesi var, uydurduğu anlamları var ama bu anlamlar da çok anlamsız. İnsan ırkı olarak komple aptalız ve koşuyoruz.
dahası...




Yanılgıya düştüğümüz ya da üzerine düşünmediğimiz mevzulardan birisi de icatlar ve mucitleri sanırım. Örneğin telefon. Graham Bell icat etmiştir değil mi? Mutlaka yıllarca araştırma yapmış, çalışmalar, prototipler, deneyler... Birden bire ortaya çıkmadığını hepimiz zaten biliyoruz.

Benim yaklaştığım nokta biraz farklı. O telefon, insanoğlunun, hatta evrenin oluşmasından itibaren süregelen bir birikimin eseriydi aslında. Şöyle özetleyeyim: Graham abimiz telefonda kullanılan telleri ve kabloları icat etmedi. Metalin, bakırın iletkenliğini keşfetmedi. Plastiği icat etmedi, ona şekil verme yöntemlerini, kimyasını incelemedi. Daha da irdelersek konuşmayı o bulmadı, toplumu o yaratmadı...

Yani değinmek istediğim, her keşif, her icat, evrenin varoluşundan bu yana deneyimlenen tüm olayların silsile şeklinde birbirleri ile etkileşiminden  meydana gelmekte. Buradan yapacağımız çıkarım ise herkesin bu döngüye katkı sağladığıdır. Hiçbir işe yaramadığını düşündüğünüz anlı ya da cansız varlıkların hepsi, şu anki icat ve keşiflere doğrudan ya da dolaylı olarak katılmaktadır.

Kendinize bir de bu gözle bakın, işe yaramaz olduğunuzu düşündüğünüz anlarda.

** Yazarın notu: Dünyayı da geçtim, bu evren sadece bir tane ve üzerindeki herkes eşit ölçüde hak sahibi ve paydaştır. Yapılacak ufacık bir ötekileştirme, anlaşmazlık ve çıkar hesabı her bir bireyi etkileyecektir, her bir türü. Bireysel kazanımlar farklı kitlesel yıkımlara yol açabilir. Azıcık daha bilinçle hareket edilmeli. Nacizane... **


dahası...


Rahatsızım!

- Sürdürülebilir yaşamı savunduğunu iddia edip her sene telefonunun modelini yükselten kesimden rahatsızım. Sürdürülebilir bir yaşam asgari düzeyde ihtiyaçlarını karşılama ile mümkündür, sosyal medyadan makale paylaşmak ile değil.

- Saçma sapan sitelerden "organik" ürün alarak sürdürülebilir bir yaşam sürdüğüne inanan insanlardan rahatsızım. Bir kilo domatese 10 lira vermek değildir sürdürülebilir yaşam. Ya da üzerinde Fair Trade, Organic etiketli, bilmem kaç yüz liralık ürünleri almak değildir. Böyle yaparak sadece o pazarın ekmeğine yağ sürmüş oluyorsun, duyarlı olmuyorsun. Kendi ürününü yetiştirmektir sürdürülebilirlik, kendi kıyafetini dikmektir. Görgüsüz bir hipster çakması olmaktan ileri gitmiyorsun bir ürüne organik diye yüzlerce lira dökerek.

- Evde makarna dahi yapmadığı için "çevre dostu" kafelerde 30-40 liraya organik penne arabiata yemek değildir sürdürülebilir yaşam. Üreticisini bildiğin pazar yerlerinden satın aldığın sebzeleri evinde pişirmek, eğer mümkünse o ürünleri kendin üretmektir sürdürülebilir yaşam.

- Vintage shoplardan, nam-ı diğer bit pazarlarından her bulduğunu alıp eşşek yüküyle gardırop düzmek değildir sürdürülebilir yaşam. Kaldı ki o vintage shoplardan 50 liraya aldığın ürünü sahici bit pazarlarına gitsen 3-5 liraya alırsın ama o kadar havalı olmaz değil mi? Yinelemek isterim: İhtiyacını asgari düzeyde tutmaktır sürdürülebilir yaşam, 30 farklı pantolon, 40 farklı gömlek, 100 farklı ayakkabın olması değil. Nereden aldığın hiç önemli değil, ister süper lüks mağazadan, ister vintage shoptan olsun, ihtiyacından fazla ise fazladır, aması yoktur.

- Hayvan haklarına ve sürdürülebilir yaşama inandığından dolayı vegan/vejetaryen olup da bu etiket altında açılmış lokantalara dünyanın parasını bayılmak sürdürülebilir yaşam değildir. Sadece ego tatmini için o beslenme alışkanlığını benimsemekten öteye gitmez. Sermayeye hizmet ettiğiniz sürece sürdürülebilir bir yaşam sürmüş olmazsınız. Bu sermaye sizin karşınıza Mc Donald's olarak da çıkar, vegan lokanta olarak da.

- Sürdürülebilir bir yaşam için mücadele ettiğini iddia edip sabahın ilk ışıklarına kadar bilgisayar başında oturan, kitap okuyan, bir şeyler üreten bir insanı samimi bulmuyorum. Sürdürülebilir bir yaşam için gün ışığından maksimum derecede yararlanmak gerekmektedir. Ve sen sevgili sürdürülebilir yaşam gönüllüsü insan, sabaha kadar oturup akşam üstüne kadar uyuyarak bu nimetten faydalanmıyorsun, üstüne üstlük güneşin olmadığı zaman diliminde, uyuyarak geçirmen gereken süreyi elektrik tüketerek geçiriyorsun. Hani sürdürülebilirlik? "Ama gece uyumayanlar daha zekiymiş." siktir oradan! O da palavra. Sen gecenin bir yarısına kadar feysbukta takılıyorsun, bir şey ürettiğin mi var? Ne zekiliği? Kaldı ki eğer bir şey üreteceksen de gün ışığında üret, saçma sapan şehir efsaneleriyle savunma kendini.

- Küçücük bir buruşukluk, bir karalama olan kağıdı buruşturup atmak da sürdürülebilir yaşama ket vurmaktır. Eldeki imkanları, eldeki malzemeleri azami ölçüde kullanmak, kıyafetlerini ve eşyalarını onarmak, eline geçeni çöpe atmamak hatta mümkünse hiç çöp çıkarmamaktır sürdürülebilir yaşam. Hadi çöp çıkarmadan yaşayamadın diyelim, en azından dönüştürmeye, dönüşüm kutularını kullanmaya özen göster.

Daha yazabileceğim o kadar fazla örnek var ki, yazdıkça sinirlenmeye başladım, gerisini siz doldurun yorumlarla. Yani güzel insan, sen eğer gerçekten sürdürülebilir bir yaşam için çabalamıyorsan saçma sapan bir hipster olup çıkıyorsun, sürdürülebilir bir yaşamı desteklemiyorsun. Şimdiye kadar kimse sana söylemediyse ben söyleyeyim dedim.
dahası...


Rahatsızım...

Sanatın, bilhassa sahne sanatlarının göklere çıkarılmasından rahatsızım. Tiyatrocuların, müzisyenlerin, ressamların insan üstü bireylermiş gibi gösterilmesinden rahatsızım.

Bir tiyatrocu neden su tesisatçısından üstün olmalı ki? Nedir onu ayrı kılan? İkisi de para kazanmak için mesleğini icra eden kişidir en nihayetinde. Yetenek? Tiyatro da, müzik de, su tesisatçılığı da, kaportacılık da öğrenilebilir meslek dallarıdır. Sanata gösterilmesi beklenen saygı, neden bir fırıncıya gösterilmesi beklenmez? Sadece sanat mıdır saygılı davranılması beklenen? Neden pozitif ayrımcılık yapılır sanata?

Neden bir tiyatro gösterisi çıt çıkarılmadan seyredilirken bir grafik tasarımcının kartvizit tasarımına sürekli müdehale edilir? “Sanat toplumu ileriye taşır.” Nah taşır! En azından günümüzde. Bana günümüzde toplumu ileriye taşıma amacı güden bir tane sanatçı gösterin. Ya topluma sanat yapıp pazarını orada arar ya da elitist takılıp kodaman pazarına girer. “Her şey sermaye için”dir yani. Toplum ileriye/geriye gidecekmiş, umrunda olmaz.

“Baban ölmüş olsa bile, cenazeyi kaldırıp sahneye çıkarsın.” Hasiktir oradan! Nedenmiş o? Sanatçı insan değil mi? Neden bir kuyumcu vitrinine “cenaze dolayısıyla kapalıyız” yazabiliyorken sanatçı yazamaz? Toplum geri mi kalır o gün sahne almazsa? Saygınlığı mı yiter sanatçının?

Ayrıca toplumsal bir yasta neden müzisyenler güme gider hep? Hiçbir berber dükkan kapatmazken müzisyen sahne al(a)maz. Müzik sadece vur patlasın, çal oynasın mıdır? E hani toplumu ileriye taşıyordu? Tam da böyle zamanlarda ileriye taşınması gerekmez mi toplumun?

Daha fazla uzatmayayım. Hepimiz insanız, hepimiz bir şekilde karnımızı doyuruyoruz. Bir meslek grubunu göklere çıkarırken diğerini yerin dibine sokmayalım. Bunu bir peyzaj mimarı adayı, müzikle uğraşan, edebiyatla ilgilenen ve bazen de resim karalayan bir birey olarak söylüyorum.

İşini hakkıyla yapan tüm meslek grupları eşit değerde saygıyı hakeder. Kimseyi öbürsüleştirmeyin!

dahası...


Hayat her zaman seçim yapma zorunluluğu mu sunar insana?

- İki gönlün bir olduğunda seyran olan samanlıklar, samanın Bulgaristan'dan ithal edilmeye başlanmasıyla yıkıldı.
- Çeşme başlarında buluşma da yalan artık. Her çeşme başı bir Starbucks, bir Gloria Jean's.
- Dere kenarları artık rekreasyon alanı, akbil basmadan giremezsin!
- Söğütleri hep kesmişler. Şezlonglar, şemsiyeler kiralık.
- Yollar uzun, atlar aç. Ot koymamışlar memlekette.
- "Yola çıkalım desen, yolsuzuz o başka..."
- Eğlence varmış, çalıp söyleyecekmiş insanlar. Giriş ücretine ilk bira dahil! Ala.
- Dünya, ulaşım olanaklarını kullanabilene küçükmüş. Sana, bana 10 km hala uzak.
- Sosyal çevren ya iş arkadaşlarına ya da ev arkadaşlarına indirgenmiş. Arası yok. Arası Türk Lirası.
- Dünyayı değiştirmeye kudreti olanın, ekmek almaya kudreti olmuyor. Ekmek peşinde koşanın ise başka hiçbir şeye...
- Kürkün yemeden sen yiyemezsin. Kürkün doymadan sen doyamazsın!
- Düzen adamı olmadığın sürece düzülmekten keyif almanın yolunu bulmaktan başka çaren yok.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.