- Burayı da ne güzel yaptılar lan! Önceki halini hatırlamıyorum bile.
- Arnavut kaldırımı gibi bir şeydi işte, eski model banklar falan...
- Haa doğru ya.
- Eee anlat bakalım.
- Anlatacak bir şey yok, dersaneye gidiyoruz işte. Haberler sende.
- Ne haberi olsun ya, fakir ne yapar? İşe git gel işte.
- Fakir derken?
- Oğlum baksana, ben ömrümde çalıştım mı?
- Ha buna da fakirlik diyorsun?
- Ya ne?
Ankara’nın trafiğe kapalı, insanların genelde alışveriş için geldikleri caddede bir büfenin yanındaki boş banklara oturup insanları seyrediyorlardı. Alışveriş için koşuşturan insanlar, şarkı söyleyerek para toplamaya çalışan bir deli, okuldan çıkan öğrenciler, dükkanlarının önündeki taburelerinde muhabbet eden esnaflar. Herkes oradaydı. Diskmende çalan Kesmeşeker. Ortaklaşa aldıkları koladan büyük bir yudum alarak, gelenekselleşen kola-puro sohbetlerinin bir tanesine daha başlıyorlardı. Oturdukları bankta biraz daha yayılarak purodan bir fırt çekti ardından da derin bir nefes çekerek anlatmaya başladı.
AŞTİ’ye bir bagaj dolusu eşya ile bir kadın ve iki küçük oğlu gelmişti. Ailenin babası onları orada karşıladı. Yüzünde büyük bir mutlulukla. Nasıl mutlu olmasındı, yıllardır her yolu denemiş ama dikiş tutturamamıştı. Çalışa didine edindiği malların çoğunu icralara, hacizlere kaptırmış, en yakınım dediği ailesinden destek yerine hep köstek görmüş, yaptığı işlerin hepsine taş konmuştu. Aradığı fırsatı bir iş görüşmesi için gittiği Ankara’da bulmuş onu da kaçırmamıştı. Gençliğinden aşina olduğu mesleği yapacaktı, politika. Dönemin devlet bakanının danışmanlığını yapacaktı. Emrine amade araba ve şöförü vardı, siyasi camiada ise sürekli görüştüğü taşaklı adamlar.
- Bi’ dakka bi’ dakka nasıl yani bakan danışmanı mıydı baban?
- Söylemedim mi hiç?
- Yoo, vay be.
- “Vay be”lik bir durum yok oğlum, içeriden bakınca politika daha pis bir şeymiş. İzlerken bunlaıyoruz politikadan, bir de içeriden görmen lazım.
- Neyse ee?
Eşyaları bir bir minibüse taşıdılar, oradan da yeni evlerine. Henüz mobilyaları yoktu, yatakları da. Yorganlarını yatak yaparak bir süre orada yaşadılar. Seçimler gelip çatmıştı. Bakan, partisini sattığından ötürü listeye alınmamıştı, danışmana da ihtiyaçları kalmadı tabii ki. Kirayı her halükarda ödemeyi taahhüt eden bakan, kirayı bırak birikmiş maaşlarını bile ödememişti.
Çulsuzluğun tarifi yeniden yazılıyordu. Duvar kağıtlarını yapan ustaların artık eve para istemeye gelmelerini önlemek için evde ışık yakmadan oturuluyordu. Taa ki bir gece kapıyı açmadıkları için zile bant yapıştırıp yukarıdaki kapıyı da yumruklayarak taciz etmelerine kadar. Ustaların kapının önünden bir anlık ayrılmalarını fırsat bilerek yangın merdivenlerinden kaçmalarına kadar. Ertesi gün pılını pırtısını toplayıp ayrılmışlardır evden. Yakınlarda başka bir ev bulmuşlardı ama daha bir gece bile konaklamadan oradan da postalanmışlardı. Ev halkı çaresiz, ev halkı çulsuz.
- Yok artık!
- Var artık! Hani anlatmıştım ya bir kızı evinde kaldık diye, işte o dönemler. (bkz: Gülşen'in Hikayesi)
- Eee sonra?
- Devam edeyim...
O kız da kış kışlayınca 1-2 hafta karayolları misafirhanesinde kaldılar. Umutlar hala taze, hala parasızlar. Sonrasında beklenen umut Kütahya’dan Yetişenler Derneği’nden geldi. İller bankasında çalışan Kütahya’lı bir abinin kefilliği ile aile Batıkent’te bir eve yerleşti.
- Ha sizin buraya taşınmanız öyle oldu.
- Aynen öyle.
- Sonra noldu peki.
- Dur kesme de anlatayım.
- Tamam tamam devam et.
Okullar başlamıştı artık. Evin babası hala politikacılarla görüşüp 3-5 kuruş para getirebilecek bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Evin küçük çocuğu ise geldiğinden beri kayıt olduğu üçüncü okuluna devam ediyordu. Bu sırada büyük çocuk yaşadıklarının şoku ve büyük şehrin getirdiği hava değişiminin getirdiği sersemleme etkisiyle arkadaş edinememiş durumdadır. Para puldan ötürü kendini hep eksikli hissetmekteydi.
Evde yiyecek bir şey yok, para da kalmamış durumda. Birkaç kez bu durumdan dolayı aile bireyleri karın gurultusundan uyuyamamıştı. Evin babası ise bir akşam kapıya gelen ev sahibinden kaçmak için diğer odada kapının arkasına saklanıp “evde yok” dedirtecek kadar çaresizdi. Kaçınılmaz son evin tek dişisinin kalan son ziynet eşyasını da satıp aldığı ekmekle yapılan kahvaltı sonrasında geldi, kapı dışarı edilmek. Evin annesi için bu son damlaydı. Gitti. O an idrak edilemese de en mantıklı karardı bu. Erkek erkeğe kalmışları artık, gidecek yerleri de kalmamıştı. İmdatlarına Aydınlıkevler’deki TKİ misafirhanesi yetişmişti. Kahvaltı bile veriyorlardı. Ancak çocukların okulları kaldkları yere üç vesait, 1.5 saat uzaklıktaydı. Ama bunu bile nimet olarak sayıyorlardı. Büyük oğul müziğe ilgili olduğundan küçük kaset çalarından sürekli müzikler dinliyordu, tabii olabildiğince de babasıyla paylaşıyordu şarkıları.
- Baba bak bir şarkı dinleteyim mi?
- Nasıl bir şeymiş o?
- Haluk Levent'in son kasetinden.
- Hadi dinlet bakalım.
- Bizi anlatıyor hem.
- Nasıl anlatıyormuş?
- Bak dinle.
- Baba bak bir şarkı dinleteyim mi?
- Nasıl bir şeymiş o?
- Haluk Levent'in son kasetinden.
- Hadi dinlet bakalım.
- Bizi anlatıyor hem.
- Nasıl anlatıyormuş?
- Bak dinle.
- Bitirdik değil mi?
- Bitirdik...
Kahvaltı zaten verdikleri için rahatlardı fakat akşam için bir şeyler bulmalılardı. Mutfaktan yemek çalmak! Bir süre bu şekilde idare ettikten sonra büyük çocuk durumu idare edebilse de küçük için annesizlik zor oluyordu. Annesini özlemişti. Bir şekilde otobüs parası denkleştirip – aslında anne yollamıştı o parayı – annesinin gönderilmişti. Geri dönmedi, dönemedi. Dönecek yeri yoktu zaten. O da mantıklı bir karardı ama o zamanlar için kabul etmesi çok zordu. Anne, kendi ailesinin yanında olduğu için evin en küçük bireyi de onun onun yanına yerleşmiş ve bir köy okuluna yazdırılmıştı. Aynı dönem içerisindeki 4. Okulu idi ve yaşadığı gel gitleri kendisinden başka anlayabilecek birisini tanımıyorum.
Büyükanne ve büyükbabaları tarafından da sürekli babasını aradığı için gelen kabarık faturalardan ötürü hor görülmeye başlanmıştı. Böylesine bir yük kaldırılabilir değildi. Evin annesi için de durum hiç kolay değildi. Bir çocuğu Ankara’da ne yer ne içer kaygısı, diğeri yanında hor görülüyor, kendisi bile zor sığıyordu ailesinin yanına. Yaptığı el işlerini, babasından aldığı harçlıkları toplayıp Ankara’daki çocuğuna yetiştiriyor, bir taraftan da yanındaki oğlunu koruyup kollamaya çalışıyordu. Ailenin tüm fertleri için en zor zamanlardan birisiydi.
Bir gün yine gizlice gerçekleştirdiği telefon görüşmesinde hıçkıra hıçkıra ağlayıp “alın beni buradan, kurtarın!” dediğini demin gibi hatırlıyorum.
O zamanlar Batıkent CarrefourSA'da yeni çıkan albümleri dinlemek için düzenek kurmuşlardı, o zamanların yeni çıkan ve en çok satan albümlerinden birisi de Ahmet Kaya'nın şarkılarının başka kişiler tarafından yorumlanıp albümleştirilmiş haliydi. O albümde Feridun Düzağaç'ın seslendirdiği Beni Vur şarkısı sanırım her dinlediğimde içimi kahreden şarkıydı. Markete her girdiğimizde önce o şarkıyı dinlerdim.
O zamanlar Batıkent CarrefourSA'da yeni çıkan albümleri dinlemek için düzenek kurmuşlardı, o zamanların yeni çıkan ve en çok satan albümlerinden birisi de Ahmet Kaya'nın şarkılarının başka kişiler tarafından yorumlanıp albümleştirilmiş haliydi. O albümde Feridun Düzağaç'ın seslendirdiği Beni Vur şarkısı sanırım her dinlediğimde içimi kahreden şarkıydı. Markete her girdiğimizde önce o şarkıyı dinlerdim.
Arkadaşı elini omzuna koydu, gözleri dolmuş uzaklara dalan arkadaşı da burnunu çekip,
- İşte arkadaşlığın kutsallığını o dönemler öğrendim. Devam edeyim mi?
- Lütfen.
Bir gün evin büyük oğlu yine en arka sırada yalnız başına etrafı izlerken sarışın çakır gözlü bir çocuk geldi yanına.
- N’aber? Sen ne müzikler dinlersin?
- Feridun Düzağaç, Kargo, Koray Candemir, Şebnem Ferah...
- Hadi ya? Feridun dinliyorsun sen de?
- Sen de mi seversin?
- Evet bayılırım.
- Bende son kaseti var, dinler misin vereyim mi?
Heralde okuldaki ilk arkadaşı oydu. Gözleri parlıyordu okuldan eve dönerken. Arkadaş edinmişti. Arkadaşlığı ise yine aynı çocuğun onu evlerine mantı yemek için çağırmasıyla pekişti, diğer arkadaşlarıyla da orada tanıştı. Aylardır sadece kuru ekmek yiyen birisi için mantı bulunmaz bir nimetti. Onun da ötesinde bir sürü arkadaşı olacaktı artık. Ankara’daki ilk arkadaşları olacaktı.
- Aaa evet hatırlıyorum, neredeyse ilk kez orada tanıştık.
- Yaa işte, sizin için basit bir yemek olabilir, benim için bir milattı o.
- Bir yemeğin bu kadar anlamlı olabileceğini hiç düşünmezdim.
Neyse bir gün bu çocuk biletinin bitmesi ve parasının olmaması nedeniyle ağlamaklı bir şekilde okulun merdivenlerinden iniyordu, dudağında arkadaş tavsiyesiyle aldığı Duman grubunun son kasetinden Ah şarkısı, dokunsanız ağlayacak. Gidemez ki evine. Ne parası var ne otobüs bileti. Arkadaşı arkasından yaklaşıp “gel bize gidelim” dedi. Dünyalar onundu, ikiletmedi bile teklifi. Ankara’da bir aile daha edinmişti farkına bile varmadan. Zaten sonradan o misafirhaneden de şutlanınca her arkadaşında birer ikişer hafta kalarak sürdürdü hayatını. Harçlığını arkadaşlarının ailelerinden alıyordu. Çamaşırlarını da onlar yıkıyordu. Ankara’da bu şekilde 4-5 ailesi daha olmuştu.
O kadar başlarından geçenlere rağmen baba hiç bir zaman olumsuz konuşmamış, herşeyin iyiye gideceğinden bahsedip yoldaşı olan oğluna hep güzel şeyler anlatıyordu. O da o sıralar arkadaşında kalmakta, işleri yoluna koyma çabasındaydı. Baba oğul her zaman birbirlerinin psikolojik danışmanlarıydı. Baba her zaman Big Fish filmindeki gibi bir baba olup en olumsuz olayı bile neşeli bir şekilde anlatabiliyordu.
- E oğlum senin bizimle tanıştıktan sonraki durumun çok farklıydı, toparlamıştınız sanki o zamanlar.
- Yani eskisine nazaran daha iyiydik tabi ama hala para sıkıntısı vardı.
- O nasıldı peki?
- O da başka zamana. Sen işe geç kalmıyor musun?
- Hasiktiiir hakkaten ya lafa daldık.
- Dur şunu başa sar, tekrar dinleyelim de öyle git.
Taşınabilir CD çalardan son bir kez daha Kesmeşeker – Tek Kişiyim Ben Hala dinlerken koladan son yudumlarını, purodan son nefeslerini almışlardı. Sonra yavaşça doğrulup farklı yönlere hareket ettiler.
Yorum Gönder