“Yapamıyorum” diye bir şey yok, “yapmak istemiyorum” var! İstersen matematiği de yaparsın resmi de. İkisine de mesai harcaman gerekiyor. Peki mesai harcamak istiyor musun? Tüm mesele burada. Motivasyonun neler? Günümüz şartlarında aslında para iyi bir motivasyon ama yeterli mi? Esnek çalışma saatleri? Freelance? Kafana göre işe gidip gitmeme kararı? Canın istemediğinde çalışmama? Tembellik hakkı? Bunların hepsine sahip olsan dahi mesai harcamak istemeyeceğin işler olabilir. Aslında her şeyin birleşimi göze o kadar güzel gelirken dış etmenler gerçekten etkiliyor. Kolay manipüle oluyorum. Kendi hayatımı dışarıdan izliyorum. Kendimde değilim. Kendim değilim. Neyim, kimim bilmiyorum. Ne yapıyorum ya da ne yaptırılıyor farkında değilim. Kukla gibi hissediyorum kendimi. İyi bir konumdayım. Öyle miyim? İyi konum ne demek? Belki de birçok insanın elde etmek için çırpındıkları yerdeyim. Önüme sunuldu. Başarmadım. Ömrüm boyunca başarılıydım. Hep önüme doğru fırsatlar çıktı, doğru zamanda doğru yerde oldum. Şu anda doğru yerdeyim belki ama zamanı doğru olmayabilir. 

Düşünün size bir can veriliyor. Belirli bir süresi var ve o süre boyunca senin o. Birisi çıkıyor ve o can üzerinde hak sahibi olduğunu iddia ediyor. Açıktan dile getirmese de o canı kafana göre kullanamıyorsun. O can artık senin hapishanen olmaya başlar. Kendinin içinde sıkışıp kaldığı bir duvar. Eğer ben bu canı istediğim gibi kullanamayacaksam neden benim? Yok eğer bu can seninse neden bana “istediğini yap, bu senin” diyorsun?  

Özgür olduğuna inandırılan köleler gibiyim. Sadece ben bu durumda olmayabilirim. “Çalışma şartları” denen ölçütlerin asgari müştereğine ya da en “iyi”sine bile baktığımızda onlardan daha iyi çalışma koşullarım var. Ben bundan daha kötüsüne bile razı durumdayım şu an. Belki de nankörümdür. Elimdekiyle yetinmeyi bilmiyorumdur. Yetinmek derken de bundan daha iyi şartlarda bir iş yaşantım olmayacağını bildirmek isterim. “E ne peki senin derdin?” dediğinizi duyar gibiyim. Derdim şu: tam olarak bir çalışan değilim. Çalışan dediğine amiri görevler verir, o görevleri yerine getirirsin. Makine gibi. Doğru mu peki bu çalışma şekli? Belki evet, belki hayır, tartışılır. Tam olarak bir patron değilim. Kimseye bir şey yapması için görev vermiyorum. Tam olarak bir ortak değilim. Müşterek kararlarla yürütülen bir işim yok. peki neyim? Patron gibi davranması gereken ancak amirinin sözünden çıkmayan bir ortak? Karışık değil mi? Yemekteki menü belliyse birine “ne pişireyim?” diye sormanın mantığı nedir? “Bunu yiyeceğiz” dese ne beklenti kalır ortada ne hayal kırıklığı. Menüde pizza var diyelim ve pizzayı zaten çok seviyorsunuz ancak size sorulduğunda siz fikrinizi çorba olarak beyan ettiyseniz o pizza hayal kırıklığı yaratır. Yıkılmazsınız belki ancak içiniz yine de burulur. Fakat o pizzayı doğrudan masaya getirseydiniz ve fikir almasaydınız masadaki herkesin gönlünü kazanır, mutlu ederdiniz. Menüde sürekli pizza var ve ben sevdiğim bir yemeği zorla yemek zorunda kaldığım için artık pizza sevmiyorum. 

Okullardan neden mezun oldunuz? Motivasyonunuz neydi? Çok para kazanmak mı? Evet başarabilirsiniz, o kadar da büyütülecek bir şey değil. Ancak bunun için mesai harcamayı da pek sevmiyorsunuz değil mi? Aslında değil. Hepimizin mesai harcamak için can attığı şeyler var. tek mesele kendimizi adayamamak . Nusret neden bu kadar zengin ve ünlü? Adadı kendini. İşiyle yatıp kalktı. Doğru tanıtımlar yaptı. Eğer Nusret yaptığı işe inanmasa ya da ona dayatılan kasaplığı yapsaydı muhtemelen sıradan bir kebapçı olarak devam ederdi hayatına ve işini çok sevse dahi sevdiği işi yapması için onu zorlayan insana tepki olarak hiçbir gelişim hareketine girmeyecekti. Örneğin sen yazılımcı arkadaş ya da grafiker. Yaptığın işi gerçekten seviyorsun belki ancak yaptığın işin içeriğine inanmıyorsun. Dolayısıyla o işi bir üst basamağa taşımak için hiçbir çaban yok. söyleneni yapıp geçiyorsun ya da günü kurtarıp bitiriyorsun ya da para için saçma sapan işlere “olur” diyorsun. Halbuki o grafiker arkadaş belki de çok iyi reklam panosu tasarımı yapabilecekken karakter tasarlatıyorlar. Ya da yazılımcı arkadaş çok iyi bir mali analiz programı tasarlayabilecekken oyun tasarlıyor. Mesele ne yaptığımızda değil. Mesleklerimiz kötü değil, gerçekten. Tüm meslekler ki buna kaportacılık dahil, gerçekten muhteşem meslekler. Yalnızca o mesleklerdeki yapılan işler bizi ya tatmin etmiyor ya da inanmıyoruz yaptığımız işe. 

Çok biliyormuşum gibi ahkam kesmeye devam edeyim. Peki bir işe nasıl adar insan kendini? Size ütopyadan bahsetmiyorum. Her şeyin sermaye için olduğunu öğrendim artık. “para önemli değil, sevdiğim işi yapayım” ya da “siz sevdiğiniz işi yapın, sonucunda zaten size para ödemeye başlarlar başarılı olunca” tezini de artık savunamıyorum. Hepimiz aynı yer yüzünde yaşıyoruz ve asgari geçimlerimiz var. bu geçimleri sağlamak zorundayız. Evet yaptığımız her işe inanmak zorunda da değiliz. Geçimimizi sağlamak için her şeyi yapabiliriz. Çalıştığımız iş bizim kim olduğumuzu tanımlamaz. Bir profesör de, temizlik işçisi de aynıdır. İkisi de geçimini sağlamak için çalışıyor. Profesörü, mesleğinden dolayı temizlik işçisinden üstün göremeyiz. Bunu da bana bir abim söylemişti. Çok haklıydı. Bir profesör de temizlik işçisi de yapması gereken görevleri hakkıyla yerine getiriyorsa etik değerler açısından tamamen eşittir. İkisi de para kazanmak için yaptığı işi layığıyla yapan insanlardır. Ancak eğer temizlik işçisi mesai saati olmamasına, görev yeri olmamasına rağmen çevresini temiz tutuyorsa ve profesör de sadece mesai saatlerinde görevini yapıp diğer zamanlar herhangi bir konuda herhangi bir şey geliştirmiyorsa temizlik işçisi profesörden kıdem olarak öne geçer. Çünkü bir insanın vasfı, niteliği, para kazanmak için yaptığı işlerle ölçülmez. Ona dayatılan çemberin dışında uğraştıklarıyla ölçülür. Şimdi paragrafın başına geri dönelim. Aynı örneklerden devam ederek hatta. Hepimiz birer profesör ya da temizlik işçisiyiz aslında. Ancak mesai saatlerinde yaptığımız temizliği ya da araştırmayı belli kalıplarda yapma zorunluluğu bizi o meslekten itiyor ve dolayısıyla meslekle ilgili bir şey görmek istemiyoruz mesai dışında. Dolayısıyla bahsettiğimiz vasıf ve nitelikten kendimizi mahrum bırakıyoruz bıkkınlığımızla. Halbuki bana bir temizlik işçisi olarak süpürge-faraş yerine belki file kullanmama müsaade etseler, o temizlik işini daha büyük bir şevkle yapabilir, belki de o file sistemini geliştirip dünya çapında inanılmaz bir buluş haline getirebilirim. Ama hayır. Temizliğin ilkeleri, günümüze kadar gelen yazılı ve kültürel standartları bunu engelliyor. Ben de temizliğimi, temizlediğine inanmadığım süpürge-faraşla yapıyorum. Ve temizlediğine inanmadığım için de gerçekten temizlemiyor ya da süpürge-faraşla temizlenebilecek olmasına rağmen “bu aletlerle anca bu kadar temizleniyor işte, filem olsaydı böyle olmazdı” diyerek iş gücümün %100’ünü kullanmıyorum. 

Temizlik işçiliğinden memnunum ancak süpürge-faraş dayatılmasını kabullenemiyorum. 


Blogger tarafından desteklenmektedir.