Yemek merasiminden sonra sigaraları da içip sofrayı topladık, evden çıkıyoruz diyene kadar saat 8’e geldi. Yolda Dut’tan arta kalan koluma da Kuru girdi, “bunların muhitte adet sanırım” diye düşündüm yol boyu. 10 dakikalık yürüyüşün ardından Bestekar Sokak’a vardık, köşedeki tekelden lezzette ağır, pahada hafif şaraplardan üç tane kapıp, mantarlarını açtırarak başka bir tekelin bahçe duvarına oturduk, birkaç kişi daha toplandı...
dahası...


İyice sokuldu yine, ben de halimden memnun bir şekilde karşılık verdim. Sarmaş dolaş uzandık. Sanki o kadar konuşmayı boşuna yapmış gibiydik, hala ne olduğunu bilmeden beraber yatıyorduk. Memnundum memnun olmaya, yalnız hala tamamlanmayan parçalar vardı ve o parçaların nasıl tamamlanacağı, tamamlanıp tamamlanmayacağına dair tek bir fikrim bile yoktu. “Kervan yolda düzülür” diye düşünerek yine akışına bıraktım olayları, bir yerde...
dahası...


Bir süre daha gözleri yumuk vaziyette bana sarıldıktan sonra gözlerini araladı; “Günaydın” dedi olanca neşesiyle. “Günaydın!” “Rahat uyudun mu?” “Evet, bebek gibi, sen?” “Aynen, sıcacıksın sen ya! Hiç üşümedim sayende. Beraber uyuyalım hep, üşüyorum ben.” “N...Nasıl?” kayıtsız bir şekilde bu konular hakkında konuşmasını ciddiye alsam mı bilemiyordum hiç, utandım yine. “Kahvaltı?” dedi yine lafı değiştirerek. “Mükemmel olur!” “Hadi...
dahası...


“Selam delikanlı” dedi olanca neşesiyle, içi içine sığmaz bir hali vardı. “Selam. Söyle bakalım nasıl gireceğiz içeriye?” “Bunlarla!” dedi elindeki küçük kareler halinde kesilmiş iki tane birinci hamur kağıdı göstererek, üzerinde konserin tarih ve yeri ve bir de etkinliğin kaşesi basılıydı. “Önden buyrun.” Biletleri gösterince elimizi kolumuzu sallaya sallaya geçtik Pentagon gibi korunan ODTÜ nizamiyesinden. Daha önce ODTÜ’ye...
dahası...


Devam eden günlerde Dut ile daha sık görüşür olduk, bu görüşmeler genelde internet ve telefon üzerinden olsa da giderek birbirimize alışıyorduk. Onun iş güç, benim okul, ödev derdine üç boyutlu görüşemez olduk, sadece kitle iletişim araçlarını kullanıyorduk. Aslında iyi geliyordu Dut, onun sayesinde Pelin daha az aklıma düşer olmuştu. Okulda da yemeklerimi yalnız yiyordum artık. Zaten bu hafta sadece bir kere aramıştı beraber...
dahası...


Sadece gülümsemekle yetindim. Son cümlesinin sonu işitilmeyecek yükseklikteydi, sanırım uykuya yenik düştü. Dizimi başından hafifçe uyandırmadan çekerek yastığa koydum. Yine de uyandı “nereye?” diye sordu, “geliyorum” deyip çıktım odadan. Ali ve Samet her zamanki gibi oyunlarının başındaydı yalnız bu sefer gürültü yapmıyorlardı. Başımı salona uzattım, Ali kaş göz yaptı, “yok bir şey” gibilerinden başımı salladım. Mutfağa geçip...
dahası...


Yarım saat kırk dakika kadar sonra Dut aradı. “Emre Ümitköy Köprü’yü geçiyoruz şu an.” “Tamamdır Dut, 3. Durakta ineceksin, ben de evden çıkıyorum.” “Tamam, ben AVMnin önünde beklerim.” “Aç mısın?” “Aslında açım ya, kek o yüzden cezbetti biraz da.” “Tamam, yemek de var.” “Ev hanımı olmuşsun iyice.” “İş başa düşünce mecbur. Hadi kapatıyorum, görüşürüz.” “Görüşürüz.” Hırkamı ve ayakkabılarımı giyerek çıktım dışarıya, Süheyla Teyze...
dahası...


O kafayla sabaha kadar uyumuşum. Gece iki kez su için bir kez de çişe kalkmamı saymazsak sabaha kadar deliksiz uyudum. Su ve ihtiyaç molaları haricinde bizim yarı evcil canavarların bağırtısını hiç duymadım. Bitkin uyanacağımı düşünmüştüm ama bilakis enerjim tavandı. Yüzüme vuran güneşe bile sövmedim yatakta doğrulurken. “Şu perdenin 20 santim daha uzununu bulamadın değil mi?” dedim içimden. Su! Yeliz’in beni terkederken ardında...
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.