Kapak Tasarımı: Odunluzıkkım
Çadır kurulumunu hallettikten sonra saatin henüz erken olmasını fırsat bilerek merkezi keşfe çıktık, ayaklarımıza terliklerimizi geçirerek. Çantaları da çadıra atıp kitledik çadırı, ne olur ne olmaz.

Çarşıda tek tük insanlar vardı, çok fazla dolu değildi, sanırım tatil sezonunu henüz açmamışlardı. Sahilde oturan bir grup genç kendi arasında muhabbet ediyordu. Onlardan biraz ötede, kumların üzerine bıraktık kendimizi. Denizin sesi bir yandan, yıldızlar diğer yandan yorgunluğumun ayaklarımdan kumsala akıp gittiğini hissediyordum.

Kolumu uzattım, Dut, başını kaldırıp omzuma yakın bir yere koydu. Omzuna gelmeye başlayan kıvır kıvır saçlarını okşuyordum yıldızları seyrederken.

“Dut.”
“Emre’m!”
“Şu an mutluluktan ölebilirim.”
“Ben de” dedi boynumu öpüp. “Şu ana kadar çektiğim en güzel otostoptu ve en anlamlı.”
“Fikret Amca’lara denk gelmemiz çok iyi oldu.”
“Kesinlikle! Tamam yolun tadını çok fazla çıkaramadık belki ama çok konforlu oldu.”
“Bence yeterince çıkardık” dedim gülümseyerek, Polatlı’dan sonraki o kadın neydi öyle ya! Aklınla bin yaşa! Yoksa Afyona kadar gidecektik onlarla.”
“Kriz yönetmekte üstüme yoktur!” dedi mahsustan böbürlenerek.
“Buraya daha önce gelmiş miydin?”
“Evet, bir zamanlar bizimkilerle gelirdik, pansiyonda kalırdık” dedi, durgunlaştı. “Bir zamanlar diye başlayan cümlelerin hiç değeri yok değil mi?” dedi içlenerek.
“Nasıl yani Dut’um?”
“Bir zamanlar çok zengindik mesela, çok mutluyduk, şimdi de mutluyum ama sanki bir şeyler eksik. Her şey çok farklıydı bir zamanlar. Ne bileyim, sigara daha ucuza satılıyordu, Türk Lirasında hala altı sıfır vardı, hükümet başkaydı, Hagi Galatasaray’da oynuyordu. Sahi ne zamandı o bir zamanlar?”
“Her şeyin daha masum olduğu zamanlar olduğu kesin.”
“Biz ne zaman farkına vardık o zamanların bir zamanlar olduğunun? O bir zamanlarda Doğu Almanya var mıydı acaba hala? Sovyetler? Ne bileyim Körfez Savaşı yapılmış mıydı? Ya da Woodstock?”
“O kadar eskiye gitme, bizim bir zamanlarımız ne zamandı acaba onu düşünelim.”
“Kaçıncı sınıfa gidiyorduk acaba bir zamanlar? Okumayı sökmüş müydük? Zillere basıp kaçacak kadar boyumuz uzamış mıydı” dedi durgun bir şekilde.
“Kıyafetlerimizi hala annemiz mi seçiyordu? ‘Garson boy’ denen o saçma ölçüde miydik?”
“Okulun duvarından atlayıp kuytu köşede sigara içtiğimiz zaman mıydı acaba bir zamanlar?”
“Dersaneye diye çıkıp arkadaşlarla bira içtiğimiz zamanlar mı?”
“Ne güzel tamamlıyoruz birbirimizi ya” dedi, içi sevgi dolmuş vaziyette öptü tekrar. “Çocuk muyduk o bir zamanlar? Aklımız eriyor muydu?”
“Bu kadar ermediği kesin” dedim gülerek.
“Hiç ermeseymiş o zaman keşke.”
“Her zamanın kendine göre güzelliği var ama canım.”
“Peki o bir zamanların daha değerli, daha güzel olduğunun ayırdına ne zaman vardık sence?”
“Büyüdükçe, öğrendikçe, okudukça, dinledikçe…” ben de derin bir nefes aldım. “Gerçekten bir zamanlar ne kadar da güzeldi.”
“Bu denli kaygılarımız yoktu o bir zamanlar değil mi?”
“Evet yoktu.”
“Bir zamanlar insanları neden daha fazla seviyorduk acaba?”
“Daha fazla sevildiğimizden olabilir mi?”
“Vaay! Hiç böyle düşünmemiştim. Daha fazla sevmemizin sebebi de daha fazla seviliyor olmamız o vakit.”
“Kesinlikle. Daha zengin olmamızın sebebi de daha az ile yetiniyor olmamızdan kaynaklanıyor olabilir.”
“Büyük ihtimalle. Çünkü ufaksın, maddi hiçbir şeye ihtiyacın yok, başkasına gösteriş yapmaya ihtiyacın yok, para harcamaya ihtiyacın yok. Bakkaldan aldığın on kuruşluk meybuz bile mutlu etmeye yetiyordu. Meğer o zaman ne kadar zenginmişiz de farkında değilmişiz.”
“Tekrar o bir zamanlara dönebiliriz istersen.”
“Nasıl olacak o?”
“Zaman makinasıyla değil elbet. Biz içimizde o günlere döneceğiz. Daha azla yetinip daha zengin olacağız. Daha fazla sevip daha fazla sevileceğiz. Çünkü bir zamanların daha iyi olmasının sebebi; bizim daha iyi olmamız. Hiçbir şey değişmediği gibi aynı da kalmıyor.”
“Değil mi? Her gün aynı geçiyor sanki ama arkana dönüp baktığında her şey farklı. Bir de aynı o bir zamanlardaki gibi daha azla yetiniyoruz! Bak otostopla geldik buraya, çadırda kalıyoruz” dedi gülümseyerek. “çok daha az paraya tatil yapıyoruz, çok daha zenginiz. Çok daha fazla seviyorum” dedi tek koluyla sarılarak.
“Çok daha fazla seviliyorsun” dedim başından öperek.
“Bir şeyler mi yesek canım? Acıkmaya başladım sanki.”
“Yolluklarımız da duruyor hala ama o kadarlık hovardalığımız olsun” diyerek doğruldum yerimden. Dut’un da elinden tutup bir hamlede kaldırdım.

Elele arka sokakta bir lokanta bulup oturduk, fiyatları fena değildi, etsiz yemekleri de vardı. Karnımızı doyurup çaylarımızı da içtikten sonra etrafta kısa bir gezintiye çıktık. Ara sokaklarda gezerken birkaç köpeğin uzaktan bizi izleyip çoğalarak peşimize takılmalarından tedirgin olarak, daha fazla insanın bulunduğu çarşı kısmına doğru seri adımlarla geri döndük. Bulduğumuz açık büfelerden birinden uygun fiyatlı bir şarap alıp kamp alanımıza dönmeye karar verdik. Ankara’dan daha pahalıydı aldığımız şarap ama tatil yöresi olduğundan hoş gördük, çok da fazla fiyat farkı yoktu zaten.

Aheste aheste çıktık kampa giden yokuşu. Aslında kamp alanında da güzel ortam varmış. Yaşça büyük amcalar tavla oynuyor, kadınlar ellerinde el işi, muhabbet ediyorlar. Yaşça genç olanlar bir yerde toplanmış muhabbet ediyorlar. Aşıklar tepeden denizi izliyorlar. Çarşıya fuzuli inmişiz.

Çadırımızı nispeten insanlardan uzağa kurmuştuk, çok ayrı değil ama hemen diplerinde de değil. Daha rahat ederiz diye düşündük, ne onların sesi bize gelir, ne bizimki onlara.

***

Çadırın kilidini açıp içeri girdiğimizde, önce çantalarımızı sağa sola iteledik ki ortada bize yatacak yer olsun. Matlarımızı altımıza yerleştirdik. Uyku tulumlarını boydan boya açıp tekini altımıza serdik, diğeri ise kenarda, üzerimize örtmek için hazır bekliyordu. İki kişi için oldukça genişti çadır, tavan ise dizlerimizin üzerinde durduğumuzda hala bir miktar boşluk bırakıyordu. Yanyana sırtüstü uzanıp bulunduğumuz anı, tatilde olduğumuzu idrak etmeye çalıştık. Dut ile birlikte tatile çıkmıştım, çadırda kalıyordum, tepemde ağaç dalları, onun da üstünde yıldızlar. Altımda toprak, karşımda deniz ve mis gibi hava. Yaşadığımı hissediyordum. Kolumu yastık yaparak Dut’a doğru döndüm, o da bana döndü aynı vaziyette, konuşmadık. Gözlerini kapayarak dudaklarıyla bana doğru hamle yaptı. Ay dolunaydan bir önceki gündü, yapay aydınlatmalar olmadan da aydınlanabiliyorduk. Dut’un hamlesini gördüm ve artırdım, elimi beline dolamıştım bile. Artık dudaklarımız ve dilimizle birlikte ellerimiz de birbirimizin vücudunda geziniyordu. Hiç acele etmedik, yavaş yavaş öpüşmemize devam ettik.

Üzerimizdeki kıyafetleri bir bir sıyırarak nefessiz kalıncaya kadar öpüştük. Nefes
nefese dudaklarını dudaklarımdan çekerek kasık ve karnımın arasında bir bölgeye oturdu Dut, nefesini dengeledikten sonra fısıldayarak konuşmaya başladı; “Beni seviyor musun?”
“Sana bayılıyorum!”
“Neyime?”
“Saçlarına” diyerek parmaklarımı saçlarında dolaştırdım. “Kaşlarına, gözlerine, burnuna, çenene, yanaklarına, gamzene…” parmaklarım yüzünün her yerinde dolaşıyordu. Gözlerini kapatıp bu ayine ortak oldu. Kendime doğru çekip bir öpücük daha aldıktan sonra “dudaklarına” dedim, gülümsedi. “Gülüşüne.”

Ellerim, yüzünden aşağıya doğru kayıyordu, “boynuna, omuzlarına” diye ellerimi gezdirirken huylandı, başını gülümseyerek yana doğru, elimin üstüne yatırdı, “göğüslerine ve uçlarına…” Kavradığım göğüslerinin uçlarını baş ve işaret parmağımla nazikçe sıktım. İçini çekip titrediğini hissettim. Gözlerini kapayıp dudaklarını diliyle ıslattı. Ellerimi iki yandan beline doğru kaydırırken derin bir nefesle göğsünün şiştiği görünebiliyordu, dudaklarını ısırarak lafımın devamını bekledi. “Beline...” Ellerimi, iki yanımda, dizleri kırılmış vaziyette duran bacaklarında, önce yukarıdan topuklarına kadar, oradan da kalçalarına kadar gezdirdim, “bacaklarına...” Tüylerinin diken diken olduğunu hissedebiliyordum ellerimin altında. Kalçalarını sıkarak kendime doğru çektim, dengesini kaybedip göğsü göğsüme yaslandı, on santimetre mesafeden gözlerimin içine bakıyordu, “kalçalarına” dedim, biraz daha sıkarak. Gözlerini zevkle kıstı ve dudakları aralandı, başını, omuz ve başımın arasına koyarak kulak mememi dudaklarının arasına alarak derin bir nefes verdi “onları ben de seviyorum” dedi gülerek. “O kadar şeyi ne ara sevdin?” dedi şaşırmış bir ses tonuyla, cevabımı beklemeden de dudaklarını benimkiyle kenetledi. Dillerimiz, o dar alanda dans ederken üzerimizdeki son çaputlardan da kurtulduk, yalın bir halde aşkın doruklarına doğru yola çıktık, telaşsız bir acelelikle.

Ne kadar süre birlikte olduk hatırlamıyorum, ikimiz de bitkin düştüğümüzde Dut göğsümde yatıyordu, ben de saçlarıyla oynuyordum. Kalp rtimlerimiz biraz dengelenince çadırın kapısını biraz araladım, dışarıda kimse görünmüyordu. Bir tane sigara çıkardım, sırayla birer nefes alarak tükettik, araladığım boşluktan da külleri silkiyordum. İzmarite vardığımızda da çadırın hemen önüne, söndüğünden emin olana kadar bastım izmariti, ardından da ertesi gün çöpe atmak şartıyla olduğu yere bıraktım. Kapıyı, duman komple dışarı çıkana kadar, içerisi görünmeyecek şekilde aralık bıraktım, sonrasında ise tamamen kapayıp ilk doğduğu vaziyette beni hayran hayran izleyen Dut’un yanına çıplaklığımı giyinmiş bir şekilde uzandım. Giyinmemeyi kararlaştırdık, o şekilde uyku tulumunu üzerimize alarak sarılıp uykunun kollarına bıraktık kendimizi.
***

Çıplak uyuma fikrinin kötü olduğunu, sıcaktan uyandığımda idrak ettim. Tamam gölgedeydik ama teri emecek kıyafetler olmayınca yapış yapış olmuştum. Uykucu Dut Hanım bile yüzünü buruşturuyordu sıcaktan, tulumu nereye atacağını şaşırmıştı. Bacağına elimi attım, terden sırıl sıklam olmuştu, ben de aynı şekildeydim.

“Dut” dedim boynundan öperek.
“Emre git!” diyebildi gözünü açamayarak.
“Dut kalk, eriyip gideceğiz burada, gidip suya falan girip serinleyelim.”
“Off, kim dedi böyle uyuyalım diye!” diye söylene söylene uyandı.
“Tabii ki sen, sivri zekalı sevgilim.”
“Mayom neredeydi benim? Ya bu ne sıcak!”
“En azından bir penye ve şort olsaydı üzerimizde böyle olmazdı, aslında o kadar da sıcak değil ama içerisi saunaya dönmüş!”
“Şu çantamı verir misin canım” dedi bezgin halde. O sırada ben de kendi çantamdan mayomu bulup geçirdim kıçıma. Üzerime de bir t-shirt ve plaj havlusuyla attım kendimi çadırdan dışarıya, Dut’un giyinmesini bekledim. Geceden kalan izmarit sözümü dinleyip beni bekliyordu, çöpe gitmek için. İzmariti yerden alıp çöpe götürdüm, geldiğimde Dut bikinisini giymiş, üzerine de kendine epey büyük gelen bir t-shirt geçirmişti. Büyük sayılabilecek plaj çantası da kolundaydı. Ayağında turuncu parmak arası plaj yerlikleri vardı, çiçekli plaj havlusu, saçlarını topladığı bandajı ve mavi camlı, yuvarlak çerçeveli gözlükleriyle az önceki sitemkâr halinden eser yoktu.
“Ben hazırııım!” dedi olanca neşesiyle.
“Dut! Beyaz peynir gibisin” dedim, biraz dalga geçerek.
“Sanki ilk kez görüyorsun” dedi omzuma alışıldık şaplağını vurarak. “Bir daha çadırda çıplak uyumak yok, ölüyorum sandım!”
“Sen bunu yine de yüksek sesle söyleme” dedim gözümle etrafı göstererek.
“Tamam hadi gidelim” dedi koluma girerek. Sahile doğru yol aldık.

Tıklım tıklım dolu olmasa da hatrı sayılır insan vardı plajda. Bu insanlar gece nereye kayboluyor diye düşünmeden edemedim. Güneşin doruğa ulaşmasına hala vakit vardı, erken uyanmıştık. Havlularımızı serdik, çantayı da üzerine bırakıp üzerimizdekileri çıkardık.

“Dut.”
“Efendim sevgilim.”
“Bikinin sana küçük mü geliyor?”
“Nasıl yani?”
“Göğüslerin sığmıyor sanki, kıçının yarısından fazlası da dışarıda gibi.”
“Ne alakası var Emre? Tam geliyor işte.”
“Yenisini alalım mı?”
“Emreee!”
“Tamam demedim bir şey.”

Etrafa göz gezdirdim, bize doğru bakan yoktu. Yalnız Dut’un bikinisinin yanlış bedende alındığını düşünüyordum hala. Omzunda askısı yoktu bikinisinin, göğüsleri de ortalamanın biraz üstünde olunca tam olarak kapatmadığını düşünüyordum. Bikinisinin altı da aynı şekildeydi, bence oldukça küçüktü. Gereksiz kıskançlık yaptığımı düşünmüyordum.

“Kıskandın mı sen?” dedi gülümseyerek.
“Ya ama baksana, tangadan biraz hallice altındaki.”
“Abartma!”
“Göğüslerinin de sadece uçları kapanıyor.”
“E yuh ama Emre.”
“Ne?”
“Plajdayız sevgilim, ayrıca abarttığın gibi de değil bikinim.”
“Tamam, söylediğin gibi olsun. Hadi girelim şu suya, en azından içeride dikkat çekmez” dedim biraz burutarak.
“Emreee!”
“Ya tamam, hadi.”

Dut’un gönlümü alma ve bikinisinin küçük olmadığına ikna etme çabalarıyla denize kadar vardık. Su dizlerimize kadar gelince bir ürperti geldi, su serindi. Dut’un beni suya düşürme çabaları boşa çıkınca eliyle ıslatmasının karşılığını, kendisinin suya düşmesiyle ödedi. Sonrasında ise suyun yavaş yükselmesiyle epey bir mesafe yürüyerek devam ettik.  Ayaklarımızın hala suya değdiği, yoğunluktan biraz ileride kendi kendimize şakalaşıyorduk. İnsanların bizimle ilgilenmediğini farkedince uzun bir öpücük aldı Dut.

“Aman da kıskanır mıymış sevgilisini” dedi şımarık bir şekilde.
“Kıskanırım tabi, bikiniye baksana” dedim. Elimi, bir çoğu açıkta olan kalçasında gezdirerek. “Hele şunlara bak” dedim göğüslerini sıkarak.
“Ne varmış bunlarda?” dedi, bikinisinin üstünü suyun içinde aşağıya indirerek.
“Lan kapat!” diye telaşlandım bir an, elim ayağıma dolanmış vaziyette etrafa bakarak. Dut ise bir taraftan kahkaha atıyor, bir taraftan da üstünü düzeltiyordu. O kadar eğlenmişti ki bu durumda, kahkahası uzun süre dinmedi. Elini kasığımda gezdirmeye başladı. “Dut n’apıyorsun?”
“N’apıyormuşum?”
“O kadar insan var!”
“Kimse bizi görmez, telaş etme.”
“Çabaların da nafile, söyleyeyim. Suyun kaldırma gücü bu alanda işe yaramıyor. Serin olduğu için sertleştirmek için epey çaba serfetmen gerekecek.”
“Acelem yok” dedi, uğraşmaya devam ederek.
“Dut!”
“Gördün mü, azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz” dedi gülerek. Emeline ulaştığında ise kollarını boynuma, bacaklarını da belime doladı. Başta biraz sendelesem de dengeyi kurmayı başardım. Dut’u öpmeden önce etrafa baktım, bizim tarafa bakan kimse yoktu, ben de kendimi dizginlemeyerek Dut’u kalçalarından tutup dengemizi sağladıktan sonra şehvetle öpmeye başladım.

Denizden çıkıp kendimizi kumlara attığımızda Dut hala sırıtıyordu, ben ise kıpkırmızı kesilmiştim. Birilerinin bizi görüp görmediğinden endişeliydim. Neyse ki garip bir bakış yoktu bizim tarafa doğru. Dut’un kaldırdığından dolayı övündüğünü indirene kadar denizden çıkamamam Dut’un asıl sırıtma sebebiydi.

Su mu yoksa Dut mu yordu bilmiyorum, sahilde yattığımda çok yorgun hissediyordum. Zar zor ayağa kalkıp bir buçuk litre su alıp geldim. Şişenin soğukluğunu alnımda biraz aldıktan sonra Dut’tan intikam almak için sırtına yapıştırdım şişeyi. Çığlık çığlığa ayağa kalkıp üstüme atladı Dut. Kısa bir boğuşmanın ardından Dut’u altıma aldım, ikimiz de soluklandık, daha fazla yanmamak için kremlenmemiz gerekiyordu. Önce Dut beni, ardından ben Dut’u kremledim. Mevzu erotik bir hal alacakken kendimize hakim olduk. Nedense birbirimize sadece aşkla dokunabiliyorduk.

Üç ay önce beni sarhoş halimle evine taşımasından bu zamana kadar geçen sürede biz nasıl bu hale gelmiştik? Rüyada gibiydim Dut’la geçen her günde. Yanımda yarıçıplak uzanan bu kadını aramışım ben meğerse yıllarca, -miş’li geçmiş zamanlarımda, -di’li geçmiş zamanlar yaratmak için ve zamanı yaratmak için önümde bir ömür uzanıyordu, böyle hissediyordum. Dut’un da benimle birlikte Viyana’ya gelecek olması, hayatımda aldığım en güzel haberlerden biriydi.

Yeterince kızardıktan sonra acıktığımızı hissederek kalktık güneşin altından, zaten birazdan güneş en tepeye varacak ve haddimizden fazla kızaracaktık. Fazla para harcamamak için kamp alanında yapabileceğimiz birkaç şey alıp çıktık kamp alanına. Peynir, karpuz, ekmekle yaptığımız ufak bir atıştırmadan sonra komşuların hamağını gözümüze kestirip müsaade isteyerek uzandık. Birkaç saat uyukladı Dut, ben de yanımda getirdiğim kitabın sayfalarını çevirdim huzurla. Daha ne isteyebilirdim ki? Kolumda Dut, altımda hamak ve elimde sevdiğim romanlardan birisi… Ne kadar süre o halde yattık bilmiyorum ama güneş etkisini epey yitirmişti Dut gerinerek gözlerini açtığında, batmasına ise hala iki – üç saat vardı. Yerimizden kalkarak komşulara teşekkür ederek ellerimizdeki fazlalıkları çadıra koyup güneşi batırana kadar kamp alanını gezmeye karar verdik. Ağaçların ihtişamı gözlerimizi kamaştırdı, hele ki iğne yaprakların arasından görünen deniz çok daha etkiledi bizi. Yürünmekten patika halini almış birkaç rotayı takip ettik, bizi denize açılan merdivenlere götürdü. İnanılmazdı! Derme çatma daş merdivenlerden, etrafı tamamen yeşilliklerle kapalı küçük bir koya ulaştık. Hatta bir havuz merdiveni bile vardı. O küçücük pencereden denizi seyrettik bir süre, hava kararmaya yüz tutunca da çadırımızın yolunu tuttuk.

Bittiiii, dahasını yazdıkça ekleyeceğim artık ^_^


Blogger tarafından desteklenmektedir.