Oof başım. Bu koku. Yeni yıkanmış nevresim kokusu. Epeydir bu kokuyu almıyordum. Öğrenci evinde kalmanın dezavantajları. Bulutlar. Bulutların üstünde mi uyumuşum tüm gece? Ne kadar güzel bir nevresim bu. Odaya sızan güneşin açısı görmemi engellemeye yetecek eğimde geliyor gözüme. Açamıyorum. Ağzım kurumuş. Yanımdaki çıplak sırt kime ait? Sen? Hayır, hatırlayamıyorum. Kızıl kısa saçlarının bittiği yer. Ne kadar da güzel bir boynu var. Peki neden yanımda? Neden çıplak? Daha doğrusu ben neden onun yanındayım? Burası neresi? Su içmeliyim. Benim kıyafetlerim nerede?

Yatağın iki tarafı da duvara dayalıydı, küçük bir oda ama daraltmıyor. Ayak ucundan kalktım yatağın. İşte telefonum, komidindeki ruj, parfüm, oje ve diğer kişisel bakım kremlerinin yanında duruyor. 7 cevapsız arama! 3 de mesaj var. Hiç okuyacak halde değilim. Gardrobun kapağı yarı açık, kapağın üzerinde de kıyafetler gelişi güzel şekilde duruyorlar. Hemen hepsi pastel renklerde. Hah işte pantolonum! Gömleğim de yerde.

Yerdeki kıyafet ve kitap yığınlarının üzerinden adımlayarak geçtim. Yeraltı Edebiyatı’ndan bir kaç kitap gözüme çarptı, çok üstünde durmadım. Ev hiç tanıdık gelmiyordu. Oda, geniş bir salona açılıyordu. Dört kapısı var salonun. Biri balkon, o kesin. Bu kapıdan ben çıktım. Sanırım şu kapı diğer odaya açılıyor olmalı. Çıkış kapısı bu olduğuna göre banyo bu taraftadır. Banyo salon ve diğer odaya kıyasla oldukça temiz. Temizlik ve bakım ürünlerine bakılırsa tam bir kız evi. İyi de ben neden buradayım? Şu anda sorgulamanın sırası değil. Yüzümü yıkayıp kana kana su içtim. Şu su da alkol gibi oturuşta litrelerce içilebilse sanırım alkolü bırakırdım. Aynadaki yansımamı tanıyamadım, yüzümdeki o çizik de neyin nesi? Başım hala ağrıyor.

"Günaydın."
"Günaydın." yansımasını aynadan görmüştüm. Dönüp soran bakışlarla ona baktım.
"Çok acıyor mu?"
"Hayır. Aslında bilmiyorum, hatırlamıyorum. Ne oldu? Neredeyim ben?"
"Kahve?" dedi, sorumu duymamışçasına.
"Sade."

Mutfağa gidip ısıtıcıya suyu koydu, düğmesine bastıktan sonra sigarasını yaktı. Belini tezgaha dayayarak sigarasından derin bir nefes daha çekti, düşmek üzere olan küllerini avucuna silkip gözlerini tavana dikti. Baktığı yöne baktığımda gördüğüm sadece içinde birkaç sinek ölüsü bulunan lamba kapağıydı. Mutfakta hiç pencere olmadığı için gündüz olmasına rağmen ışık açıktı. Sandalyelerden birine oturup tam konuşmaya tekrar başlayacaktım ki kaynama sesinin ardından gelen "tık" sesi suyun kahve içmeye hazır hale geldiğini haber veriyordu.

"Sade demiştin değil mi?"
"Evet."
"Nasıl içiyorsunuz zehir gibi kahveleri? Boşuna mı kahve kreması üretiyor insanlar?"
"Bilmem. Krema ve şeker kattığında kahvenin bir tadı kalmıyor ki."
"Hah! Çok bilmiş."
"..."

Son cümlesinin ardından gülümsedi. Sanırım o da sabahları huysuz olanlardan. Uyandığından beri ilk kez gülümsedi. Sol yanağında gamzesi vardı, çok hoş. Sigarasını muslukta söndürüp, elindeki külleri de yıkadıktan sonra kahveleri doldurdu. Diğer sandalyeyi ters çevirip bacaklarını iki yana atarak karşıma oturdu.

"Sigaran var mı?"
"İçeride."
"İçeride nerede?"
"Bekle getireyim." demesinden kısa bir süre sonra sigarayı alıp geldi. Parmak uçlarında koşar adım gidip gelmesi ya gerçekten çok hızlıydı ya da ben artık tümden zaman kavramını yitirmiştim. Sigarayı uzattı, kendisine de bir tane alarak.
"Ateş?"
"Sen de çok masraflı çıktın."
"Adın ne senin?"
"Ne yapacaksın? Facebook’a mı ekleyeceksin?"
"Yok ondan değil, adını bilmiyorum."
"Dut de sen bana."
"Dut mu? Bildiğimin şu meyve olan?"
"Evet, beğenemedin mi? Hemen hemen tüm arkadaşlarım bana Dut der."
"İlginçmiş. Nereden geliyor peki Dut ismi?"
"O uzun hikaye, sonra. Sana ne derler peki?"
"Benim hiç lakabım olmadı. Emre ben."
"Memnun oldum hiç lakabı olmayan Emre Bey."
"Ben de Dut Hanım."
"Üstümü giyineyim de çıkarız."
"Nereye?"
"Kahvaltıya tabii ki."
"Benim işim vardı."
"Bugün pazar!"

Sesinde resmen hükmeden bir ton vardı, karşı koyamadım. Aslında koymak da istemedim, dün gece neler olup bittiğini öğrenmek istiyordum. Üzerindeki gecelik benzeri kıyafeti gündelik kıyafetler ile değiştirmeye gittiği sırada aklıma telefonum geldi. Hemen çıkarıp önce cevapsız aramalara baktım. 5'i Pelin'den 2'si Ali'den diğeri ise annemden. Mesajların ise ikisi yine Pelin'e ait; "cnm ndn byle yapyrsn.biz ikimz olamyz ztn!!" diğer mesajın da pek bir farkı yoktu; "bn sni hep arkdsm olark cok sevdm lutfn oyle kal :((". Oldum olası böyle mesaj yazan insanlara kin gütmüşümdür. Adam gibi yazsa eline yapışır zaten. Ali'nin mesaj ise; "kanka cok ayip ediyorsn acsana telini!!!" Bi siktir git Ali ya, beni teselli edebilecek son kişi sensin.

Taşlar biraz biraz yerine oturmaya başlamıştı. Dün gece hep beraber içmeye çıkmıştık. "Ben Pelin'e açılmıştım günler önce ve cevabını daha dün vermişti. Ben de o kafayla içkinin dozunu artırınca kendimi kaybetmiş olmalıyım ama Dut? O nereden çıktı ki?" diye düşünürken Dut geldi. "Hazırım ben, hadi çıkalım."

Kadınlardaki süslenmeden önce ve süslenme sonrası arasındaki derin uçurumu sanırım hiç bir zaman anlayamayacağım. Gözü çapaklı hali bile güzelken bu hali nefes kesebilirdi Dut'un. Apartmanın gül desenli demir parmaklıkları olan kapısını farkında olmadan biraz sert bir şekilde çekince ses apartman boşluğunda yankılandı. Mart için güzel bir gün. Üzerimde sadece ince bir hırka olmasına rağmen üşütmüyor. Taksi önerime Dut kati suretle karşı çıkmıştı. Hava bu kadar güzelken neden bir araca binmeliymişiz ki? Haklı.

Abidinpaşa'dan Dikimevi'ne kadar bir solukta vardık. Yürürken koluma girdi. Bu rahatlığı nereden geliyor anlamış değildim. Kendimi sabahtan beri iğfal edilmiş gibi hissediyordum. Bir de buna Dut’un rahatlığı eklenince resmen elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemiyordum. Mülkiye'nin önünden geçerken "bak burası benim okulum" dedi. Onun hakkında öğrendiğim ilk gerçek bilgi bu idi. Adını bilmiyordum ama okulunu biliyordum. Gerçi henüz hayatımdaki ve dün geceki rolü nedir onu da bilmiyordum. Kahvaltı ederken konuşuruz nasılsa diyerek o anın tadını çıkarmaya devam ettim.

Ankara'da bir pazar gününden beklenecek tüm güzellikler vardı. Serin ve güneşli bir gün, tenha trafik, aheste yürüyen insanlar, kafelerdeki telaşsız içilen çaylar ve sohbetler, sıcak simit kokuları... Sanırım alkolün ertesi gün etkileri baş göstermeye başlamıştı. Midem sırtıma yapışmış gibi hissediyordum.

"Kızılay'a mı gidiyoruz?"
"Hayır, şurada bildiğim güzel bir kafe var. Ders aramız uzun olduğunda gider tavla atarız. Tavla oynamayı biliyor musun?"
"Bu da soru mu? Her Türk genci gibi!" Bu cümleme güldü, sanırım güzel hava onun da neşesini yerine getirmişti.
"Tamam geldik, burası. Günaydın Halil Amca!"
"Ne günaydını be kızım! Saat olmuş bir buçuk."
"N'apalım be Halil Amca, dersler sınavlar derken dengemiz alt üst oldu."
"Sen onu ailene yuttur. Sen de hoş geldin delikanlı."
"Hoşbulduk."

Bildiğimiz salaş öğrenci kafesiydi. Sanırım biraz da sol görüşlü bir yer. Duvarda Nazım, Çirkin Kral, Che, Ahmet Kaya posterleri vardı. Yine de iyi ışık alan, ferah bir mekandı. İçi sünger dolu rahat sandalyeler ucuz bordo kumaşlarla kaplanmıştı. Üzerinde altın rengi, ne çiçeği olduğunu bilmediğim büyük çiçekler vardı. Çok da büyük olmayan mekan sağlı sollu bu sandalye ve demir ayaklı ahşap masalarla donatılmış. Ortada koridor oluşturacak şekilde boş alan bırakılmıştı.

Boş masalardan ilk gördüğümüze oturduk. Hırkasını ve çapraz taktığı çantasını atik bir hareketle çıkarıp “tuvalete gidiyorum, bana çay söyle” deyip apar topar koridorun sonundaki WC yazısına yöneldi. Demin kapıda bizi karşılayan amca geldi;

“Ee ne getireyim size?”
“Arkadaş çay istedi ama isterseniz gelsin öyle verelim siparişleri.”
“Hay hay.”

Ses tonunda alaycılık var gibiydi. Dut gayet rahat bir şekilde konuşurken ben resmen yıllardır görüşmediğim Almanya’daki eniştemmiş gibi davrandım adama. Babacan da adama benziyordu aslında. Kır sakalları, çizgili gömleğinin düğmelerini zorlayan göbeği ve boyasız kunduralarıyla kafeden çok balıkçı meyhanesi işletir bir havası vardı.

“Tatlı adam değil mi?” Halil Amca’ya o kadar dalmışım ki Dut’un geldiğini görmemişim.
“Evet, çok babacan bir hali var.”
“Öyledir. Candır Halil Amca.” Son cümleyi yüksek sesle söylemişti, Halil Amca bize doğru döndü, gülümsedi.
“Burada yiyecek bir şey var mı?”
“Sen çay söyledin mi?” Yine duymazlıktan geliyordu söylediğimi.
“Hayır, sen gel, beraber karar veririz diye söylemedim.”
“Tamam o zaman.”

Kalktı, aheste adımlarla ihtiyarın yanına gitti, arkasından sarıldı. Aralarında derin bir muhabbet varmış gibi geldi ya da zaten Dut’un mizacı böyle olduğu için herkese aynı davranıyordu. Aralarında gülüşmeli kısa bir diyalog geçti, ardından bir çocuk neşesiyle gelip tekrar oturdu karşıma.

“Tost seversin değil mi?”
“Neli?”
“Karışık.”
“Ben et yemem.”
“Nasıl?”
“Vejeteryanım ben.”
“Yok artık!”
“Neden?”
“Entel misin sen?”
“Ne alakası var?”
“Allah Allah. Halil Amca! Tostun teki kaşarlı!” diye bağırdıktan sonra bana döndü, “ne kaçırdığını bilmiyorsun.”

Bir pirana sürüsü bile bir atı daha uzun sürede yerdi sanırım. Tostların masaya konmasıyla Dut’un bitirmesi bir oldu. Ben daha yarısına anca gelmiştim, çayım ise daha iki yudum azalmıştı. Dut’un çayı bile bitmişti.

“Halil Amca bana bir tost bir çay daha versene.”
“Derhal.”
“Yuh!”
“Ne oldu?”
“Ne ara yedin koca tostu?”
“Sen ağzını açarken. Sanada söyleyeyim mi?”
“Yok saol, bu yeterli.”
“Söyle bakalım, kimsin nesin lakapsız Emre?”
“Asıl sen söyle, nerede uyandığımı bile bilmiyorum. Sen kimsin onu da bilmiyorum. Tek bildiğim Mülkiyeli olduğun.”
“Ben Dut, 22 yaşındayım, Ankara Üniversitesi’nde okuyorum, Abidinpaşa’da bir öğrenci evinde kalıyorum, kahvaltıda iki tane yarım tost yiyorum. Başka sorun var mıydı?
“Bu kadar mı?”
“Ha bir de sigara kullanıyorum. Var mı sigaran? Benimki bitmiş.”
“Buyur.”
“Ateş? Biraz centilmen rolü yapamaz mısın?”
“Nasıl bu kadar rahat davranabiliyorsun? Nasıl güvenip eve aldın beni? Belki seri katilim, belki sapığım.”
“Hala yaşıyorum değil mi? Tecavüze de uğramadım, sorun yok. Ha tost geldi, sigaraya devam eder misin yoksa söndüreyim mi?”
“Ver.”

Parmakları çok nazik. O uzun ince on parmağıyla tuttuğu tostu bir çocuğun dondurma yemesi gibi tüketmesi, yanaklarının çatlayacak kadar dolması, ekmek kırıntılarının ve ketçabın her yerine bulaşması o kadar sevimli görünüyordu ki. Baş parmağında haki renginde taşlı bir yüzük vardı, sağ bileğinde ise 3-4 tane ip örgüsü bileklik. Saati yoktu. Ya zamanı hiç umursamıyordu ya da ihtiyacı yoktu. Kısacık kızıl saçları vardı, ona rağmen arkada ufacık bir tutamını ince bir lastikle bağlamış, önündeki perçemini de sağa yatırmıştı. Dağınıktı saçları ama özenle dağıtılmış gibi duruyordu.

“Yavaş ye, boğulacaksın!”
“Sono no?”
“Ağzındakileri yut da konuş.”
“Hah, şimdi gel. Boğulmam ben lakapsız! Hep böyle yerim ben.”
“İyi tamam nasıl yersen ye. Zaten ben neden hala burada oturuyorum ki? Ne bir şey anlattığın var, ne de düzgün bir cevap verdiğin.”
“Tavla atacağız çünkü.”
“Ne tavlası ya? Dün ne oldu onu anlat!”
“Tamam be aman, ne meraklı çıktın. Bardan kaldırdım seni.”
“Kaldırdım derken?”
“Düşürmek, kaldırmak, tavlamak... Argo kelime bilmez misin sen?”
“Bilirim de bir an senden beklemedim.”
“Neden beklemiyorsun ki?”
“Ya tamam, bir anlık boşluk işte. Sen anlat ne oldu gece?”
“Önce şu pulları diz.”
“Oof!”
“6-1! Hoop kapatalım şurayı. Hah ne diyorduk. Bardan kaldırdım seni. Aslında tam da bar sayılmaz. Evet seni barda gördüm ama o sıra kalabalıktınız, sen de bir kızın etrafında pervane gibi dönüyordun. İlgimi çekti sizin gurup, ben de izlemeye başladım.”
“Pelin.”
“Kim?”
“Pelin.”
“Her kimse işte. Sonra o, uzun iri bir eleman bir de sen bir ara tartışır gibiydiniz. İzlemeye devam ettim. Sonra onlar gitti, sen de orada öylece kalakaldın.”
“Evet. Piç Ali.”
“Ali mi o elemanın adı?”
“Evet. Adı batsın.”
“Şşş! Bir taraftan da elin işlesin, salla zarları. Zar tutma sakın!”
“Beceremem ben zaten tutmasını.”
“İyi, bir an ‘tutmadan atılmaz ki!’ diyeceksin diye ödüm koptu.”
“Tamam al sana 4-2 kapısı. Buraya kadarını ben de hatırlıyorum zaten. Devamında ne oldu?”
“Sonra sen içmeye devam ettin. O sıra gelmek istedim yanına ama karşıdan izlemesi daha keyifliydi ne yalan söyleyeyim. Oldum olası barda yalnız oturan adamlar çekici gelmiştir ancak çaresizliklerini ya da yüzüne kaybeden ifadesi takınıp dişileri kesmelerini izlemek daha çekici.”
“Ee sonra?”
“Ne sabırsızsın! Sonra sen baya kendini kaybettin. Resmen uçuyordun. Hırkanı aldın, son bardağını bitiremedin bile. Sonra sendeleyerek dışarı çıktın, doğru düzgün yürüyemiyordun bile. Sonrasında da kaçınılmaz son! Basamaktan aşağıya yuvarlandın. Sanırım suratındaki o çizik oradan geliyor.”
“Sen de sapık gibi beni mi takip ettin? Hadi ettin, neden gelip yardım etmedin?”
“Benim eve nasıl geldin sanıyorsun?”
“Nasıl?”
“Kolundan tutup kaldırdım, kusura bakma da biraz spor yapsan iyi olur, ömrümde tanıdığım en ağır insanlardansın.”
“Teşekkür ederim.”
“Rica ederim. Sonra bir taksiye bindik ve doğruca benim eve geldik.”
“Sonra?”
“Ne sonra? Erotik hikaye anlatmıyoruz burada, ne bu heyecan? Neyse, bende gereksiz bir titizlik hastalığı var. Özümde dağınık biriyimdir ama sokak kıyafetleriyle kimseyi yatağıma oturtmam bile. Seni bir güzel soydum, aslında kendin soyundun sayılır. Ben sadece yardım ettim.”
“Neden telefonum komidindeydi?”
“Çalınca açmak için cebinden çıkardın, sonra düşürdün. Yığıntının arasında kaybolmasın diye oraya koydum. Sağolsun sabaha kadar susmadı.”
“Sen neden benimle uyudun ki o zaman?”
“Sen benimle uyudun, ben seninle değil! Yatağa çöreklendin hemen soyununca, anında da uyudun. Kaldırmak ne mümkün. Yatağımdan başka yerde de uyuyamam ben. Dedim ya garip takıntılarım vardır. Yalnız düzgün oynamazsan bu oyun marsa gider.”
“Giderse gitsin. Sen neden çıplaktın peki?”
“Çıplak mı? Ne alaka be! Geceliğim vardı.”
“E sırtın açıktaydı, askı falan da görmedim, nasıl gecelik o?”
“Straplez gecelik canım.”
“O ne demek?”
“Oof dalga geçtim zaten. Ne bileyim, askım kaymıştır. Uyurken de kıyafetime dikkat edecek değilim.”
“Ha biz sevişmedik yani?”
“Yok canım, kafanı kaldıracak halin yoktu ki onu kaldırasın.”
“E neden kovalamadın beni evden? Ne bileyim, sabah olunca postalasaydın, buraya kadar sürükledin.”
“Bilmem. Tanımak istedim seni.”
“Neden ki?”
“Acı çeker bir halin vardı. Seviyorum öyle insanların hikayelerini dinlemeyi.”
“Sen Dövüş Kulübünü kaç kere seyrettin?”
“Carla’nın olayı bambaşkaydı canım. Ben sadece başkalarının dertlerini kendime derman ediniyorum.”
“Ne derdin var ki o kadar?”
“Sonra. Al bu da dört car, ben dedim sana oyun marsa gider diye.”

**Daha yeni başlıyoruz. Bu hikaye daha uzunda bir süre devam eder. Buraya kadarını 2 günde tamamladım. Sıkılmadan buraya kadar okuduysan seni mi kendimi mi kutlamam gerektiğine henüz karar veremedim. Her türlü eleştiriye açığım, hatta lütfen eleştir beni!


2 Comments

Oglak Kizlari dedi ki...

Ay daraldım derken ( vaktim kısıtlıydı o yüzden) profil aklıma geldi gülümsedim.

Elinize sağlık.

Hoşgeldim.

Açıksözlü anne Çiğdem

yufkayureklikelgobekli dedi ki...

Teşekkür ederim, hoşgeldin ^_^ "profil aklıma geldi gülümsedim." cümlesini anlayamadım :)

Blogger tarafından desteklenmektedir.