Etrafımızda ne kadar çok organik ürün var. Organik sebze meyve, organik içecek, organik giyecek, organik AT! Yani bu organik ürünlerin o kadar boku çıkmış durumda ki üzerinde organik yazmayan her şeyden tedirgin olur hale geldik. Neyse benim anlatacağım şey tam olarak bu değil.

İnternette dolanırken çok farklı haberlere denk geldim. Bunlardan bir tanesi Coca Cola'nın yeni ürünü süt olacakmış(!) bildiğiniz süt ama %50 daha fazla doğal(!) kalsiyum ve protein içerecekmiş (bkz: Coca Cola'nın sütü). Aklım almıyor.

Bir başka dikkatimi çeken haberlerden biri de gerçekçi Barbie üretime geçmiş. Birkaç yıl önce haberini görmüştüm ancak bağış topluyorlardı üretebilmek için, bütçeyi tamamlamışlar ve artık raflardaki yerini almış ve çocuklardan ve velilerden gayet olumlu geri dönüşler almış (bkz: Lammily).

Bu gelişmeler gerçekten şaşırtıyor. Her ne kadar bunlar olumlu gelişmeler gibi görünse de kapitalist dünyada kâr marjı olmayan hiçbir ürünün, hele ki büyük firmalar tarafından çıkarılan, üretilmeyeceğini bilecek kadar işin içerisindeyim. Yani yukarıda yazdığım ve bir çok benzeri olan gelişmelere bakıp "vuuhuu artık büyük firmalar bile yola geldi, ne kadar da güzel, artık çevreyi, doğayı ve insanları düşünüyorlar" diyemiyorum. Hatta aklıma direkt Marka filmi geliyor. Seyretmediyseniz bir bakın derim.



Ancak şöyle de bir şey var ki insanlık algısında bir evrilme söz konusu, bunu yadsıyamayız. Bunun da temel etmeni artık bilginin tek elden dağılmaması olarak yorumlanabilir. Şöyle anlatmaya çalışayım: Büyük firmalar sanırım bükemediği bileği öpmeye başlamış. Hala algı yönetimi söz konusu, hatta bu kadar organik düşkünlüğü bile algı yönetimleri sonucunda olmuş olabilir - Marka filminde bunu çok güzel örneklendiriyor - ancak yine de sosyal medya gibi alternatif mecralar insanların artık sadece onlara sunulan değil, kendi yönelimleri doğrultusunda bilgilere erişimi sağladığından dolayı bu yönlendirme biraz daha ağır işliyorken büyük şirketlerin bu konulara kayıtsız kalması düşünülemezdi. Hal böyle olunca da artık insanlar markalara yön vermeye başlıyor gibi hissediyorum. Bununla ilgili de Punk Marketing diye bir kitap okumuştum, tavsiye ederim.

Yani demem o ki, kapitalizm bile artık müşteri talepleri doğrultusunda evrilmeye başlamış gibi sanki. Önceki "ben üretirim, sana da o ürettiğimi zorla satarım" gibi sert söylemlerini artık gönül rahatlığıyla söyleyemiyor gibi geliyor. Ve bu da tüketici olan bizlerin, aslında piyasayı nasıl da değiştirebileceğimizin bir göstergesi. Devrim insancı sönmüş her bireyin aslında bu süreçleri incelediğinde bilinçli bir toplumsal hareketle devleri bile dize getirebildiğinin farkına varabilmesi gerekmektedir.

Toplumsal değil de ekolojik açıdan gözlemleyecek olursak da bundan seneler sonra Burger King ve McDonalds gibi şirketlerin menülerini komple vegan olarak belirleriyeceği günlerin geleceğine inanmak komik olmaz sanırım.
dahası...


Bir insan size orospuçocukluğu yaptıysa, aynı hareketi ona karşı uyguladığınızda öcünüzü almaktan ziyade siz de orospuçocuğu oluyorsunuz. O yüzden ilahi kitaplar size "öç almayın" der.

Misal İncil'de "biri sizin sağ yanağınıza tokat attıysa sol yanağınızı çevirin" diye öğütte bulunur. Burada anlatılmak istenen; eğer aynı tavır ile o kişiye yaklaşırsanız öfkelendiğiniz insandan hiçbir farkınız kalmaz.

Aynısını Hz. Ali'de kendisi için sıkça uygulamıştır (Ömer de olabilir, tam hatırlayamadım şu an). Bir savaşta düşmanını tam öldürecekken düşmanı onun suratına tükürmüştür ve Ali demiştir ki "çabuk git buradan, yoksa seni kendi öfkemden dolayı öldüreceğim, yaptığımız savaştan ötürü değil."

Bu örneklerden anlamamız gereken ise hakkınızı savunmamak, sürekli kendinizi ezdirmek değil, hakkınızı ararken sevmediğiniz, kınadığınız ya da öfkelendiğiniz kişilerin durumuna düşmemektir.

Başka bir örnek daha verelim. Diyelim bir adam ya da kadın sevgilinizi ayartıp sizden ayırdı ve kendisi birlikte olmaya başladı. Bariz pislik bir davranıştır. Fırsatını bulduğunuzda siz de onun elinden sevgilisini almaya çalışırsanız siz de o pislik davranışı tekrar etmiş, o sevmediğiniz, öfkelendiğiniz insanın bir benzeri olmuş olursunuz. Dolayısıyla sizi siz yapan kendi etik değerlerinizden feragat etmiş ve pislik bir insan olmuş olursunuz.

Eğer bir olgu, düşünce, eylem yanlışsa (size göre) bütün şartlar altında yanlıştır. Yine örnekleyecek olursak; insan öldürmek eğer sizce doğru bir şey değilse (ki kimce doğru bir şeydir pek anlamış değilim) hiçbir koşul insan öldürmeyi doğrulaştıramaz.

Çok bilen, göt etmeye çalışan arkadaşlar için de ekleme yapmayı ihmal etmeyeyim ki sorabilecekleri tek soru da içlerinde kalsın. Doğanın şartları her ortamda, her koşulda geçerlidir.

Sevgilerimle
dahası...


Sosyal medyada sıkça taso, yumiyum, He-man, kaset, Barış Manço vs. görselleriyle "bunları hatırlıyorsanız muhteşem bir çocukluk geçirmişsinizdir" şeklinde paylaşımlara mutlaka denk gelmişsinizdir. Her seferinde de gözleriniz parlamıştır eğer o döneme denk geldiyseniz.


Hah işte o özlemle andığınız dönemin bir kitabı var! Hem de sadece tek bir kişinin penceresinden değil, 111 yazarın penceresinden.YÜZ ON BİR! 111 farklı kişiden o dönemi dinlemeye kalksanız başaramazsınız ancak 111 farklı kişi o dönemde kendinde iz bırakan ne varsa paylaşmış bu kitapta.

Teknik detayları da verip içeriğine göz atalım. 111 yazar, 111 öykü, 396 sayfa ve bolca hatıra barındıran bu kitap Yitik Ülke yayınevinden çıkma ve Kadir Aydemir imzası taşıyor. "Yitik Ülke ve Kadir Aydemir kimdir?" derseniz sizi şuraya alalım. Benim elimde 4. baskısı bulunmakta, hem de Kadir Aydemir imzalı! Zaten tanıdığım en bonkör yayınevlerinden Yitik Ülke. Siz yeter ki okumak isteyin, her türlü kolaylığı, güzelliği yapan bir şahıstır Kadir Aydemir.


Şimdi gelelim kitabın içeriğine. Eğer yaşınız yetiyorsa o dönemleri hatırlayın, neler yazılabilir diye, heh işte onların hepsi var. Hugo'dan Madımak'a, Teleon'dan kasetlere, Cartel, Windows 95, sanal bebek, tetris ve daha neler neler... Yaşı tutanların "anaa gerçekten lan!" naralarıyla okuyacakları bu kitapta, benim gibi yaşı ucundan tutanların (87 doğumluyum da) farkında olmadığı nice politik olayları da daha iyi anlayacaksınız. İlkokulda yaptığınız makarena danslarını hatırlayıp gülümseyeceksiniz, vatkalı ceket giydiğiniz zamanlar aklınıza gelecek ve utanacaksınız "ben bunları nasıl giymişim" diyeceksiniz. Hatta kitapta yer almayan mahalle maçlarını, o maçları mahalle aralarındaki arsalarda yaptığınızı, "organik" kavramının daha hayatımıza hiç girmediğini, ansiklopedilerin Gugıl olarak kullanıldığı zamanları ve daha neleri neleri aklınıza getirecek bir kitap. Hatta hayıflanarak "yaa ben de yer alsaydım şunu yazardım, bunu nasıl atlamışlar "dedirtecek, yazarların 90'larını okurken kendi 90'larınıza yolculuğa çıkacağınız muhteşem bir kitap. Hatta canınız sıkkın olup da eskileri sürekli yâd edenlerdenseniz eğer başucu kitabı olabilecek nitelikte bir kitap.

Tüm yayın evlerinden temin edebilirsiniz ve hatta tüm kitap sitelerinden sipariş verebilirsiniz. Hatta bence gidin kendinize bayram hediyesi olarak edinin!

Yukarıda bir link vardı. Oradan Yitik Ülke'nin tüm iletişim bilgilerine ulaşabilirsiniz.
dahası...


Kapak Tasarımı: Odunluzıkkım
Çadır kurulumunu hallettikten sonra saatin henüz erken olmasını fırsat bilerek merkezi keşfe çıktık, ayaklarımıza terliklerimizi geçirerek. Çantaları da çadıra atıp kitledik çadırı, ne olur ne olmaz.

Çarşıda tek tük insanlar vardı, çok fazla dolu değildi, sanırım tatil sezonunu henüz açmamışlardı. Sahilde oturan bir grup genç kendi arasında muhabbet ediyordu. Onlardan biraz ötede, kumların üzerine bıraktık kendimizi. Denizin sesi bir yandan, yıldızlar diğer yandan yorgunluğumun ayaklarımdan kumsala akıp gittiğini hissediyordum.

Kolumu uzattım, Dut, başını kaldırıp omzuma yakın bir yere koydu. Omzuna gelmeye başlayan kıvır kıvır saçlarını okşuyordum yıldızları seyrederken.

“Dut.”
“Emre’m!”
“Şu an mutluluktan ölebilirim.”
“Ben de” dedi boynumu öpüp. “Şu ana kadar çektiğim en güzel otostoptu ve en anlamlı.”
“Fikret Amca’lara denk gelmemiz çok iyi oldu.”
“Kesinlikle! Tamam yolun tadını çok fazla çıkaramadık belki ama çok konforlu oldu.”
“Bence yeterince çıkardık” dedim gülümseyerek, Polatlı’dan sonraki o kadın neydi öyle ya! Aklınla bin yaşa! Yoksa Afyona kadar gidecektik onlarla.”
“Kriz yönetmekte üstüme yoktur!” dedi mahsustan böbürlenerek.
“Buraya daha önce gelmiş miydin?”
“Evet, bir zamanlar bizimkilerle gelirdik, pansiyonda kalırdık” dedi, durgunlaştı. “Bir zamanlar diye başlayan cümlelerin hiç değeri yok değil mi?” dedi içlenerek.
“Nasıl yani Dut’um?”
“Bir zamanlar çok zengindik mesela, çok mutluyduk, şimdi de mutluyum ama sanki bir şeyler eksik. Her şey çok farklıydı bir zamanlar. Ne bileyim, sigara daha ucuza satılıyordu, Türk Lirasında hala altı sıfır vardı, hükümet başkaydı, Hagi Galatasaray’da oynuyordu. Sahi ne zamandı o bir zamanlar?”
“Her şeyin daha masum olduğu zamanlar olduğu kesin.”
“Biz ne zaman farkına vardık o zamanların bir zamanlar olduğunun? O bir zamanlarda Doğu Almanya var mıydı acaba hala? Sovyetler? Ne bileyim Körfez Savaşı yapılmış mıydı? Ya da Woodstock?”
“O kadar eskiye gitme, bizim bir zamanlarımız ne zamandı acaba onu düşünelim.”
“Kaçıncı sınıfa gidiyorduk acaba bir zamanlar? Okumayı sökmüş müydük? Zillere basıp kaçacak kadar boyumuz uzamış mıydı” dedi durgun bir şekilde.
“Kıyafetlerimizi hala annemiz mi seçiyordu? ‘Garson boy’ denen o saçma ölçüde miydik?”
“Okulun duvarından atlayıp kuytu köşede sigara içtiğimiz zaman mıydı acaba bir zamanlar?”
“Dersaneye diye çıkıp arkadaşlarla bira içtiğimiz zamanlar mı?”
“Ne güzel tamamlıyoruz birbirimizi ya” dedi, içi sevgi dolmuş vaziyette öptü tekrar. “Çocuk muyduk o bir zamanlar? Aklımız eriyor muydu?”
“Bu kadar ermediği kesin” dedim gülerek.
“Hiç ermeseymiş o zaman keşke.”
“Her zamanın kendine göre güzelliği var ama canım.”
“Peki o bir zamanların daha değerli, daha güzel olduğunun ayırdına ne zaman vardık sence?”
“Büyüdükçe, öğrendikçe, okudukça, dinledikçe…” ben de derin bir nefes aldım. “Gerçekten bir zamanlar ne kadar da güzeldi.”
“Bu denli kaygılarımız yoktu o bir zamanlar değil mi?”
“Evet yoktu.”
“Bir zamanlar insanları neden daha fazla seviyorduk acaba?”
“Daha fazla sevildiğimizden olabilir mi?”
“Vaay! Hiç böyle düşünmemiştim. Daha fazla sevmemizin sebebi de daha fazla seviliyor olmamız o vakit.”
“Kesinlikle. Daha zengin olmamızın sebebi de daha az ile yetiniyor olmamızdan kaynaklanıyor olabilir.”
“Büyük ihtimalle. Çünkü ufaksın, maddi hiçbir şeye ihtiyacın yok, başkasına gösteriş yapmaya ihtiyacın yok, para harcamaya ihtiyacın yok. Bakkaldan aldığın on kuruşluk meybuz bile mutlu etmeye yetiyordu. Meğer o zaman ne kadar zenginmişiz de farkında değilmişiz.”
“Tekrar o bir zamanlara dönebiliriz istersen.”
“Nasıl olacak o?”
“Zaman makinasıyla değil elbet. Biz içimizde o günlere döneceğiz. Daha azla yetinip daha zengin olacağız. Daha fazla sevip daha fazla sevileceğiz. Çünkü bir zamanların daha iyi olmasının sebebi; bizim daha iyi olmamız. Hiçbir şey değişmediği gibi aynı da kalmıyor.”
“Değil mi? Her gün aynı geçiyor sanki ama arkana dönüp baktığında her şey farklı. Bir de aynı o bir zamanlardaki gibi daha azla yetiniyoruz! Bak otostopla geldik buraya, çadırda kalıyoruz” dedi gülümseyerek. “çok daha az paraya tatil yapıyoruz, çok daha zenginiz. Çok daha fazla seviyorum” dedi tek koluyla sarılarak.
“Çok daha fazla seviliyorsun” dedim başından öperek.
“Bir şeyler mi yesek canım? Acıkmaya başladım sanki.”
“Yolluklarımız da duruyor hala ama o kadarlık hovardalığımız olsun” diyerek doğruldum yerimden. Dut’un da elinden tutup bir hamlede kaldırdım.

Elele arka sokakta bir lokanta bulup oturduk, fiyatları fena değildi, etsiz yemekleri de vardı. Karnımızı doyurup çaylarımızı da içtikten sonra etrafta kısa bir gezintiye çıktık. Ara sokaklarda gezerken birkaç köpeğin uzaktan bizi izleyip çoğalarak peşimize takılmalarından tedirgin olarak, daha fazla insanın bulunduğu çarşı kısmına doğru seri adımlarla geri döndük. Bulduğumuz açık büfelerden birinden uygun fiyatlı bir şarap alıp kamp alanımıza dönmeye karar verdik. Ankara’dan daha pahalıydı aldığımız şarap ama tatil yöresi olduğundan hoş gördük, çok da fazla fiyat farkı yoktu zaten.

Aheste aheste çıktık kampa giden yokuşu. Aslında kamp alanında da güzel ortam varmış. Yaşça büyük amcalar tavla oynuyor, kadınlar ellerinde el işi, muhabbet ediyorlar. Yaşça genç olanlar bir yerde toplanmış muhabbet ediyorlar. Aşıklar tepeden denizi izliyorlar. Çarşıya fuzuli inmişiz.

Çadırımızı nispeten insanlardan uzağa kurmuştuk, çok ayrı değil ama hemen diplerinde de değil. Daha rahat ederiz diye düşündük, ne onların sesi bize gelir, ne bizimki onlara.

***

Çadırın kilidini açıp içeri girdiğimizde, önce çantalarımızı sağa sola iteledik ki ortada bize yatacak yer olsun. Matlarımızı altımıza yerleştirdik. Uyku tulumlarını boydan boya açıp tekini altımıza serdik, diğeri ise kenarda, üzerimize örtmek için hazır bekliyordu. İki kişi için oldukça genişti çadır, tavan ise dizlerimizin üzerinde durduğumuzda hala bir miktar boşluk bırakıyordu. Yanyana sırtüstü uzanıp bulunduğumuz anı, tatilde olduğumuzu idrak etmeye çalıştık. Dut ile birlikte tatile çıkmıştım, çadırda kalıyordum, tepemde ağaç dalları, onun da üstünde yıldızlar. Altımda toprak, karşımda deniz ve mis gibi hava. Yaşadığımı hissediyordum. Kolumu yastık yaparak Dut’a doğru döndüm, o da bana döndü aynı vaziyette, konuşmadık. Gözlerini kapayarak dudaklarıyla bana doğru hamle yaptı. Ay dolunaydan bir önceki gündü, yapay aydınlatmalar olmadan da aydınlanabiliyorduk. Dut’un hamlesini gördüm ve artırdım, elimi beline dolamıştım bile. Artık dudaklarımız ve dilimizle birlikte ellerimiz de birbirimizin vücudunda geziniyordu. Hiç acele etmedik, yavaş yavaş öpüşmemize devam ettik.

Üzerimizdeki kıyafetleri bir bir sıyırarak nefessiz kalıncaya kadar öpüştük. Nefes
nefese dudaklarını dudaklarımdan çekerek kasık ve karnımın arasında bir bölgeye oturdu Dut, nefesini dengeledikten sonra fısıldayarak konuşmaya başladı; “Beni seviyor musun?”
“Sana bayılıyorum!”
“Neyime?”
“Saçlarına” diyerek parmaklarımı saçlarında dolaştırdım. “Kaşlarına, gözlerine, burnuna, çenene, yanaklarına, gamzene…” parmaklarım yüzünün her yerinde dolaşıyordu. Gözlerini kapatıp bu ayine ortak oldu. Kendime doğru çekip bir öpücük daha aldıktan sonra “dudaklarına” dedim, gülümsedi. “Gülüşüne.”

Ellerim, yüzünden aşağıya doğru kayıyordu, “boynuna, omuzlarına” diye ellerimi gezdirirken huylandı, başını gülümseyerek yana doğru, elimin üstüne yatırdı, “göğüslerine ve uçlarına…” Kavradığım göğüslerinin uçlarını baş ve işaret parmağımla nazikçe sıktım. İçini çekip titrediğini hissettim. Gözlerini kapayıp dudaklarını diliyle ıslattı. Ellerimi iki yandan beline doğru kaydırırken derin bir nefesle göğsünün şiştiği görünebiliyordu, dudaklarını ısırarak lafımın devamını bekledi. “Beline...” Ellerimi, iki yanımda, dizleri kırılmış vaziyette duran bacaklarında, önce yukarıdan topuklarına kadar, oradan da kalçalarına kadar gezdirdim, “bacaklarına...” Tüylerinin diken diken olduğunu hissedebiliyordum ellerimin altında. Kalçalarını sıkarak kendime doğru çektim, dengesini kaybedip göğsü göğsüme yaslandı, on santimetre mesafeden gözlerimin içine bakıyordu, “kalçalarına” dedim, biraz daha sıkarak. Gözlerini zevkle kıstı ve dudakları aralandı, başını, omuz ve başımın arasına koyarak kulak mememi dudaklarının arasına alarak derin bir nefes verdi “onları ben de seviyorum” dedi gülerek. “O kadar şeyi ne ara sevdin?” dedi şaşırmış bir ses tonuyla, cevabımı beklemeden de dudaklarını benimkiyle kenetledi. Dillerimiz, o dar alanda dans ederken üzerimizdeki son çaputlardan da kurtulduk, yalın bir halde aşkın doruklarına doğru yola çıktık, telaşsız bir acelelikle.

Ne kadar süre birlikte olduk hatırlamıyorum, ikimiz de bitkin düştüğümüzde Dut göğsümde yatıyordu, ben de saçlarıyla oynuyordum. Kalp rtimlerimiz biraz dengelenince çadırın kapısını biraz araladım, dışarıda kimse görünmüyordu. Bir tane sigara çıkardım, sırayla birer nefes alarak tükettik, araladığım boşluktan da külleri silkiyordum. İzmarite vardığımızda da çadırın hemen önüne, söndüğünden emin olana kadar bastım izmariti, ardından da ertesi gün çöpe atmak şartıyla olduğu yere bıraktım. Kapıyı, duman komple dışarı çıkana kadar, içerisi görünmeyecek şekilde aralık bıraktım, sonrasında ise tamamen kapayıp ilk doğduğu vaziyette beni hayran hayran izleyen Dut’un yanına çıplaklığımı giyinmiş bir şekilde uzandım. Giyinmemeyi kararlaştırdık, o şekilde uyku tulumunu üzerimize alarak sarılıp uykunun kollarına bıraktık kendimizi.
***

Çıplak uyuma fikrinin kötü olduğunu, sıcaktan uyandığımda idrak ettim. Tamam gölgedeydik ama teri emecek kıyafetler olmayınca yapış yapış olmuştum. Uykucu Dut Hanım bile yüzünü buruşturuyordu sıcaktan, tulumu nereye atacağını şaşırmıştı. Bacağına elimi attım, terden sırıl sıklam olmuştu, ben de aynı şekildeydim.

“Dut” dedim boynundan öperek.
“Emre git!” diyebildi gözünü açamayarak.
“Dut kalk, eriyip gideceğiz burada, gidip suya falan girip serinleyelim.”
“Off, kim dedi böyle uyuyalım diye!” diye söylene söylene uyandı.
“Tabii ki sen, sivri zekalı sevgilim.”
“Mayom neredeydi benim? Ya bu ne sıcak!”
“En azından bir penye ve şort olsaydı üzerimizde böyle olmazdı, aslında o kadar da sıcak değil ama içerisi saunaya dönmüş!”
“Şu çantamı verir misin canım” dedi bezgin halde. O sırada ben de kendi çantamdan mayomu bulup geçirdim kıçıma. Üzerime de bir t-shirt ve plaj havlusuyla attım kendimi çadırdan dışarıya, Dut’un giyinmesini bekledim. Geceden kalan izmarit sözümü dinleyip beni bekliyordu, çöpe gitmek için. İzmariti yerden alıp çöpe götürdüm, geldiğimde Dut bikinisini giymiş, üzerine de kendine epey büyük gelen bir t-shirt geçirmişti. Büyük sayılabilecek plaj çantası da kolundaydı. Ayağında turuncu parmak arası plaj yerlikleri vardı, çiçekli plaj havlusu, saçlarını topladığı bandajı ve mavi camlı, yuvarlak çerçeveli gözlükleriyle az önceki sitemkâr halinden eser yoktu.
“Ben hazırııım!” dedi olanca neşesiyle.
“Dut! Beyaz peynir gibisin” dedim, biraz dalga geçerek.
“Sanki ilk kez görüyorsun” dedi omzuma alışıldık şaplağını vurarak. “Bir daha çadırda çıplak uyumak yok, ölüyorum sandım!”
“Sen bunu yine de yüksek sesle söyleme” dedim gözümle etrafı göstererek.
“Tamam hadi gidelim” dedi koluma girerek. Sahile doğru yol aldık.

Tıklım tıklım dolu olmasa da hatrı sayılır insan vardı plajda. Bu insanlar gece nereye kayboluyor diye düşünmeden edemedim. Güneşin doruğa ulaşmasına hala vakit vardı, erken uyanmıştık. Havlularımızı serdik, çantayı da üzerine bırakıp üzerimizdekileri çıkardık.

“Dut.”
“Efendim sevgilim.”
“Bikinin sana küçük mü geliyor?”
“Nasıl yani?”
“Göğüslerin sığmıyor sanki, kıçının yarısından fazlası da dışarıda gibi.”
“Ne alakası var Emre? Tam geliyor işte.”
“Yenisini alalım mı?”
“Emreee!”
“Tamam demedim bir şey.”

Etrafa göz gezdirdim, bize doğru bakan yoktu. Yalnız Dut’un bikinisinin yanlış bedende alındığını düşünüyordum hala. Omzunda askısı yoktu bikinisinin, göğüsleri de ortalamanın biraz üstünde olunca tam olarak kapatmadığını düşünüyordum. Bikinisinin altı da aynı şekildeydi, bence oldukça küçüktü. Gereksiz kıskançlık yaptığımı düşünmüyordum.

“Kıskandın mı sen?” dedi gülümseyerek.
“Ya ama baksana, tangadan biraz hallice altındaki.”
“Abartma!”
“Göğüslerinin de sadece uçları kapanıyor.”
“E yuh ama Emre.”
“Ne?”
“Plajdayız sevgilim, ayrıca abarttığın gibi de değil bikinim.”
“Tamam, söylediğin gibi olsun. Hadi girelim şu suya, en azından içeride dikkat çekmez” dedim biraz burutarak.
“Emreee!”
“Ya tamam, hadi.”

Dut’un gönlümü alma ve bikinisinin küçük olmadığına ikna etme çabalarıyla denize kadar vardık. Su dizlerimize kadar gelince bir ürperti geldi, su serindi. Dut’un beni suya düşürme çabaları boşa çıkınca eliyle ıslatmasının karşılığını, kendisinin suya düşmesiyle ödedi. Sonrasında ise suyun yavaş yükselmesiyle epey bir mesafe yürüyerek devam ettik.  Ayaklarımızın hala suya değdiği, yoğunluktan biraz ileride kendi kendimize şakalaşıyorduk. İnsanların bizimle ilgilenmediğini farkedince uzun bir öpücük aldı Dut.

“Aman da kıskanır mıymış sevgilisini” dedi şımarık bir şekilde.
“Kıskanırım tabi, bikiniye baksana” dedim. Elimi, bir çoğu açıkta olan kalçasında gezdirerek. “Hele şunlara bak” dedim göğüslerini sıkarak.
“Ne varmış bunlarda?” dedi, bikinisinin üstünü suyun içinde aşağıya indirerek.
“Lan kapat!” diye telaşlandım bir an, elim ayağıma dolanmış vaziyette etrafa bakarak. Dut ise bir taraftan kahkaha atıyor, bir taraftan da üstünü düzeltiyordu. O kadar eğlenmişti ki bu durumda, kahkahası uzun süre dinmedi. Elini kasığımda gezdirmeye başladı. “Dut n’apıyorsun?”
“N’apıyormuşum?”
“O kadar insan var!”
“Kimse bizi görmez, telaş etme.”
“Çabaların da nafile, söyleyeyim. Suyun kaldırma gücü bu alanda işe yaramıyor. Serin olduğu için sertleştirmek için epey çaba serfetmen gerekecek.”
“Acelem yok” dedi, uğraşmaya devam ederek.
“Dut!”
“Gördün mü, azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz” dedi gülerek. Emeline ulaştığında ise kollarını boynuma, bacaklarını da belime doladı. Başta biraz sendelesem de dengeyi kurmayı başardım. Dut’u öpmeden önce etrafa baktım, bizim tarafa bakan kimse yoktu, ben de kendimi dizginlemeyerek Dut’u kalçalarından tutup dengemizi sağladıktan sonra şehvetle öpmeye başladım.

Denizden çıkıp kendimizi kumlara attığımızda Dut hala sırıtıyordu, ben ise kıpkırmızı kesilmiştim. Birilerinin bizi görüp görmediğinden endişeliydim. Neyse ki garip bir bakış yoktu bizim tarafa doğru. Dut’un kaldırdığından dolayı övündüğünü indirene kadar denizden çıkamamam Dut’un asıl sırıtma sebebiydi.

Su mu yoksa Dut mu yordu bilmiyorum, sahilde yattığımda çok yorgun hissediyordum. Zar zor ayağa kalkıp bir buçuk litre su alıp geldim. Şişenin soğukluğunu alnımda biraz aldıktan sonra Dut’tan intikam almak için sırtına yapıştırdım şişeyi. Çığlık çığlığa ayağa kalkıp üstüme atladı Dut. Kısa bir boğuşmanın ardından Dut’u altıma aldım, ikimiz de soluklandık, daha fazla yanmamak için kremlenmemiz gerekiyordu. Önce Dut beni, ardından ben Dut’u kremledim. Mevzu erotik bir hal alacakken kendimize hakim olduk. Nedense birbirimize sadece aşkla dokunabiliyorduk.

Üç ay önce beni sarhoş halimle evine taşımasından bu zamana kadar geçen sürede biz nasıl bu hale gelmiştik? Rüyada gibiydim Dut’la geçen her günde. Yanımda yarıçıplak uzanan bu kadını aramışım ben meğerse yıllarca, -miş’li geçmiş zamanlarımda, -di’li geçmiş zamanlar yaratmak için ve zamanı yaratmak için önümde bir ömür uzanıyordu, böyle hissediyordum. Dut’un da benimle birlikte Viyana’ya gelecek olması, hayatımda aldığım en güzel haberlerden biriydi.

Yeterince kızardıktan sonra acıktığımızı hissederek kalktık güneşin altından, zaten birazdan güneş en tepeye varacak ve haddimizden fazla kızaracaktık. Fazla para harcamamak için kamp alanında yapabileceğimiz birkaç şey alıp çıktık kamp alanına. Peynir, karpuz, ekmekle yaptığımız ufak bir atıştırmadan sonra komşuların hamağını gözümüze kestirip müsaade isteyerek uzandık. Birkaç saat uyukladı Dut, ben de yanımda getirdiğim kitabın sayfalarını çevirdim huzurla. Daha ne isteyebilirdim ki? Kolumda Dut, altımda hamak ve elimde sevdiğim romanlardan birisi… Ne kadar süre o halde yattık bilmiyorum ama güneş etkisini epey yitirmişti Dut gerinerek gözlerini açtığında, batmasına ise hala iki – üç saat vardı. Yerimizden kalkarak komşulara teşekkür ederek ellerimizdeki fazlalıkları çadıra koyup güneşi batırana kadar kamp alanını gezmeye karar verdik. Ağaçların ihtişamı gözlerimizi kamaştırdı, hele ki iğne yaprakların arasından görünen deniz çok daha etkiledi bizi. Yürünmekten patika halini almış birkaç rotayı takip ettik, bizi denize açılan merdivenlere götürdü. İnanılmazdı! Derme çatma daş merdivenlerden, etrafı tamamen yeşilliklerle kapalı küçük bir koya ulaştık. Hatta bir havuz merdiveni bile vardı. O küçücük pencereden denizi seyrettik bir süre, hava kararmaya yüz tutunca da çadırımızın yolunu tuttuk.

Bittiiii, dahasını yazdıkça ekleyeceğim artık ^_^

dahası...


İkimizde de orta boy sırt çantaları, birer tulum, yollukların olduğu ufak çanta Dut’ta, çadır bende çıktık yola. Saat altıyı biraz geçiyordu, taksiyle Kızılay’a vardık. Gün boyu gereken enerjimizi yürüyerek harcamayalım diye ilk tatil bütçemizi taksiye kullandık.

Ormancı’da çay ve poğaça ile kahvaltımızı yaptık, otobüsler altı buçuk – yedi gibi gelmeye başlıyordu. Telaşımız da olmadığı için iki çay içmenin çok vakit kaybettirmeyeceğini düşündük. Dut’un aklına uyup ben de rengarenk giyindim, dikkat çekmek için. Üç haftalık sakallarım da eklenince bu ahenge, resmen yetmişlerden fırlayan iki bitli turist görüntüsü çiziyorduk. O dönemde hippilere bitli turist denmesi, ilk duyduğum zamandan beri komik geliyor. Banyo yapmadıkları ve taranmamış saçlarından dolayı sanırım bu yakıştırmayı yapmışlardı, kim bilir, belki gerçekten bitlilerdi. Başımdaki geniş şapka, Dut’un başındaki bandana ile gerçekten dönem dizilerinde oyuncu olabilirdik ama böyle pek bir sevimli olmuştuk. İkimizde de kapriler, rahat spor ayakkabılar, renkli tişörtler ile hem ilgi çekici hem de güven verici duruyorduk. En azından zararsız, korkulmayacak.

Çaylardan son yudumları da alıp, hesabı ödedikten sonra saat yedi sularında “vira bismillah!” diyerek kalktık iskemlelerimizden. Durağa doğru giderken birer sigara daha yaktık. O kadar keyifliydik ki ayaklarımız yere basmıyordu neredeyse, heyecan da cabasıydı. Durağın hemen arkasındaki büfeden yedek birer sigara daha aldık. O kadar içmezdik muhtemelen ama olur da Akyaka’ya varmamız uzayacak olur, gece dışarıda kalacak olursak diye tedbir aldık. Yanımıza 1,5 litrelik de iki tane su almayı ihmal etmedik. Her şeye hazırlıklıydık. Hiç araç bulamamaya bile ya da bir haftada gideceğimiz yere varmaya. Bize göre hava hoştu, maksat tatil yapmak, sahilde güneşlenmek, yüzmek falan değildi, beraber yolculuğa çıkmaktı.

Saat yedi buçuğu biraz geçe geldi otobüs, beklediğimden daha kalabalıktı. Kartları basıp arkaya doğru ilerledik, ortadaki geniş alana çantalarımızı ve tulumları koyup hemen yanıbaşındaki koltuklara oturduk. Otostop mu yoksa Dut ile yola çıkmak mı sebebini bilmiyordum ama kalbim olması gerekenden hızlı atıyordu. Hiçbir şey konuşmadan kat ettik tüm yolu. Ben pencereden dışarıyı izledim, Dut da başını omzuma koyup kestirdi biraz, uykusunu iyi alamadı sanırım, erken kalkmaya alışık değildi zira.

Eskişehir Yolu’ndan sapacağı sırada Dut’u da uyandırdım, indik otobüsten. Biraz sersemlemiş gibiydi Dut, gözleri mahmur. Büyükçe bir alışveriş merkezinin karşısında indik, işlek sayılabilecek bir noktaydı. Çantaları yere koyarak birer sigara yaktık önce, izmaritlere orantısız güç uygulayıp ayaklarımızın altında ezdikten sonra ilk olarak Dut kaldırdı elini, ardından da ben. Dut ile nizamiyeden çektiğimiz otostoplar olmuştu ama bu bambaşkaydı. Aslına bakarsan tüm prensip aynı ama yol daha uzundu.

Yaklaşık bir buçuk saat otostop çektik, dokuz araç durdu ve hepsi de Yaşamkent tarafına ya da yeni açılan alışveriş merkezine gidiyorlardı. Kaç sigara tükettik hatırlamıyorum, suyun tekini de bitirmek üzereydik. Umudumuzu kaybetmemiştik ancak biraz yorulmuş ve sıkılmıştık. O sırada Dut’un aklına dahiyane bir fikir geldi. Havlu! Evet ya, biz bunu nasıl düşünememiştik? Otostopçunun olmazsa olmazıydı.

***

Havluları omzumuza ardıp galaksiler arası otostop çektiğimizle ilgili geyik yaptığımız sırada yaklaşık on yaşlarında bir araba durdu. Spor bir modeldi, içinde de takım elbiseli, yaşı henüz otuz bile olmayan genç bir eleman vardı.

“Hangi galaksiye gençler?” diye seslendi, arabanın camını indirip. O sırada hepbir ağızdan kahkaha attık.
“Yaklaşık 700 ışık yılı uzakta gideceğimiz yer” dedi Dut, “sen ne tarafa?”
“Polatlı’ya gidiyorum, işinizi görür mü?”
“Görmez mi!” diye atladım. Eleman arabadan inerek çantaları bagaja koymamıza yardım etti, sonrasında ise ben öne, Dut arkaya olmak üzere araçtaki yerimizi aldık. İkimiz de arkaya otursak hem adama güvenmiyor gibi hem de şoför muamelesi yapıyor gibi olacağından böyle bir oturma düzeni ayarladık. Daha önce çalışılmış konuydu tabii ki bu.
“Tam olarak ne tarafa gidiyorsunuz?”
“Akyaka” dedim gülümseyerek.
“Ulan öğrenci olmak vardı şimdi. Biz de üniversitede çekerdik otostop, öyle uzun yola gitmedim hiç ama yine de keyifliydi. Muhabbet ede ede varırdık okula ya da şehir merkezine, toplu taşımadan daha cazipti. Öğrenci olunca bir de, paran cebine kalıyor, o kısmı daha keyifliydi tabi” dedikten sonra tekrar gülüşmeler geçti aramızda.
“Sen ne iş yapıyorsun?” diye sordu Dut, elemanın lafı bitince.
“İlaç firmasında çalışıyorum, Polatlı’ya da sipariş almaya gidiyorum.”

Polatlı’ya varana kadar neredeyse hiç susmadık, çok kafa birisi çıktı eleman. Yolda da Led Zeppelin açtı, keyifli keyifli tükettik yolu. Acele de etmedi varmak için, bizim araç bulmamızdan daha çok ihtiyacı varmış yolcu bulmaya sanırım. Çok sıkıldığını anlattı işten, hatta “hadi ben de geleyim, siktir edeyim işi, altımızda araba da var” dedi ama yapamayacağını o da biliyordu. Yol üzerinde uygun bir benzinlikte bıraktıktan sonra arkamızdan imrenerek baktığını gördüm. Sevgilisinden de yeni ayrılmış, bizi böyle görünce daha bir hüzünlendi adam başlarda, dert yandı kısa bir süre, sonrasında da muhabbetin akışına bıraktı kendini.

Yolculuğumuzun ilk aşamasını tamamlamıştık, bunun haklı gururunu yaşıyorduk. Arabada kırk beş dakika boyunca sigara içemediğimizden yaktık birer tane, iner inmez. Yolu gözledik biraz, geçen araçların nerede durabileceğine bakıyorduk. Işıkların yakınındaydık ancak tam da transit geçiş noktası olduğundan dolayı araçları burada durduramazdık, biz de çantaları sırtlanıp yürümeye başladık Eskişehir yönüne doğru. Trafiğin nispeten durulduğu, büyük arsaların yanında bir yer bulduğumuzda çantaları indirip omzumuzda havlularla otostop çekmeye başladık. Saat 11:00’e geliyordu, önümüzde de uzunca bir yol vardı. Yanımda Dut olduğu sürece hiçbir şey sorun değildi ancak hava karardığında ne yapmamız gerektiğini bilmiyordum.

Yarım saat boyunca sadece bir tane araba durdu, onda da bizden bile genç olduğunu sandığım üç tane eleman vardı, tiplerini beğenmediğimizden yolladık, zaten altlarındaki araca bakınca uzun yola gitmedikleri de belli oluyordu. Onlardan beş – on dakika sonra bir tane çift kabin kamyonet durdu, o da gideceğimiz yöne gitmiyordu. Biz de birer sigara daha yakıp aheste aheste otostoba devam ettik.

“Emre!”
“Efendim canım.”
“Sen ne ara başvurunu falan yaptın? Kimse son ana kadar bilmiyormiş gibiydi.”
“Seninle tanışmadan önce.”
“Peki bana neden hiç söylemedin? Hadi beni bırak, kimseye söylememişsin.”
“Sormadılar” dedim gülerek, “şaka bir tarafa, ben neredeyse unutmuştum bile başvurduğumu. Umutsuzca ve öylesine bir başvuruydu, olumlu ya da olumsuz bir yanıt gelmeden söylemeyeyim dedim kimseye. Hani sonuçta olur ya da olmaz, maskara olmak var işin ucunda.”
“Neden maskara olasın?”
“Ya ne bileyim, öyle düşündüm. Seninle Viyana konuşmasını yaptığımız gün önkayıt yapmaya hak kazandığımı bildiren bir mail aldım. O günkü durgunluğum da ondandı. Hiç beklemediğim için yıkılmış gibiydim o gün, zaten seninle tanıştığımdan beri günlerin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Dolayısıyla okula başvurduğum da aklımdan çıkmış gitmiş. Kabul edildiğimi öğrenir öğrenmez de ilk seninle paylaştım.”
“Hımm, neyse, zaten ben de geliyorum, değişen bir şey olmaz” dedi gülümseyerek.
“Sen geliyor olmasaydın ben nasıl dayanırdım bilmiyorum.”
“Nasıl yani?”
“Vazgeçmeyi düşünmeye başlamıştım. Sen bir taraftan, arkadaşlar bir taraftan, bırakıp gitmek çok zor gelecekti. Tamam, bizimkileri burada bırakıp gitmek hala içimi buruyor ama sen de geldiğine göre, dayanması çok daha kolay olacaktır.”
“Ee sen ayarladın mı her şeyini? Nerede kalacaksın? Yer, yurt falan?”
“Yok daha bakmadım onlara, internetten araştıracağım, sen?”
“Bizimkini okul ayarlıyor, sıkıntı yok bende. Senin orada tanıdığın vardı, yanında çalışacağın, ona sorsan?”
“Şu tatili bitirelim de hepsini ayarlayacağım canım.”
“Oradaki yurt sistemi de bizimkilere mi benziyor acaba?”
“Bilmem gid…”
“Gençler, ne tarafa?” diye bir ses duyduk, lafım yarım kalmıştı. Elimiz havada konuşmaya dalmışız, gelen arabayı bile görmedik.

Saçları kırlaşmış ama genç görünen bir adamla, yine aynı şekilde bakımlı, en fazla otuz yaşında gösteren bir kadın vardı. Gayet güler yüzlüydüler. En fazla altı – yedi yaşında bir aile arabaları vardı, görünüşe göre onlar da tatil sezonunu açmışlar. Antalya yönüne gidiyorlardı. Bu da Afyon’a kadar beraber gidebilecekleri anlamına geliyordu. Bagajda sadece tek çanta için yer olduğundan diğer çantaları kucağımıza alarak oturduk arka koltuğa.

“Ne konuşuyordunuz hararetli hararetli?” dedi gülerek kaptan şoförümüz, “kornaya basacaktım biraz daha duymasaydınız.”
“Önümüzdeki sene Viyana’da okuyacağız da ikimiz de, onunla ilgili konuşuyorduk” dedi Dut olanca sevecenliği ile.
“Viyana ha?” diye araya girdi şoförün eşi, “geçen sene tur ile gitmiştik oraya, muhteşem bir yer. Her yer tarihi bina…” diye başlayan uzun bir Viyana muhabbetine girdik. Ardından yaptıkları seyehatler, eğitim, evlilik hikayeleri…

Her ne kadar muhabbet başlarda hoş olsa da, gitgide sadece kadının kendini methetmesine dönüştü. Bir sürü şehir gezmişler, yok Milanoda çok güzel butikler varmış, Londra Soho’da çok güzel kahve içmişler, Barselona’daki katedral çok güzelmiş, Paris tam bir aşıklar şehriymiş… Anlattı da anlattı. İnsanın ses tonundan bile gerçekten paylaşmak için mi yoksa gösteriş yapmak için mi anlattığı belli olurdu ve bu kadın kesinlikle paylaşmak için anlatmıyordu. Çok büyük ihtimalle yakın çevresi kadının bu muhabbetlerinden sıkılmış ve artık gezi maceralarını dinlemiyordu ancak kadının içindeki önlenemez hava atma isteği doyuma ulaşmamış olacak ki ilk bulduğu kişilere akıtıyordu zehrini.
Eşi de anlamış olacak ki sıkıldığımızı, karısına kaş, göz, öksürük ve imalarla durmasını işaret ediyor fakat kadını dizginleyemiyordu. Diyalog olarak başlayan muhabbetimiz, kadının monologuna dönüşmüştü. Dut’un patlamak üzere olduğunu farkettiğimde sağlı sollu dinlenme tesislerine gözüm ilişti. Sivrihisar’da olmalıydık. Şoförün mola vermeye hiç niyeti yoktu. O sırada Dut’un yakarır gibi sesini işittim: “Zahmet olmazsa bizi sağda, Şoförler Cemiyeti’nin dinlenme tesisinde bırakabilir misiniz?” Hepimiz donakaldık. Dut’a baktım ama gözlerini kaçırdı. “Arkadan başka arkadaşlarımız geliyor otostopla da, burada buluşacaktık bu saatlerde” dedi telefonunu gösterip. Ömrümde tanıdığım en zeki ve pratik insanlardandı Dut. Bu arabadan ben de kurtulmak istiyordum lakin hiçbir planım ya da fikrim yoktu nasıl yapacağıma dair.

Çantayı aldık bagajdan, sevecenmiş gibi davranıp vedalaştık adını bile sorma tenezzülünde bulunmadığımız yol arkadaşlarımızdan. Cebimden telefonu çıkarıp saate baktım, 13:00’a geliyordu. Havanın kararmasına yedi saatten fazla vardı ve tek seferde gitsek beş buçuk – altı saatte tüketirdik yolu. Dut’un “üzerimizden şu kadının enerjisini atalım” teklifini, sanki teklif etmesini beklercesine kabul ettim. Çantaları yüklenip dinlenme tesisine doğru yürümeye başladık. Her ne kadar tesise giren yolun kenarında indirseler de çimlerin üzerinden kestirme bir şekilde benzinlik ve hediyelik eşya satan, yemek yenen kısımların arasından tuvalete ulaştık, Dut’un ihtiyacı vardı. Çantaları yemek yenen kısmın verandasında bulunan masalardan birine bıraktık, ben de oturup Dut’u bekledim. Geldiğinde çaylarımızı ısmarlayıp yolluk bisküvilerimizden atıştırmaya başladık.

Uykusuzluk gözümüzden akıyordu, kadının çenesi de iyice bezdirmişti ikimizi de. O sırada yanımıza küçük bir kız çocuğu geldi, 6 yaşlarında, kıvırcık, sapsarı saç, masmavi gözlerle gülerek geldi yanımıza. Dut çocuklarla çok iyi anlaştığından hemen kucağına alıp konuşmaya başladı “annen nerede, burada ne yapıyorsun?” diye, hemen arka masamızdaymış ailesi, o da öylesine geziyormuş. Göbekli, bıyıklı, saçları seyrelmiş, tam bir aile babası gülümsedi önce, önlerinde evde hazırladıkları saklama kabına konmuş yolluklarını yerken. Altında kendine eğreti duran bir sürü cebi olan bir şort ve mavi, askılı üstüyle tam bir günübirlikçi izlenimi veriyordu. Karşısında oturan eşi ise kaprisi, yarım kol bir tişörtü, kısa kesilmiş saçları ile tam bir tatilci anneydi. 10’lu yaşlarında bir kız çocuğu daha vardı yanlarında, yaklaşık onbir yaşında olmalıydı. O, anne ve babasına nispeten daha süslüydü.

Masalarına davet ettiler, ufaklıkla beraber icabet ettik masalarına, biz de azığımızı koyduk ortaya, birlikte yiyip içtik yarım saat kadar. Muhabbet ise gırla gidiyordu. Marmaris’e, bacanağın yanına, yazlığa gidiyorlarmış. Her sene tatillerini aynı döneme denk getirerek ailecek tatil yaparalarmış. Bizim otostop çektiğimizi öğrenince önce bir cıklamalar geldi, “yavrum tehlikeli değil mi?” gibilerinden de telkinler. Yine de anlayışlıydılar, özellikle Fikret Amca; “bırak çocukları gençliklerini yaşasınlar hanım” dedi eşi Vasfiye Teyze’ye. Tam onları uğurlayacaktık yollarına, “e biz de aşağı yukarı aynı yere gidiyoruz, gelin beraber gidelim” dediler, rahatsız etmek istemediğimizi söyledik ama yeterince yerleri varmış, minibüsle çıkmışlar yola. En arka koltuklar boşmuş.

Arka koltuktaki birkaç eşyayı da bagaja koyarak başladık işe. Bizim çantaları da attık, tıka basa doldu bagaj. Yolun ilk yarım saatinde Ezgi ve Esra ile ilgilenip Fikret Amca ve Vasfiye Teyze ile muhabbet ederek geçirdik. Ezgi’nin canayakınlığını zaten yanımıza gelmesinden anlamıştık, Esra ona nazaran biraz daha kaprisli olsa da beraber şarkılar söyledik, Ezgi’nin oyuncaklarıyla oynadık. Yolun dinginliğine daha fazla dayanamayan kızlar sızdı ister istemez. Biz de göz kapaklarımızı zor açık tutuyorduk. O sırada Fikret Amca imdadımıza yetişti; “gençler siz de uyuyun isterseniz, ben yaklaşınca uyandırırım sizi” dedi babacan bir ses tonuyla. Teşekkür ettikten sonra Dut başını omzuma koydu, ben de onun başının üstüne, elele tutuşarak kendimizi uykunun derinliğine doğru batmaya bıraktık.

Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum, Dut kucağıma yayılmış, başını dizime koymuştu. Gözlerimi araladığımda hava alacakaranlıktı, güneş batmaya yüz tutmuştu. Ezgi ve Esra da ağızları açık bir şekilde uyuyorlardı. Gülümsedim. Yol atımızdan kaymıyordu, motor çalışır vaziyetteydi. Fikret Amca kafasını camdan sarkıtarak biriyle konuşuyordu. Gözlerimi ovuşturarak Dut’u kucağımdan kaldırıp Fikret Amca’nın yanına kadar gittim, Dut hala uyukluyordu.

“Hayırdır Fikret Amca?” dedim konuşması bitince.
“Heh uyandınız mı çocuklar? Ben de sizi uyandıracaktım, geldik Akyaka’ya” dedi yorgun sesiyle.
“Nereye?” dedim anlamayarak, uyku mahmurluğunu üzerimden atamamıştım.
“Akyaka yavrum, şu yokuşun aşağısı çarşı. Sizi orada bırakacağız, oradan sahile inip sağa doğru yürüdüğünüzde bungalovlarlar varmış, ister orada kalın, ister apartlar varmış çarşıda. Bungalovları geçip yoldan devam ederseniz de kamp alanına çıkıyormuşsunuz.”
“Fikret Amca çok teşekkür ederiz de ne gerek vardı, yol ayrımında bir yerde indirseydin bizi.”
“Yok yavrum, zaten yol üstü, 5-10 kilometre içeri girdik sadece. Yukarıya, kamp alanına bırakayım dedim de geçe kalacağız o zaman, hem de yoruldum, mola verirsem yola çıkması zor gelecek tekrar. O yüzden sizi burada indireyim ben” dedi çarşıya vardığımızda.

Fikret Amca’yla ben çantaları indirirken Dut hala gözleri ovuşturuyor, bir taraftan da esniyordu. Çantaları kaldırıma koyarak vedalaştık yol arkadaşlarımızla, Ezgi hala uyuyordu, Dut gidip uyurken öptü Ezgi’yi. Fikret Amca’yla telefon alışverişi yaptık, birbirimizin yakınlarına geliriz belki diye.

***

Sırtımızı sahil yönüne, yüzümüzü de daha demin indiğimiz, Fikret Amca’nın minibüsüyle tırmandığı yokuşa ve ardındaki yeşil tepeye dönerek çöktük kaldırıma, yanımızda çantalarımız. Dut başını omzuma koydu, hala uyukluyordu. Uzun süredir nikotinsiz olduğumuzun farkına varınca cebimden paketi çıkarıp tutuşturdum Dut’un ağzına, bi tane de kendime çıkardım. Sigaralarımızı tükettikten sonra kalkıp Dut’un elinden tuttum, onu da kaldırdım. Açık hava biraz kendine getirmişti, mahmurluğu azalmış, yüzü gülmeye başlamıştı. Beraber çıktığımız ilk tatil, yolu saymazsak, resmen başlamıştı. Elele tutuşup Fikret Amca’nın tarif ettiği yöne doğru yürümeye başladık. İlk önce sahile vardık. Hava kararmaya başlasa da hala seçilebiliyordu denizin berraklığı.

Takı, hediyelik eşya tezgahları vardı sahile inen yolda. Arnavut kaldırımından hafif bir eğimle sahile doğru yürüdük. Sahile vardığımızda sol tarafımızda demir atmış tekneler vardı, sağ tarafımızda da birkaç kafe. Dut denizi görünce çocuk gibi sevinip denize doğru koşmaya başladı, beni de çekiştiriyordu. Yakınına kadar gidip iezlonglarda oturanlara kamp alanını sorduk, sağımızda yükselen tepeyi gösterdiler, yolu da tarif ettiler. Ayakkabılarımıza kum dolmasın diye sahilden çıkıp taş döşeli yolu tuttuk, kamp alanına varana kadar. Uzak sayılmazdı ama yakın da denemezdi. On – onbeş dakika kadar yürüdük tepeye varana kadar.

Kamp alanının girişi göstermelik bir kapı ve çitlerle belirgin bir hale gelmişti. Nöbetçi kulübesi gibi bir yere danıştık, nereye kamp atabiliriz, fiyat nedir vs. diye, sağolsun görevli bizi yönlendirdi. Onbeş – yirmi metrelik çamların altında, denizi görebilen bir yeri seçtik. Ay o kadar güzel yansıyordu ki denize, seyretmekten kendimizi alıkoyamadık. Dut’un çadır kurma tecrübesi olduğundan krize dönüşmeden kurduk iki kişilik iglo gibi olan çadırımızı. Aslında çok basitmiş kurması. Lastiklerle birbirine bağlı olan çubukları içiçe geçirip uzun iki çubuk yapıyorsunuz, onları da yuvalarından geçirip yarım daire şeklinde büktüğünüzde çadır kurulmuş oluyor.

*Arkası yarından sonra*
dahası...


Herkes yaya olarak gideceği için herkesi uğurladıktan sonra biz de bulvara çıkarak bir taksi çevirdik, öncesinde ise ilk açık bulduğum büfeden tuzlu bir kraker almayı ihmal etmedim. Midenin yatışması gerekiyordu. Eve bir sokak kala inip yürüme teklifime Dut da olur verince birer sigara yakıp, eve gitmeden önce askerlik şubesinin karşısındaki parkta banklara oturduk. Ankara’yı tepeden gören yerlerden birisiydi burası, kulağım Dut’ta olmasına rağmen dikkatim Ankara’da idi. Herkesin gri, ölü, memur şehri deyip beğenmediği Ankara benim için dünyanın en güzel kentiydi.

“En sevdiğin şehir neresi?” diye sordu Dut, bu düşüncelerimi duymuşçasına. “Yeterince şehir gezmişsin, neresi en güzeliydi? Nerede yaşamak isterdin?”
“Ankara!”
“Ciddi misin?”
“Evet.”
“Ama burada deniz yok?” dedikten sonra kendi espirisinden kendisi de iğrenerek kötü bir kahkaha taklidi yaptıktan sonra ekledi “cidden neden Ankara?”
“Küçük bir ilçeden geldim biliyorsun, gözümün ilk açıldığı, ilk biramı içtiğim, uzatmayacağım, her şeyin ilki Ankara’daydı benim için. Ben burada ben oldum. Mutlaka geldiğim yerden bir şeyler getirdim ama burada tamamlandım ben. Tüm ergenliğim, arkadaşlarım, hayatım burası oldu. Buradan daha küçük bir yerden geldiğim için de bulunmaz bir nimetti burası benim için. Peki sen? Neresi senin şehrin? Dur tahmin edeyim, İstanbul?”
“Bilemediniz beyefendi.”
“Aa? Şu an gerçekten şaşırdım, neresi peki?”
“Önceden İzmit’ti, şu anda burası ama aslına bakarsan ben öyle bir şehrin tutkunu falan olmadım hiçbir zaman. Şehirlerin kendisi cazip gelmez bana. Ne bileyim, İzmir’de Kordon’da olsaydım, şimdi Adalar’da olsaydım, Ortaköy’de waffle yeseydim, Hopa’da yaylada olsaydım, Urfa’da ocakbaşında olsaydım gibi özlemlerim olmaz. İnsan özlerim ben. Mesela bir arkadaşım Çorum’da okuyordu, sırf onunla bir süre takılmak için Çorum’a gittim.”
“Harbiden mi?”
“Evet.”
“Nasıldı peki?”
“Ne nasıldı?”
“Çorum.”
“Öyle sıradan, sıkıcı bir yer ama dedim ya şehirler önemli değil benim için. Abi Çorum’da ne işim var, sen Ankara’ya gel burada takılırız demem. Çünkü ben ne şehre, ne oranın ortamına gidiyorum, sadece arkadaşım için gittim. Aynı şekilde yarın Kuru Iğdır’a yerleşse, sırf onu görmek için giderim.”
“Muhakkak canım, ben de buradaki arkadaşlarımdan, yaşanmışlıklardan dolayı seviyorum burayı.”
“Hayır öyle değil. Merzifon’da arkadaşın olsa oraya takılmaya gider misin?”
“Gitmem herhalde.”
“Ondan bahsediyorum işte ama İstanbul’da tanıdık birisi olsa, öyle samimi olmadığın, davet etse seni koşarak gidersin.”
“Evet giderdim.”
“Bundan bahsediyorum.”
“Anladım, kalkalım mı? Uykum geldi iyice.”
“Evet kalkalım” dedikten sonra sigarasını söndürüp girdi koluma, boşta kalan eliyle de kolumu tuttu, o şekilde şubenin etrafından dolanıp eve vardık. Olabilecek en sessiz şekilde Dut’un odasına ulaştık.
“Soyun!”
“Dut çok yorgunum” dedim bitkin bir sesle.
“Bir şey yapmayacağız, ben de yorgunum. Sokak kıyafetlerinle bu yatağa giremezsin zaten, ayrıca sana dokunmak istiyorum.”
“Ya pijamalarım falan hepsi burada zaten. Tamam aklımdan ilk geçen böylece sızmaktı ama tebdili kıyafetsiz huzura alınmadığımızı da unutmuş değilim.”
“Hayır pijama da yok!” dedi Dut kararlı bir ses tonuyla.
“Madem öyle istiyorsun” dedikten sonra boxerımla kaldım, Dut da aynı şekilde sadece altında küloduyla girdi yatağa.
“Sarıl!”
“Gel bakalım” dedikten sonra alıştığımız uyuma pozisyonuna girdik, üzerimize de pikeyi alarak.

Bu şekilde uyumak beni her zaman tedirgin ederdi. Çocukluğumdan beri hava çok sıcak olsa bile mutlaka şort, t-shirt giyerdim yatmadan önce. Acil dışarı çıkmam gereken bir durum olur, deprem olur, yangın çıkar, birisi gelir tedirginliğinden dolayı yarı çıplak yatma fikri hiç çekici gelmemiştir bana. Kaldı ki Dut’un evindeyiz ve Bahar da evde. Mutlaka müsade istemeden ya da çat kapı girmezdi içeriye ancak yine de tedirgin etmeye yetiyordu. Yarı çıplak uyuma gerginliğini üzerimden attıktan sonra birden bu gecenin arkadaşlarımı gördüğüm son gece olduğu aklıma geldi. Bu düşünce tüm uykumu kaçırmıştı.

“Dut” diye fısıldadım Dut’un kulağına.
“Hıı” diye bir yanıt aldım fısıltıma karşılık olarak.
“Su içmeye gidiyorum, belki bir tane de sigara içerim, ister misin sen de?”
“Off giyinmesi çok sıkıntı şu an.”
“Bornozun kapının arkasında, onu getiririm. Hem zengin gösterir” dememden sonra gülerek kalktı yataktan.
“İyi tamam getir, uyutmayacaksın sen bu gece bizi, belli.”
“Yok canım, uyuruz sigaradan sonra” dedikten sonra kalkıp şortumu giydim.

Güneşin doğmasına az bir zaman kaldığı için hava hafif serinlemişti, sırt çantamın üstündeki yakası kaymış, rengi atmış, gece yatmalık t-shirtümü de üstüme geçirdikten sonra Dut’a bornozunu verip geçtim mutfağa, Dut da esneyerek ardımdan girdi mutfağa. Işık gözlerimizi alacağı için antrenin ışığını açıp o ışıkta içtik sularımızı. Sigaraları da yakıp çıtırtılarını dinleyerek çektik içimize. Oradaki ilk günüm aklıma geldi, üç ayda her şey o kadar hızlı gelişmişti ki, üç ay önce hiç tanımadan yanında uyandığım kadınla şu anda ayrılmaz bir bütün olma yolunda ilerliyorduk, hayatlarımızı bile birbirimize göre şekillendirmeye başlamıştık.

“Yanlış mı yapıyorum acaba?” diye direk konuya girdim.
“Neyi?” dedi Dut, şaşırmadan. Aramızda bu şekilde başlayan diyaloglar çoğalmıştı zira.
“Gitmekle.”
“Neden öyle bir kanıya vardın?”
“Herkesi, her şeyi ardımda bırakıp gidiyorum. Bir şeyler yanlış geliyor.”
“Kime göre? Neye göre? Bak Emreciğim çok görmüş geçirmiş birisi değilim ama en azından bu yaşıma kadar sırça köşkte de büyümedim. Buna dayanarak diyebilirim ki şu dünyada doğru diye bir şey yok.”
“Nasıl yani?”
“Doğru da yanlış da göreceli kavramlar bence. Tüm insanların üzerinde mutabık kaldıkları bir doğru ya da yanlış bulamayız. Belki birkaç istisna çıkar ancak onun da karşı tezleri sunulabilir. Yani yaptığın bir şeyin doğru ya da yanlış olduğunu düşünmektense o şeye inanıp inanmadığını oturt kafanda. Sen inanıyorsan doğruluğuna, yap. Genel yargılar seni etkilemesin. Nasılsa başka bir inanışa göre o yaptığın şey yanlış olacak.”
“Sen boş vakitlerinde yaşam koçluğu mu yapıyorsun?”
“Yolacak kaz bulabilirsem neden olmasın?” dedi gülerek “herkesin düşünerek içinden çıkabileceği durumlar için kendisine ukalalık edecek, ahkâm kesecek insanlara para ödüyorlar ne de olsa.”
“O kadar da küçümseme canım.”
“Bence öyle abi. Neyse hadi yatalım, gün ağardı. Of Emre ya, uykunun içine ettin! Ne güzel uykum vardı.”
“Tamam Dut’um kızma, uyuturum ben seni.”
“Nasıl olacak o?”
“Ninni söylerim” dedim gülerek.
“Zevzek!” deyip omzuma vurduktan sonra tekrar yatağa doğru yol aldık, iyice bitkin düşmüştüm ama uykum da dağılmıştı. Yalnız kollarımda Dut olunca Kumadam göz kapaklarıma kumlarını serpmeye başlıyordu, çok geçmeden ikimiz de derin bir uykuya daldık.

***

Uyandığımda öğle vakti olmalıydı, içerisi oldukça aydınlıktı. Perde kapalı olmasına rağmen güneş göz alıyordu. Dut ise hala ölü gibi yatıyordu, uyandırmadan ayak ucundan kalkıp mutfağa yöneldim. Damacanın canını çıkararak üç büyük bardak su içtikten sonra dolabı açınca hayal kırıklığına uğradım. Dolaptaki şişede soğuk su vardı. “Neyse” deyip karın doyurabileceğimiz neler var onlara göz gezdirdim. Yeterince yumurta vardı, kaşar peynir az kalmıştı ama omlet için yeterliydi. Birkaç domates ve bir tane salatalık, zeytin, beyaz peynir. Bir öğrenci evinden beklenmeyecek potansiyele şahitlik ediyordum. Ben yıllarca boşuna erkeklerle kalmışım, bir kız evine çıksam demek ki Ali ve Samet ile yaşadığımız gerginliklerin hiç birisini yaşamayacaktım. Dolapları karıştırdığımda kavonoz içinde çay da buldum. Her açtığım dolap kapağında tekrar şaşırıyordum, sallama değil, demlemelik çay vardı, demlik poşeti.

Isıtıcıya suyu koyup dolaptan tavayı çıkardım. Yağın kızmasını beklediğim süre zarfında çayı da demlemiştim. Çok geçmeden omletler de hazır olunca Dut kapıda belirdi, belki de çoktan beri oradaydı, farketmemiştim.

“Oo aşçıbaşım, nedir bugünkü şefin önerisi?” dedi gülümseyerek.
“Sana omlet yaptım, kaşarlı. Ben de seni yiyeceğim” deyip üstüne atladığımda çığlık atıp kendisini banyoya kitledi.
“Sen vejetaryen değil misin oğlum?” diye bağırdı içeriden, “herkese söylerim bak göstermelik vejetaryen olduğunu.”
“Hadi yıka yüzünü de gel, şu tatil işini konuşacağız. Çay da var.”
“Tamam geliyorum, sen doldur çayları.”

Mükellef bir sofradan hallice kahvaltımızı tüketirken bir taraftan da yol planımızı konuşuyorduk. Ertesi gün ya da sonraki gün yola çıkmayı kafaya koymuştuk. Yolluk bir şeyler pişirmeyi düşünüyordum ama düşününce zahmetli geldiği için vazgeçip hazır bir şeyler çıkılamaya karar verdik.

Plan belliydi, Eskişehir Yolu’na çıkacak, Mesa’nın oradaki kavşakta, sabahın köründe beklemeye başlayacaktık. Yol uzun, havanın da sekize doğru karardığını düşünürsek ve buna bekleme sürelerimizi de eklersek bir gün içerisinde yolu tamamlamak için plan uygun görünüyordu. Güzergâhımız Sivrihisar üzerinden Afyon, oradan da Fethiye yol ayrımından Akyaka! Havaya girmiştim ben de. Tek eksiğimiz çantalar ve yolluğumuzdu. Kahvaltının ardından kirlilerimizi çamaşır makinasına atıp yolluk almak için attık kendimizi sokağa.

Döndüğümüzde çamaşır makinası görevini tamamlamış vaziyette bizi karşıladı, elimizdeki yükte ve pahada hafif yolluklarımızı mutfağa bırakıp çamaşırları kuruması için salona kurduğumuz ayaklı tele astık, geceye kadar kurumarı gerekiyordu, ertesi gün yola çıkıyorduk zira.

Çamaşırlar kururken bir taraftan da Dut’un kusursuz planının üzerinden geçiyorduk. Bütçe yeterliydi, gönlümüzce eğlenecektik. Alkole ve bilimum yakın çevre gezinmelerine paramız vardı. Bir gece takılmak için Marmaris’e gitme planımız da vardı. Etrafta diğer gezilecek her yerin planını çıkarmıştık, kağıt üzerinde kusursuz bir rotamız vardı ancak Dut, bunların sadece plan olduğunu, başımıza ne geleceğini ve bizi neler beklediğini bilemeyeceğimizi söyledi. Böyle söyleyince bir tedirginlik yaratmadı değil, sanırım niyeti de bu idi.

Dut arkadaşından çadır ve tulumu almaya gittiğinde ben de yolluk erzakları hazırlayıp bilgisayarın başına geçtim. Otostopçu forumlarından en uygun otostop noktalarına bakıyordum. Otostopçular için vikipedi sayfası bile varmış. Düşününce animelerin bile vikipedisi olduğuna göre otostobun da olması yadırganmamalıydı. Güzergâhı ve bekleme noktalarını belirledikten sonra kapattım bilgisayarı.

Dut akşamüstü omzunda iki uyku tulumu ve iki kişilik çadırla geldi eve. Biraz gecikmişti ama lafa dalmıştır diye üzerinde durmadım. Odaya girdiğinde HitchWiki’den edindiğim bilgileri gösteriyordum, okuduğum blogları. Daha önce bu deneyimi yaşamış olanlardan öğreneceğimiz çok şey olacaktı. Aynı zamanda Sivrihisar’a kadar olan yol benim ailemin yanına giderken sürekli kullandığım güzergâh olduğu için konaklama tesislerini, arabaların yoğun olarak geçtiği yerleri biliyordum. Haziran’ın sonlarına geldiğimiz bu günlerde, rotamıza uyacak araç bulmak da çok zor olmayacaktı, en azından öyle düşünüyorduk.

*Arkası yarından sonra*
dahası...


Muhabbet muhabbeti açıyor, biz anlattıkça masadan kahkahalar yükseliyordu. Karnımıza ağrı girmişti gülmekten. Bir ara Dut’un telefonu çaldı, o an Laz ve Mustafa lise anılarına dalmışlardı, muhabbetten uzaklaşıp Dut’u izlemeye başladım. Elinde telefon telaşlı bir şekilde masadan kalkıp tuvalete doğru yöneldi ama içeri girmeden önünde hararetli hararetli konuşmaya devam etti. Konuşması bitince masaya tekrar geldi, azğı kulaklarında. Ellerini kaldırıp herkesi susturduğu sırada sendeledi, az kalsın düşüyordu üstüme, toparlayıp tekrar kaldırdı ellerini, biz de pür dikkat söyleyeceği şeyi bekliyorduk;

Arkadaşlar! Şimdi Emre gidiyor ya...” diye söze başladı, biraz durakladıktan sonra gülerek konuşmaya devam etti “şimdi orada tek başına uyum sağlaması zor olacak. Yeni arkadaşlar edinecek, çevre oluşturacak, ev ya da yurt bulacak falan...”
“Ee” dedim cümlenin sonunu merak ederek.
“Şimdi Emreciğim” dedi bana dönerek, dili iyice peltekleşmişti “senin onları tek başına yapmana gönlüm razı olmadı” dedi elini masaya vurup, gözlerini gözlerime dikerek.
“Ee?”
“Eesi erasmus başvurum kabul edilmiş!” dedi insanlara dönüp bağırarak.

Son cümlenin ardından öylece kaldım. Ne erasmusu? Ne başvurusu? Ne kabulü? Hiç bir şey anlamamıştım. Derya, Nergis ve Kuru, Dut’un boynuna sarılarak kutluyor, öpüyorlardı. Geri kalanımız ise birbirimize soran gözlerle bakıyorduk.

“Biri de bana açıklasın! Ne kabulü?”
“Seninle birlikte Viyana’ya geliyorum!”
“Nasıl yani?”
“Şöyle yani, senden ayrı kaldığım sürede gittim erasmusu araştırdım, Viyana Üniversitesi ile anlaşması varmış bizim okulun. Ben de alttan girdim, üstten çıktım, Suat Amca’nın nüfuzunu kullandım, bir şekilde kendimi kabul ettirdim!”
“Erasmusa?”
“Evet.”
“Viyana’ya?”
“Ay evet! Tek tek soracak mısın?”
“Allaaaah” deyip sarılıp kucakladım Dut’u. Uzunca öptükten sonra başımı kaldırıp “herkese benden bira!” diye bağırdım. İnanamıyordum duyduklarıma. “Siz yine biliyordunuz değil mi?” diye sordum kızlara, kaşlarımı çatıp. Sadece pis pis sırıtan iki surat ile karşılık verdiler.
Dut’un da Viyana’ya geleceği haberinden sonra keyfim iyice yerine geldi, ardarda devrilen kadehlerin de bu keyifte katkısı yok değildi. Mekanda kalan tek grup bizdik ve bizi de kibarca göndermek için rakı bardağına yolluk biraları doldurarak getirdiklerinde kalkma vaktinin geldiğini anladık. Yollukların ardından hesabı ödedikten sonra ayakta duramayacakları taşıyıcı ekip hâli hazırda bekliyordu. Bahadır biraz kötü olmuştu, Nergis de pek iyi sayılmazdı. Dışarıda biraz yürüyerek ayılmalarını sağlamayı düşünüyorduk. Dut, Kuru, Nergis ve Derya bağıra bağıra şarkı söylüyorlardı, Konur’dan Yüksel’e döndüğümüzde metro girişinin yakınındaki kokoreççiyi görünce oraya doğru koşmaya başladılar, biz de Rıza, Laz, Bahadır, Muhterem ve ben arkadan aheste aheste sohbet ederek geliyorduk, Mustafa Kızlar ile birlikte kokoreççiye koştu. Herkes sırayla siparişlerini verdikten sonra kokoreççi bana döndü;

“Sana nasıl yapayım hocam?”
“Yok ben almayayım.”
“O yemez abi, vejetaryen de kendisi” diye lafa karıştı Mustafa.
“Ne olmuş?” dedim şakayla karışık tersleyerek ancak bu konuda bilmeden üstüme gelinmesinden hiç hoşlanmıyordum.
“Ne anlıyorsun oğlum et yememekten? Kokoreçten bir şey olmaz, kokoreç ye bak.”
“Ya bi’ git, memnunum ben halimden.”
“Oğlum bak kelleşiyorsun” dedikten sonra ortamdan küçük bir kahkaha koptu.
“Kınama oğlum, çocuğunda çıkar. Karmanın seni ne kadar çok sevdiğini sen benden iyi bilirsin.”
“Sorma ya, Hacer’e şişko diye diye biz göbek yaptık. Doğru diyorsun, sen yeme kardeşim, ne yaparsan yap arkandayım.”
“Sen de hemen çark ediyorsun be Mustafa!” diye karşılık verdi Laz. “Oğlum bak kafan çalışmaz, hem ne oluyormuş yenmeyince? Dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diye üsteledi.
“Evet ben kurtaracağım” dedim üzerinde pek durmayarak, zaten anlatacak kafada değildim. “Bahadır sen nasıl oldun?” diye Bahadır’a döndüm. Hem konudan uzaklaşmak hem de Bahadır’ı yoklamak için. O da elini kaldırıp durumunun iyi olduğunu belirtip kokoreçe gömüldü.

Herkes karnını doyurduktan sonra evlere dağılmaları zor olacağı ve o saatte ulaşım aracı olmadığı için kızlar Kuru’ya, erkekler de Bahadır’a gitmek için hareketlendi. Muhterem’in arabası vardı ancak alkolü fazla kaçırdığı için o da Bahadırlar’a gitmeye karar verdi. Bize de çok ısrar ettiler, hatta hep beraber Bahadır’a gidelim fikri atıldı ortaya, Bahadır da çok heveslendi ama birkaç gün sonra çıkacağımız gezi için hazırlanmamız gerekiyordu. Ayrıca bu kadar tantanalı ve kahkahayla geçen gecenin ardından feneri ağlayarak söndürmek istemiyordum. Ne de olsa birkaç gün sonra gidecek ve onları uzunca bir süre göremeyecektim. Uzun uzun sarıldık hepsiyle de, öpüştük, koklaştık. Duygusal bir hava bürüdü hepimizi de. Göz yaşlarına mahal vermeden olaysız ayrıldık ama hala dönüp birbirimize el sallıyorduk farklı yönlere giderken.


*Arkası yarından sonra*
dahası...


*Bu sefer daha uzun oldu, buyurun*

Sabahın köründe geç kaldığımı sanarak yataktan fırladığımda saatin daha 9 olduğunu farkedip derin bir nefes aldım. Kalkıp önce duşa girdim, ardından güzel bir kahvaltı ile hazırladım kendimi büyük buluşmaya. Üstüme Dut’un en sevdiği kıyafetlerimi geçirdim, mutfağa geçip bir sigara daha yaktım. Parfüm sıkmayı düşünmüştüm ama Dut sevmezdi parfüm, bana da o kadar cazip gelmiyordu artık.

Saat 2’ye geliyordu, evde daha fazla oyalanamayacağım için çıktım dışarıya, Tunalı’yı boylu boyunca yürüyüp, Seğmenler’e çıkan yokuşun başına geldiğimde derin bir soluk daha aldım, onca zaman sonra görüşecektim Dut’la. Tam olarak parkın neresinde buluşacağımızı bilmiyordum ancak içgüdüsel olarak parkın ortalarına kadar yürüdüm, yoldan taraftaki çimlere geldiğimde Dut’u gördüm karşıdan, elinde beyaz şarabıyla. İstemsiz gözlerim doldu, o kadar özlemiştim ki.

“Dut!”
“Evet?” dedi ayağa kalkıp. Öylece kalakaldım.
“Şey... Nasılsın?” dedim, yanına kadar gidip.
“Sensiz” deyip sarıldı, o kadar çok özlemişim ki bana dokunmasını.
“Ben de” diyebildim sesim titreyerek.
“Şarap?” dedi bir süre öyle sarılır vaziyette ayakta dikilmenin ardından.
“Zevkle” diyerek diktim şarabı tepeme ardından uzun uzun öptüm Dut’u, sonrasında çimlere uzandık, gökyüzünü izleyerek devam ettik muhabbete.
“Aramadın bunca zaman.”
“Yüzüm yoktu.”
“Dün var mıydı?”
“Alkollüydüm.”
“Bakıyorum da gününü gün ediyorsun bensiz.”
“Olur mu canım, ilk kez içtim senden sonra, o da Muhterem’in ısrarıyla.”
“Mekana gittiniz yani.”
“Evet. Sen ne yaptın?”
“Okulla uğraştım, evdeydim genelde. Arada bir Kuru’ya gittim, o kadar.”
“Ben de bizim kızlar, Rıza falan takıldık. Çay, tavla... Sensiz tadı yokmuş tavlanın da.”
“Viyana için her şey tamam mı? Ne zaman gidiyorsun?”
“Okul kabulünü bekliyorum, sonrasında vizeye başvuracağım” dedim gözlerimi devirerek.
“İyi, her şey tamam sayılır. Ne kadar süreliğine gidiyorsun şimdi?”
“Bir yıl, sadece bir yıl. Eğer Almanca ile sorun yaşamazsam tabi.”
“Başladın mı Almanca çalışmalarına?”
“Başladım, yazın da kursa gideceğim. Okulun ne zaman bitiyor?”
“Bitti sayılır, birkaç sınav kaldı, senin?”
“Son bir proje sunumu kaldı, bir iki tane de sınav. Ayın ortalarına doğru boşa çıkıyorum.”
“Ben de.”
“Bahadır ev arkadaşı bulacakmış kendisine, eşyaları da ona bırakacağım. Geri kalanları da taşırım memlekete, oradan da gideceğim nasıl olsa.”
“Yardım lazım mı?”
“Her zaman.”
“Size gidelim mi?”
“Olur, Ne yapacağız?”
“Sevişiriz” deyip yüzünü bana döndü, gülümseyerek döndüm ben de.

Uzun bir öpüşmenin ardından kalkıp toparlandık, koluma girdi yine eskiden olduğu gibi. Eve giden caddeyi aheste adımlar ile katettik, eve girdiğimizde ise neredeyse sevişmeye kapıda başlamıştık, odaya girene kadar yarı çıplak kaldık ikimiz de. Bahadır’ın evde olmamasına sevindim o an.

***

Uzun bir sevişme nöbetinden sonra yatakta sigaralarımızı içiyorduk, bir daha görmeyecekmiş gibi Dut’u izledim. Onca hırçınlığına, başına buyrukluğuna rağmen o kadar masum görünüyordu ki onu bu kadar üzdüğüm için kızdım bir an kendime. Gitmemle daha fazla üzeceğim için de içim buruldu.

“Sen kilo mu aldın?” dedim elimle göbeğine dokunarak.
“Ne alakası var canım, ayrılık sonrası abur cubur nöbetlerinden biraz şişmiş olabilir ama kilo falan almadım.”
“Küveti doldurayım mı?”
“Olur” dedi gülümseyerek, o an içim sıcacık oldu.
“Çok özlemişim seni.”
“Ben de seni.”

Uzun zamandır yapmadığımız küvet muhabbetlerinden birini daha yapacak olmamızın sabırsızlığıya sadece boxerımla çıktım odadan, hemen karşıda bulunan banyoya gidip küvetin deliğini kapadım, suyu elimle kontrol edip yeterli sıcaklıkta olduğunu anlayınca Dut’un yanına gittim tekrar, ayrı kalmaya dayanamıyordum, kısa süreliğine de olsa. Elinden tutup banyoya götürdüm, içeri girdiğimizde yeteri kadar dolmuştu küvet, vakit kaybetmeden girdik içine.

“Niye bunca zaman bekledin aramak için?” diye muhabbete girdi Dut.
“Yüzüm yoktu aramaya dedim ya”
“Baya bekledim arasın diye, hatta o kadar fazla kız tribi biriktirmiştim ki, hepsini kursağımda bıraktın!”
“Tüh!” dedim alaycı bir tavırla, aynı anda da Dut kolumu ısırdı “bu da yeni çıktı herhalde, niye ısırıyorsun kızım!”
“Sus! Suçlusun zaten! Bakma bu kadar çabuk affetmezdim seni, hatta hala kızgınım ama çok özledim, hele bir de günlerin sayılı olunca...” dedikten sonra tekrar durgunlaştı, “gidiyor musun ciddi ciddi?”
“Evet” dedim aynı hüzünle.
“Ne yapalım,bulunur bir çaresi” dedi, konuyu kapatmak istercesine. “Neler yaptın ben yokken?”
“Seni özledim, her şeyi bırakıp gitme düşüncesinden kafayı yememek için derse verdim kendimi, inek gibi ders çalıştım.”
“Alemlere aktın” diye araya girdi Dut.
“Yok ne alemi? O geceki şaraptan sonra ilk kez içki içtim.”
“Öyle olsun bakalım.”
“Hazırladığın triplerden biri de bu muydu?” dedim gülerek.
“Hee.”
“Ben seni bırakıp nasıl gideceğim?” dememle bir hüzün dalgası sardı, gözlerim doldu.
“Burada beni her yere götürebilirsin” dedi parmağını göğsüme dayayarak.
“Şüphesiz” dedim gülümseyerek, biraz da gıdıklanmıştım.
“Tatil planımız geçerli mi hala?” diye sordu tekrar konuyu kapatarak.
“Tatil planı? Ben onu unutmuştum! Tabi geçerli, nereye gidelim?
“Olimpos, Kelebekler Vadisi, Kabak Koyu falan geçiyordu aklımdan ama oralara herkes akın ediyor, bir sürü tanıdık olur. Daha yalnız kalabileceğimiz bir yere gidelim bence.”
“Neresi mesela? Dalyan falan güzel, o tarafa ne dersin?”
“Ya o tarafta kamp alanı bulabilir miyiz bilmiyorum. Akyaka’ya gidelim mi?”
“O nerede?”
“Ege’de, Muğla’da. Marmaris’e yakın. Öyle barı falan yok pek eğlenmek için.”
“Zaten beraber vakit geçirmeye gidiyoruz, neyleyeyim sen varken barı, pavyonu! Kamp alanı var mı?”
“Var, hem de baya güzel, denizi de güzel.”
“Tamam o halde, yolculuk ne zaman?”
“Sınavlar bitsin gideriz, olur mu?”
“Olur. Ben de eşyalarımı toplayıp memlekete gönderirim o sıralarda.”
“Hatta oradan sizinkilerin yanına gidelim mi?”
“Bizimkilerin? Kütahya’ya? Hatta Tavşanlı?
“Evet, neden olmasın?”
“Gerçi evet, neden olmasın? Zaten maksat beraber vakit geçirmek.”

Banyo sonrası keyfimizi yaparken tekrar gitme korkusu sardı. Son günlerimi Dut ile geçirmek paha biçilemezdi ancak burayı ve Dut’u daha fazla özlememe sebep olacaktı bu seyehat. “Acaba barışmasa mıydık?” diye geçirdim içimden, gitmesi daha kolay olabilirdi o vakit. Bir tarafım da iyi olacağını söylüyor bu gezinin. Bir insanı en iyi yolda tanırdı insan nitekim.

Dut’un ise keyfine diyecek yoktu, tatil planının ardından. Hala bir taraftan yapacaklarımızı anlatıyordu. Otostopla gitmeyi kafaya koymuştu ve otobüs fikrime kati suretle karşı çıkıyordu. Araba kiralamayı bile düşündüm ama otostopta ısrarcıydı. Ak dediğine kara dedirtemiyordum Dut’un zira. Hangi yolları izleyeceğimiz, hangi güzergahı kullanacağımız, hangi araçlara bineceğimiz, beğenmediğimiz araçları nasıl başımızdan savacağımız hepsi Dut’un konusuydu, o çalışacaktı bu konulara, çadırı da o bulacaktı. Ben de yolluk hazırlayacaktım. Kek yapımına zaten vakıfım. Un kurabiyesi ve tuzlu kurabiye için annemden tarif konusunda destek alıp yolluk çantamızı hazırlayacaktım. Planlar yapılmıştı, sıra önümüzde bekleyen derslere geldi. Dut da alttan ders bırakmama gayretindeydi, ilk kez okul konusunda bu kadar azimli görüyordum Dut’u. Herhalde okulu uzatmaktan sıkılmıştı.

***

Günlerimizi buluşup ders çalışmakla geçiriyorduk, Dut tek başına ders çalışmayı sevmediğinden. Sebebini çalışırken anladım. Sürekli okuyup okuyup söyleniyordu kitaba. Kitabı azarlıyordu ya da beğendiği bir konuya değindiyse takdir ediyordu kitabı. Kah azarlayarak, kah şaşırarak, kah överek kitapla muhabbet ediyordu resmen. Dolayısıyla benim de dikkatim dağılıyordu. Sürekli onun dersleriyle ilgili siyasi tartışmaların içinde buluyordum kendimi. Ders çalışmıyorduk sanki de açık oturum yapıyorduk. İşin böyle gitmeyeceğini anladığımda Dut’la pazarlık yaptık. Her saat başı, yarım saat kadar kahve ve sigara molası yapacaktık. O esnada istediği konuda istediği kadar konuşacaktık. Birkaç kez yine kitabı azarlarken yakaladığımda eliyle af dileyip kitaba tekrar döndü ve bu sefer de kendisini kızdırdığı için tekrar azarladı kitabı. Gülerek önüme döndüm, Dut’a doğru düzgün ders çalıştırmanın imkanı yoktu, varsın bildiği gibi yapsındı.

Sınavlar başarıyla geçmiş, proje sunumum da layığıyla yapılmıştı. Dut birkaç dersinden korksa da, o da iyi atlatmıştı bu final dönemini. Sıra gidiş hazırlıklarına gelmişti. Notların sisteme işlenmesini bekliyordum artık transkriptimi alıp okulla ilişkimi kesmek için. Bahadır’ın da arkadaşı yakında taşınacaktı. Eşyalarımı topladım, verdim otobüse, gönderdim memlekete. Yeni kiracı geleceği için Muhterem’le konuştum. Sonuçta muhatap bendim ev ile ilgili, Bahadır’a da güvendiğini söyledi, aynen devam edebilirlerdi kiraya. Bahadır’ı mağdur etmediğime sevindim o konuda. Odamı da temizleyip, son kalan kıyafetlerimi çantaya atıp helalleştim Bahadır’la, anahtarı da bırakıp Dut’a yerleştim, gidene kadar.

***

Yola çıkmadan birkaç gün önce bizimkilerin ısrarıyla bir veda partisi tertipledik, gitmeden önce herkesi bir arada görebileyim diye. Gecenin çocuğu doğal olarak bendim. Konur Sokak’taki teras bardaydık. İçeri girer girmez yoğun bir ilgi vardı. Etrafa göz gezdirdim neredeyse hayatına girdiğim herkes oradaydı, Pelin dahil.

“Cidden gidiyor musun?” dedi üzgün bir ses tonuyla.
“Evet.”
“Neden?”
“Pek çok nedeni var.”
“O nedenlerden biri de ben miyim?” dedi mahcup bir vaziyette.
“Efendim? Sen? Ülke değiştirmeme sebep olacak kadar büyük bir yerin yok bende” dememin ardından gözleri doldu.
“Gerçekten mi?” dedi önde olan başını kaldırıp gözlerimin içine bakarak.
“Evet. Nasıl bir şey kurduysan artık kafanda” dedim gözümü bile kırpmadan. Nasıl bu kadar kibirli olabilirdi “sana dair son iyi niyetimi de harcadığından beri sana karşı hiçbir şey hissetmiyorum!” dedim canını acıtmak isteyerek. Ali de hemen yanındaydı, onu sonradan farkettim. Konuşmamızın ardından Pelin ağlayarak dışarı çıkarken Ali de peşinden gitti “kanka ağır olmadı mı?” diyerek. Tüm bu olan biteni anlamaz gözlerle izleyen Dut, Pelin’in arkasından bir süre baktıktan sonra omzunu silkerek hiçbir şey olmamış gibi kızların yanına giderek muhabbete karıştı.

Alkolün sınırı yoktu, bugün arkadaşlar çekecekti beni. Hal böyle olunca da daha kadeh boşalmadan yenisi geliyordu, sürekli birileri içki ısmarladığından dolayı ayakta duracak halim kalmamıştı. Sırayla herkesin yanına oturuyor, tek tek ilgileniyordum. Çok özleyecektim hepsini de, özellikle Dut’u. Her gördüğüme sarılıyordum, bir daha göremeyecekmişim gibi. Sürekli eski zamanlardan hikayeler anlatıyorduk birbirimize. Hele uzun zamandır arkadaş olan ben, Rıza, Mustafa, Laz ve Muhterem bir araya gelince maziden anlatacak o kadar fazla şey çıkıyordu ki insanlara.

“Mesela bir keresinde...” diye lafa başladım, sonrası zaten çorap söküğü gibi.

Aylin Aslım konseri var, ona gidecektik, başladık Cinnah yukarı yürümeye. Ben, Laz, Mustafa, Muhterem. Laz navigasyon cihazı gibidir, en azından yanlış bile yapsa kayıtsız şartsız güveniriz ona. Gittiğimiz ilk şehir dışı festivalden beri önder belledik onu. Tüm kriz yönetimleri, konser, festival organizasyonları, etkinlik planları için Laz'a danışırız. Aramızda bir lider var ise o da Laz'dır. Yanlış kararları yok mudur? Epeyce fazla ama biz yönetsek o kriz anını, biz de o hatalara düşeceğimiz için sorgulamayız hatalarını. Biz ne ara ona böyle bir sıfat yükledik, o ne ara yüklendi hiç kimse bilmiyor. Tasarruf mevduat fonumuzdur kendisi.

“Hakikatten lan, Laz niye öyle?” diye lafa karıştı Mustafa.
“Ne bileyim, her şeyi o tertip ediyor, toplanan para Laz havuzundan dağılıyor ihtiyaca göre.”
“Laz havuzu iyiymiş” dedi Kuru gülerek.
“Benden iyi organizatör mü bulacaksınız oğlum” diye çıkıştı Laz.
“Neyse başladık yolda mekanı sormaya”

‘Abi buralarda Manhattan diye bir bar varmış, biliyor musunuz?’
‘Ne? Menettın mı? Yok bilmiyorum, şurada taksicilere sorun.’
‘Selamın aleyküm abi, kolay gelsin. Buralarda Manhattan diye bir bar varmış, biliyor musunuz?’
‘Şuradan 413'e binin, oranın önünde inersiniz, ya da atlayın, aynı para tutar zaten.’
‘Yok abi yürüyeceğiz biz.’
‘Yürüyecek misiniz? Çok uzak evladım orası, şu tarafa doğru yürüyün, yolun sonundan sola sapın, sonra tekrar sorun.’
‘Tamam abi sağolasın.’

“Hakikatten niye yürüdük biz oraya kadar?” diye sordum hikayeyi bölüp.
“Daha konserin başlamasına epey vardı, erken gidip ne yapacaktık” diye açıkladı Laz.
“Doğru.”

Epey bir yokuş çıktıktan sonra vardık mekanın önüne. Saat 20:00 civarıydı, hala kapıları açmamışlar. Aylin Aslım bile gelmemiş. Mekan yol üstünde bir yer olmayınca biraz ter döktük tabi bulana kadar. Kaldı ki Kızılay'da vakit geçiren insan topluluğuyuz, buralara yolumuz doğru dürüst düşmemiş bile. Kendimizi de eğreti hissettik zaten.

“Sen nasıl Bilkentlisin ya?” diye böldü Dut.
“Nasıl Bilkentliymişim?”
“Oraları nasıl bilmiyorsun? Bilekentli dediğin Çankaya’da, Bahçeli’de takılır.”
“Bakma Bilkentli olduğuna, bizden fakir” diye araya girdi Rıza. Gülmeye meyilli topluluk olarak bir kahkaha tufanı koptu bu cümlesinin ardından.
“Neyse ya bir durun, anlatıyorum.”

Bir süre kapının önünde kendi aramızda sohbet ettikten sonra Aylin Aslım'ın arabası geldi. İndiğinde mekandan birkaç insan ve biz karşıladık. Kliplerinde göründüğünden çok daha güzeldi, büyüleyici resmen. Güleryüzlü bir de. Tek tek selamladı bizi de. Yerlere saçılmış konser afişlerini görünce biraz yüzü düştü, söylendi. Haklıydı. Aylin Aslım'a sorduk posterlerden alabilir miyiz diye. O da "alabilirsiniz tabii, baksanıza yere saçılmış zaten" dedi. Sonra o posterleri imzalatmak istedik ancak çoktan içeri girmişti ve henüz dinleyici almıyorlardı. Bodyguarddan müsade istedik, sadece iki kişiye izin verdiler. Mustafa ve Muhterem daldılar içeriye. Hem posteri imzalattılar hem de biraz sohbet etmişler. O an ben niye atlamadım diye hayıflandım.

“Senin yerine ben girseydim keşke Muhterem.”
“Girseydin oğlum, baktım atlayan yok, ben çıktım öne.”
“Ne bileyim, insan bir incelik yapar, abi buyur sen gir der.”
“Öyle bir incelik bekler miydin benden?”
“Haklısın, beklemezdim.”

Kapıların açılmasına hala bir buçuk saat varmış. Biz de cebimizdeki kalan paralarla bira alıp dışarıda demlenmeye karar verdik. İçeride içki muhtemelen ateş pahasıydı. Tuborg kırmızılarımızı alıp bir binanın önüne çöreklendik. Muhabbet ne ara kavga etmeye geldi hatırlamıyorum ancak kavganın gerekliliğine geldi çevirdiğimiz geyik.

“Yuh o saatte konser mi başlarmış” diye sordu Derya.
“Ne bileyim kızım, zenginlerin adeti öyle herhalde.”

‘Neden abi? Ben ömrümde kavga etmedim hiç, ihtiyacım da olmadı’ dediğimi hatırlıyorum Laz’a.
‘Ne demek oğlum. Birisi sataştı diyelim.’
‘Abi yoluma giderim, ne hali varsa görsün.’
‘Olur mu lan! Biri anana küfretti diyelim?’
‘Abi küfretmekle eline bir şey geçmez, etse ne olacak?’
‘Ne demek ne olacak? Anan lan!’
Alkol de etki göstermiş olacak ki insanların sorgulayan bakışlarına daha fazla direnemedim;
‘Ana ayrı abi, o zaman dalarım tabi.’ “Bu kesinlikle ben değildim. Resmen mahalle baskısı kurdu Laz üstümde.”
‘Tabii ki oğlum. Anaya laf söyletilmez!’

“Nasıl gaza getirmişler” diye kahkaha attı Dut.
“Sorma. Ben ömrümde kavga etmemişim, ben bile kavga olsa da girsek diye bekliyordum”
 “Nereden çıktı oğlum kavga dövüş?” diye sordu Nergis.
“Ne bileyim. Muhabbet ne ara oraya geldi farkına bile varmadım.”
“Bunlar hep Laz’ın işi” dedi Mustafa, “Laz gazıyla ne işlere girdik.”
“Kötü işlere mi soktum sanki sizi?” diye çıkıştı Laz.
“İyi işlere de soktuğun söylenemez” dedi Mustafa.

Kapılar açıldı. Hafif çakırkeyf olmuştuk. Kabanlarımızı vestiyere bırakmamızı istediler ancak inat edip vermedik. Ben, Mustafa, Muhterem, Laz olarak daldık mekana. Konser parası karşılığında verdikleri pullarla bir içki alabilme hakkımız vardı. Biz de votkadan yana kullandık o tercihi.

Aylin Aslım henüz sahne almamıştı. Ortam ısıtılmak için çalınan dj şarkılarıyla eğleniyorduk. Bir ara Laz, Mustafa ve Muhterem eğlencenin dozunu epey kaçırdılar, mekan kendilerininmişçesine eğleniyorlardı. Ses etmedik. Sonuçta eğleniyorlardı, kimseye zararları yok.

Ve tüm güzelliğiyle Aylin Aslım sahneye çıktı.

“Sütlü'yle çıktı değil mi?” diye sordu Nergis.
“Evet evet, çok iyiydi. Gel Git albümündeki şarkıları rock tınısıyla söylediler. Kendi şarkılarını coverlamış yani.”

Şarkılar bir bir akıyor, bizimkilerin kendini kaybetmiş eğlencesi de sürüyordu. Mekan tıklım tıklımdı, hal böyle olunca da diğerlerini rahatsız etmesinler diye tampon görevi görüyordum. Sanırım tam da Benim Hala Umudum Var çalıyordu ki arkadan itmeye başladılar. Öncelikle kafanın güzelliğinden hiç bir şey anlamadım. Sonrası ise film şeridi gibi. İteklemelere bizimkiler de karşılık verdi ve ardından birisi "orospu çocukları!" diye bağırdı. Şartlı refleks! Böyle bir şey yaşayacağımızı biliyorlarmış gibi öncesinde beni bu kelimeye karşı şartlamışlardı. Öncesinde ortalığı yatıştırmaya çalışırken o kelime ile birden bire adamlara dalmaya başladım. Ömrümde kardeşimle ettiğim kavgalar haricinde ilk kavgamdı. Bizden sayıca üstünlerdi ancak 16-17 yıllık ömrümün ilk kavgası olunca nasıl bir gazla girdiğimi hatırlamıyorum. Sahnenin hemen önündeydik ve gördüğüme vuruyordum. Güvenlik hemen kavga çıkaran adamları dışarı aldı. Müzik durdu, kısa bir sürenin ardından bizi de aldılar. Giderken son bir kez sahneye baktım ve Aylin Aslım'ın "onlar bir şey yapmadı, benim davetlim, arkadaşlarım onlar, bırakın onları" dediğini işittim mikrofondan. Gülümsedim.

“Oha öyle mi dedi?” diye sordu Dut kahkahasını bastırdıktan sonra.
“Evet kızım! Nasıl tatlı biri bir görsen” dememle biraz bozuldu.
“Benden de mi?” dedi dudaklarını büzerek.
“Senden tatlısı yok, canım benim.”
“Ee sizi attılar mı yani mekandan?”
“Dur dinle, anlatıyoruz işte.”

Kapının dışına kadar sürüklediler hepimizi.

‘Abi adamlar başlattı kavgayı, biz bir şey yapmadık. Kendi halimizde eğleniyorduk’ dedi Laz.
‘La oğlum tamam, gidin işte, buraya kadar.’
‘Abi biz konser izlemeye geldik, yapmayın ya. Taa nereden geldik.’
‘Oğlum yapacak bir şey yok, adamlar daimi müşteri.’

Son cümle sınıf farkını ortaya koydu. Biz Ankara'nın ucuz barlarında eğlenen birer “it kopuk”tuk, onlar ise “bu mahallenin çocukları”. Bu konuşmayı yapan görevli gittikten sonra başka bir bodyguard geldi.

‘Abi n'olur girelim, bırakın. Tamam içeride bir köşede izleriz konserimizi.’
‘Ya yürüyün gidin asabımı bozmayın.’
‘Onlar neden çıkmadı o zaman? Ne yapmışız biz?’
‘Ellemişsiniz.’
‘Abi yok öyle bir şey, yanlışlıkla elimiz falan çarptıysa da girer özür dileriz, elleme falan yok. Kız yoktu ki zaten arkamızda.’
‘La yok oğlum adamların sikini taşağını ellemişsiniz!’ Muhterem’in bardağını taşıran son damlaydı, hepimiz afallamıştık.
‘İbne miyiz la biz! Ne diyorsun?’ deyip iki metrelik adama dalmaya başladı. Adam kollarından tutup ayaklarını yerden kesti, biraz sallayıp ileriye doğru itti.

Masada kahkaha tufanı esti o cümleden sonra, hepimiz karnımızı tutarak gülüyorduk. Yaşarken de gülmüştük o sahneyi ancak biraz da gergin olduğumuzdan Muhterem’i zaptetmeye uğraşıyorduk.

‘La oğlum siktir git bak kulağını ısırır koparırım.’
‘Gel kopar lan! Senden korkan senin gibi olsun.’ Muhterem’in gözü dönmüştü. Kendi sinirimizi unutup onu sakinleştirmeye çalıştık.

“Muhterem sen neymişsin ya?” dedi Kuru gözünde yaşlarla, gülmekten altımıza etmek üzereydik.
“Ya alkollüydük biraz da, öyle patladım işte” dedi Muhterem, biraz da mahcup bir halde. Cevabına, olaydan daha çok güldük. Gülmem yatışınca anlatmaya devam ettim.

‘Muhterem tamam, adam öldürecek şimdi seni.’
‘Ya bırak abi ya, adamları ellemişiz de, falanmış filanmış.’
‘Tamam Muhterem boşver.’

“Yalnız nasıl lan? Adamları mı ellemişsiniz?” diye sordu Bahadır, o ana kadar sadece dinleyip gülmekle meşguldü.
“Yok oğlum ellemedik, ne ellemesi? Neden elleyelim hem?”
“Ne bileyim eliniz çarpmıştır” demesinin ardından tekrar koptuk.
“Yok be abi, adamlar müdavimmiş, bizi de çapulcu gördüler attırdılar işte. Yalnız elleme olayını ben de anlamadım, insan daha mantıklı bir bahane bulur.”

Bodyguarda laf anlatmak güç, dinlemiyor bile. Hala kapının önünde titreye titreye bekliyoruz. Biraz daha düzgün bir adam çıktı içeriden.

‘Gençler boşuna beklemeyin, almayacağız içeriye.’
‘Bekleriz biz de, adamlar çıkınca bir daha döveriz.’ Muhtemelen tiplerini hatırlayanımız bile yoktu.
‘Saçmalamayın gençler, hadi gidin evlerinize.’
‘Abi gidecek paramız yok. Konser paramızı geri verin o zaman.’
‘Verin pulları, ben de paranızı iade edeyim.’
‘İçki aldık biz onunla.’
‘O zaman para iadesi de yok.’
‘O zaman mecbur burada bekleyeceğiz.’
‘Konser bitince nasıl gidecektiniz eve? Madem paranız yok.’
‘Sabaha kadar Kızılay'a yürüyecektik, o zamana kadar da otobüsler çalışmaya başlardı.’
‘Neyse tamam taksi paranızı ben vereyim.’
‘Uzakta oturuyoruz ama.’
‘Farketmez’ dedikten sonra bir taksi çağırdı. Tanıdığıymış.

“Hakikatten çapulcuymuşsunuz” dedi Dut.
“Ne yapalım, paramız yoktu dönecek.”

‘Ne tarafa?’ diye sordu taksici, uzunca bir yol bizi bekliyordu. Taksici başta ‘o kadar yol gidilir mi be? Kızılay'a bırakırım sizi’ demişti ancak hala kavgaya hazır gazımız üzerimizde olunca hiç alttan almadık, Abidinpaşa'ya kadar bıraktırdık kendimizi. Eve gelir gelmez de sızdık zaten.

“Abidinpaşa’da mı oturuyordunuz?”
“Evet, tek başıma kaldığım bir öğrenci evim vardı. Ahır gibiydi zaten, kapısı falan kapanmıyordu, anahtar da hep kapının üst tarafında duruyordu.”
“Hiç öyle birine de benzemiyorsun halbuki” dedi Dut şaşırarak.
“Nasıl birine benziyorum?”
“Ne bileyim sıradan.”
“Sonradan sıradanlaştık işte.”
“Yuh oradan Abidinpaşa’ya kadar taksiyle mi geldiniz?” diye araya girdi Kuru.
“Tabi. O kadar attılar, konser yalan oldu, paramızı da vermediler” diye yanıtladı Laz.
“Dünya para tutmuştur lan.”
“Umrumuzda mı sanki?”

Ertesi gün uyanır uyanmaz "ibne miyiz la biz!" diye bağırdım, herkes uykusundan kahkaha ile uyandı...

Konserde biz gittikten sonra ne oldu, hangi şarkılar çalındı, insanlar nasıl eğlendi hiç bilmiyorum. Merak ediyordum aslında çünkü Aylin Aslım'ı ilk kez canlı izleyecektim, olmadı. Muhterem’in sayko yanını ilk kez görmüş olmanın verdiği şaşkınlıkla konserden çok Muhterem’in nidaları hatırlandı ve benim ömrümde ettiğim tek kavgam. Demek ki insanlar birbirlerini bu şekilde gazlayıp şiddete teşvik ediyorlar.

“Ee nasıl bari sevdin mi kavga etmeyi?” diye sordu Bahadır, gülerek.
“Yok lan nesini seveceğim. Ben hala konuşup anlaşma taraftarıyım.”
“Nasıl bir adamsın sen?” diye girdi araya Derya.
“Öyle bildiğin adam işte” dedim bir taraftan gülmekten kasılan çenemi ovarken.
“Muhterem’i de orada tanımış olduk tam olarak” dedi Mustafa.
“Gerçekten ha!” diye onayladı Laz.
“Sen hiç konuşma Laz” dedim “senin nasıl bir insan olduğunu da bizim evdeki yılbaşı partisinde anladık” dememle Muhterem ve Mustafa’dan bir kahkaha koptu.
“Onda ne oldu?” diye sordu Kuru merakla.
“Anlatalım mı onu da? Sıkılmazsınız değil mi?”
“Yok canım, anlatın.”
“2005 yılbaşısı falandı” diye girdim lafa;

‘Kolay gelsin.’
‘Sağolasın.’

Ulan bari bir arkanı dön selam verirken. Benim evimdesin, seni tanımıyorum bile ve dışarıdan gelen benim.
   
‘Kurdunuz mu bilgisayarı?’
‘Ya kurduk da müzik çok yüklemişiz, açılırken kitleniyor.’
‘Hmm. Ben Emre.’
‘Ben Apo."
‘Senden n'aber Can?’
‘İyi ya, şu kurulum bitsin alkol almaya gidelim, bir de insanları Kızılay'dan toplamak gerek, burayı bilmiyorlar.’
‘Tamam, ben şu çantayı bırakayım. Çok kişi gelecek mi?’
‘Foruma haber saldık, 20 kadar kişi gelecek sanırım.’
‘Hey maşallah!’

“Nasıl ya? Tanımadığın birileri var evinde, internetteki bir foruma haber edip yılbaşı partisi yapacaksınız hiç tanımadığınız kişilerle” diye hayret dolu bakışlarla sordu Dut.
“Aynen öyle.”
“Emre ben seni hiç tanımıyormuşum.”
“Ben de seni tanımıyorum hala” dedim gülümseyerek.

Kendi başıma yaşadığım bir evdi neticede ve yılbaşının gelmesi coşkusunu genç damarlarımızda hissediyorduk. Anahtar her zaman kapının üstünde dururdu zaten, haberli habersiz arkadaşlarım sürekli gelirdi eve. Bu parti için de önceden gelip evi hazırlasınlar diye arkadaşa anahtarın yerini söylemiştim. Nasıl bir gafletle tamam dedim hatırlamıyorum ama bir yola girmiştik vesselam. Kızılay'a vardık, insanları toplamaya başladık ve alkolleri. Taksi en uygunu, 5-6 kişi sığalım her taksiye, otobüs parası da anca o kadar tutar zaten.

‘Öne hanım kızımızla birlikte birisi otursun.’ dedi taksici amca.
‘Tamam, madem hiç biriniz oturmuyorsunuz ben otururum.’ diyerek kuruldum öne.
   
“Çakal, bilerek atlamıştın oğlum sen orada öne” dedi Mustafa.
“Ne alakası var lan, öne birisi geçmesi gerekiyordu, kimse oturmadı.”
     
Bagajda alkoller, kucağımda ortamın tek kızı yoldaydık. Ev yakın olunca bu kadar kişi taksiye bindiğimiz takdirde otobüse vereceğimiz paradan çok daha azı ile eve varabiliyorduk. Önden bir gurup arkadaş yola çıkmıştı, o güne kadar yapmak isteyip de bir türlü yapamadığım aksiyon sahnesini nihayet gerçekleştirebilmiştim; “öndeki taksiyi takip et!”
   
“Onu ben de yapmak istedim hep” diye lafa karıştı Nergis.
“Bir keresinde ben de yapmıştım” dedi Kuru, “eğlenceli oluyor.”

Önlü arkalı vardık taksilerle. Bizimkiler önden gelip evi derleyip topladıklarından dolayı girer girmez içkileri soğutmaya koyulduk, insanlar mont ve çantalarını çıkardı, çekyatlara yayılmaya başladık. İnsanlar birbirleriyle kaynaşıyorlar, muhabbet sohbet. Ne de olsa kimsenin birbirini tanımadığı bir ortam. İçlerinden biri seri katil olsa, kafayı güzel yaptıktan sonra hepimizi kesse yeridir.

Bir de süpriz vardı; babam ve kardeşim de yılbaşını geçirmek için Ankara'ya geliyorlardı. O an annem gelmedi diye o kadar sevinmiştim ki. Çünkü o kadar adam dağıtacaktık o gün, evin tavanı ya da duvarları, bir yerler mutlaka yıkılacaktı. Öyle bir gençlik ateşiyle, öyle bir gazla girişmiştik bu parti işine. Babam da kardeşim de dünyanın en iyi aile bireyleridir, annem de öyle.

“Bilirim” dedi Mustafa sırıtarak.
“Ben de” dedi Laz ve Muhterem bir ağızdan.

Babam eve geldiğinde kalabalık ve hengameye hiç bir şey demedi. Demez zaten bilirim babamı da yine de baba yani. Geldi, zaten bir kısmını tanıyor insanların, benim arkadaşım olan kısmını en azından. Geri kalanını ben de tanımıyorum. Tanıştıklarımın isimlerini de çabucak unuttum zaten.
   
Ama mareşal! Böyle bir adam yok. Forumuna haber saldığımız site bu elemanın arkadaşınınmış. Bu da ilk üyelerdenmiş. Tamam Allah var o site o zamanların feysbuku falan sayılmasa da türk rock camiasının sözü geçen sitesiydi. Adama en uygun lakap olarak da mareşali bulduk. Adam kıdemliler kıdemlisi(!). O siteye ilk üye olanlardan.

“Gerçekten ya, o mareşal neydi öyle” dedi Mustafa gülerek.
“Bu siteyi benim arkadaşım kurdu! 2. üyeyim ben!” dedi Laz yine gülerek.
Bir de fakır vardı. Adamın adı Berker'di (şimdi adamın adı diye bahsediyorum ama sonradan yollarımız tekrar kesişti, meğer ne kafa adammış, daha samimi olduk sonra). Berker ismi istemsiz olarak “fucker”ı anımsattığından dolayı da ona fakır aşağı fakır yukarı diye seslendik tüm gece.
   
Biralar soğumuş, fıçılar açılmış, ışıklar söndürülmüş, milyon tane mum yakılmış - Allah'tan yanmadık o gece -, yerler alınmış... Herşey tamam yani, başlayabiliriz. Doldurduk biraları, herkes kendi arasında sohbet ediyor. Biz de kendi aramızda dalmışız muhabbete, müzikten, siyasetten, geyikten herşeyden bahsediyoruz. Bir ara arkadaş gitar aldı eline tıngırdatıyor. O arkadaşla başlamıştım ben müziğe. Neyse. 20 adam 1 kız olunca herkes kızın peşinde köşe kapmaca oynuyor. Kız diğer odaya gidiyor, tüm adamlar peşinde. Biz de üşengeç tayfa, kılımızı kımıldatmıyoruz, anca koltuklarda yayıl, bira iç. O zamanlar idmanlı olduğumuz için içtikçe içiyoruz, hala ayaktayız. Salonda kurulu olan bilgisayarı büyük yatakodasına geçirmişiz, tüm mont ve çantalar orada. Diğer odada ise kız ve etrafındaki adamlar. O kadar komik görünüyor ki. Kıza kur yapan yapana. Herkes kendinin bir yönünü göstermeye çalışıyor.
   
Bir süre sonra fıçı biralar bitti, şişelere geçtik ama stok hızla tükenme yolunda ilerliyordu. Sağolsun Can şaraplarımızı kırdığı için nevale baya azalmıştı. Bir ara mutfağa bira almaya girdiğimde artık kafamın çok da yerinde olmadığını ya da diğer tüm insanların sarhoş olduğunu ya da hep beraber kafayı bulduğumuzu anlamıştım. Babamla mareşal buzdolabının önünde muhabbet ediyorlar;

‘Benim arkadaşım kurdu o siteyi, bilmem nereden bilmem ne sörvırı açtı, oradan oraya birşeyler şey yaptı bıdı bıdıbıdı’
‘Tamam mareşalim, doğrudur’ diye onaylıyor babam da.
‘Ama işte ben üye olunca bıdıbısıbısıbıdı...’
   
Oha resmen mareşal babamı kitlemiş ve benim bile anlamadığım bilgisayar terimlerinde birşeyler anlatarak sevgili babacığımın beyninin ırzına geçiyor! Babam da “he mareşal, öyle mareşal” diyerek geçiştiriyor. Babamın gençle genç olmasına, arkadaşlarıma benim taktığım lakaplarla seslenmesine alışığım ama mareşali ne ara duyup benimsedi çok şaştım.
   
‘Oğlum yeter, çok içtin.’
‘Baba bu son! Başka ne zaman içebilirim ki zaten?’
‘Ama ayakta duramıyorsun.’
‘Yok baba, iyiyim ben.’
‘İyi tamam.’
‘Emre biz hiç içmedik bira!’ diye Mustafa ve Laz geldiler, sanırım elimdeki son biraydı.  
‘Hmm doğru içmediniz.’
‘Onu bize versene!’
‘O zaman bunu beraber içelim. Siz için ama ben de içeyim!’ bunu derken şişeyi elimde sıkı sıkı tutmayı ihmal etmedim.

“Bizim kafamız da bir dünyaydı o sırada, hatırlıyorum” dedi Laz.
“O zaman birama niye salça oldunuz lan? Ben o birayı kaptırmamak için neler geçirdim kafamdan.”
   
Bir taraftan da arada bir odaları gezip herkes yaşıyor mu diye bakmayı ihmal etmedim. Kıza kur yapan tayfa kız nereye giderse oraya gidiyor. Kız bir ara adamlardan sıkılmış olacak ki bizim yanımıza geldi sohbete, sonra adamlar yine yumulunca el mecbur kaçtı kızcağız. Bir ara bu kıza yazan tayfa dışarıyı çıkıp Apo'nun vosvosunda takıldı tabii ki kızla birlikte. Bir ara montların olduğu yatak odasında iki tane eleman porno izlemeye çalışıyorlar ama bilgisayarın hafızası ağzına kadar dolu olduğundan açamıyorlardı. Bir ara yönetici geldi, ömrümdeki ilk şiddetli kavgam evdeki diğer kişiler tarafından önlenmişti, ne güzel kafa göz dalacaktım zaten sevmiyordum pici!
   
“Hayret! Sen kavga eder miydin?” diye sordu Nergis.
“Etmezdim de işte o an gaza gelmiştim.”
“O değil de kıza yazık lan” dedi Derya.
“Bence de” diye onayladı Dut.

Ve işte beklenen an geliyordu! Saat 00:00'ı vurmak üzereydi. Hangi parlak fikirlinin aklına geldi bilmiyorum ama ben bile olabilirim, pogo yaparak girelim dedik yılbaşına, tüm sene tepinerek geçer diye. Hem de alışılagelmiş birşey değil sonuçta. Önce SOAD açmaya çalıştık, başaramadık. Sonra hem vaktin daralması hem kafaların güzelliğinden ötürü 10'dan geri saymaya başladık. 0'ı vurduğumuzda herkes birbirine girdi. Daha önce pek çok kez pogo yapmıştım ama bu en zevklilerindendi. Müzik yok, ihtiyaç da yok. Birader de daldı, babam kapıdan izliyor - yok bir de dalsaydı, o kadar da değil! - 15-20 dk belki daha fazla nefessiz tepindik. Herkes bir köşeye yığıldı. Alkol de bitmişti. İşte o an babam babalığını göstererek;
   
‘Hadi bir koşu gidin rakı alın gelin!’
‘Allaaaaah’ diye eline parayı alan Laz, üzerindeki ince atlete aldırmadan sokağa fırladı, ardından da Mustafa.

“Çok iyi hatırlıyorum ya” diye güldü Mustafa, “adam o dik yokuşu koşa koşa çıktı, üzerinde sadece fanila var, içeri girdi bu;” diye anlatmayı Mustafa sürdürdü.
   
‘Abi bize rakı ver!’ dedi Laz elindeki parayı tezgaha vurarak.
‘Gençlik yanıyor yahu!’ dedi tekelci. Laz'ı gördükçe kendisi üşüyordu.
‘Aynı koşar adımlarla eve döndük ama ben o yokuşta koşarken nasıl düşmedim hiç bilmiyorum, adam rakı diye çıldırdı resmen’
   
Rakı gelince ne olur? Memleket meseleleri tabii ki. Servisleri ben yapıyorum, o zamanlar en sakar hallerim ama hayret ki tek damla dökmeden servis yaptım.

“Babamla Anıl'ın samimiyeti bu partiye dayanır” diyerek anlatıcılık bayrağını yine devraldım.
‘Bak şimdi Ahmet Amca...’
‘Ne amcası lan! Ben o kadar yaşlı mıyım?’
‘Ahmet Abi...’
‘Rakı sofrasında abi olmaz!’
‘Bak Ahmetcim...’ dedi en sonunda elini babamın omzuna atarak. Ne diyeceğini şaştı çocuk.
‘Söyle Anılcım!’
   
Masada yine gürültülü bir kahkaha silsilesi başladı, “beni de tanıştır babanla!” dedi Dut kahkahasını bastırınca.
“Tanıştırırım tabi, bu aralar gelmiyor Ankara’ya, gelse tanıştırırım.”
“Gidince tanışırız artık, ne yapalım.”
“Aa evet, bize gidince tanışırsınız.”
“Size gitmek derken?” dedi Kuru.
“Ya biz birkaç güne kadar tatile çıkacağız, oradan da Emre’nin memlekete falan geçeceğiz” diye açıkladı Dut.
“Oo görücüye çıkıyorsun yani hatun” dedi Kuru, Dut’tan makas alarak.
“Ne alakası var, gezmeye gidiyoruz” dedi Dut biraz hırçınlaşarak, biraz da utandı sanırım.
“Tamam hatun, bir şey demedik. Sen anlat Emre, dinliyoruz.”

Adam da şikayetçi değil durumdan! Kanka gibi takıldılar tüm gece, bir muhabbet sohbet. Sonra bir ara yerde bardak kırılmış, evin tek kızı onu süpürmeye çalışırken Laz devreye girdi.

“Tamam oğlum burayı geç” dediyse de Laz, durmaya niyetim yoktu.

‘Oğlum ben bu kızı ayarlarım.’
‘O nasıl olacak?’
‘Baya. Tüm gece millet etrafında dolandı kimse götüremedi, ben götürürüm.’
‘Ya Laz bırak Allah aşkına!’
‘Görürsün bak.’
   
Camları süpürmek için eğilen kızın yanına Laz da eğildi ve ömrümüz boyunca unutmayacağımız o cümleyi kurdu; "yalaşak mı?" Kız güldü, süpürgeyi bunun kafasına geçirdi, işini yapmaya devam etti.

Karnımızı tuta tuta güldük masada, Bahadır yere düştü gülerken, biraz da ona güldük. Hikayenin devamını getiremiyordum gülmekten. Laz da gülüyordu ama hafif de kızardı. Hiç birimiz toparlanamadık son cümlenin ardından. Hatta yan masalardan muhabbete kulak kabartanlar olmuştu, onlar bile gülüyordu. Tüm mekana açık gösteri yapıyorduk resmen.

“Ne gülüyorsunuz oğlum, hiç yoktan denedim” demesinin ardından tekrar koptuk. Biz hala yerde kıvranıyoruz, “yalaşak mı?” ne demek lan?

O kızla beraber misafirlerin bir kısmı gitti, gitar çalan iki genç geldi. Ben oraları kesik kesik hatırlıyorum. Onlar da gitarlarıyla şarkı falan çaldılar. Bir ara babamın onlardan türkü çalmasını istediğini hatırlıyorum. Sonrasında ise yatış pozisyonu aldık. Ben biraderle uyudum, babam Mustafa'yla. Diğerleri de buldukları yere kıvrıldılar.
   
Sabah kalkıp tekrar bir asayiş çektim. Babamla Mustafa tamam, diğerleri de tamam. Bir de içerideki odaya bakalım. Girer girmez bir gülme aldı beni. Apo o 2 metre boyunda, 1 metre enindeki arkadaş ortaya yatmış, herkes de kafasını ona koyup uyumuş. Adam resmen yastık işlevi görmüş. Sonra banyoya baktım, bakmaz olaydım. Küvet ağzına kadar kusmuk dolu. Herkes ergen olunca kaçınılmaz son o idi işte. Onu görünce ben de gidip tuvalete kustum.

Herkes uyanıp bir tencere menemeni afiyetle yedirdikten sonra ortalıkta kimse kalmadı. Herkes işine gücüne gitti yahut işten kaçtılar. Ne de olsa ortalığı toplamak Arslan ailesine kalmıştı. Sadece 2 çekyat, bir yatak, bir masamız olduğundan ötürü temizlik kolay bitti. Tek zorlayan banyo oldu. Tıkandığı için herşeyi el ile temizlemek zorunda kalmıştım. Babam da tek kelime etmedi, nasıl onurlanmıştım, nasıl gururlanmıştım. Arkadaşlarım arasında namım yürürdü yani, babam benimle birlikte yılbaşında dağıttı diye. O zamanlar bırak böyle bir şeyi kendi evinde yapmak, arkadaşının evinde yapıldığından haber alsa baba orayı basar, çocuğunu da alır eve götürürdü.

“Çok iyiymiş ya!” dedi Kuru, “şimdi bile öyle partiler olmuyor.
“Gerçekten ya, geç tanımışız seni” dedi Dut.    
“Oğlum sizin o ikiz yatak kırıktı ya, hani bir keresinde üstüme atladınız hepiniz birden, tek bacağı kırılmış çapraz duruyordu. O yüzden tüm gece babanın tepesinde uyudum ben! Gece de midem çok bulandı, kalkmaya üşendim. Dedim şuradaki çantalardan birine kusayım, nasılsa kimse anlamaz, o kustuğum çanta benim çantam çıktı! O kadar çantadan sen git kendi çantanı seç!”

“Allah'ın sopası yok, sen elalemin çantası diye kusarsan böyle olur işte” diyordum ama gülmekten cümleyi toparlamam epey vakit alıyordu. Masadakiler de karınlarını tutup “tamam yeter artık, biraz ara verin, altımıza edeceğiz” diyorlardı.

*Arkası yarından sonra*
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.