Devam eden günlerde Dut ile daha sık görüşür olduk, bu görüşmeler genelde internet ve telefon üzerinden olsa da giderek birbirimize alışıyorduk. Onun iş güç, benim okul, ödev derdine üç boyutlu görüşemez olduk, sadece kitle iletişim araçlarını kullanıyorduk. Aslında iyi geliyordu Dut, onun sayesinde Pelin daha az aklıma düşer olmuştu. Okulda da yemeklerimi yalnız yiyordum artık. Zaten bu hafta sadece bir kere aramıştı beraber yiyelim diye, onu da ben reddettim. Bir gün dersteyken Dut aradı, ara verilmesini bekleyerek geri aldım;

“N’aber Emre?” dedi her zamanki neşesiyle.
“İyilik Dut, dersteydim açamadım. Senden n’aber?”
“Sorun değil, haftasonu ne yapıyorsun?”
“Ödev!” dedim yılgın bir sesle.
“Beynin eriyecek ders çalışmaktan, dünyayı sen mi kurtaracaksın? Biraz ara ver de dışarı çıkalım. Hava durumunda haftasonu güneşli diyor, hatta hava 22 derece olacakmış!”

Gerçekten de bu hafta hava hep kapalıydı ve bunalmıştım bu havadan “oha! Çok güzel olurdu, ben de bıktım bu havalardan ama işte teslim etmem gereken bir maket var, çizimler falan tamam da kes yapıştırlar kaldı.”
“Yardım lazım mı?” dedi hevesli bir şekilde.
“Hayır demem” dedim gülerek “ama bu gece sabahlamayı düşünüyordum okulda, buraya gelir misin?”
“Gelirim tabi! Bana da eğlence olur.”
“Tamam o zaman, istediğin vakitte gel, ben burada olacağım.”
2 saat sonra Dut damladı, fakültenin önüne kadar gelmiş. Dersten çıkınca karşımda belirmesine şaşırdım: “Ne işin var burada?”
“Sen çağırdın ya!”
“Yok öyle değil, fakülteyi nereden buldun?”
“Sordum” dedi muzip gülüşüyle.
“Aç mısın?”
“Her daim!”
“Burada mı yiyelim yoksa Ankuva’ya falan inelim mi?”
“İnelim! Akşam için de bir şeyler alırız.”
“İyi düşündün, benim aklıma gelmemişti. Nizamiyeye kimliğini bıraktın mı?”
“Yoo.”
“Nasıl girdin peki içeriye?”
“Otostop!” dedi baş parmağını kaldırarak “ODTÜ’ye, Hacettepe’ye başka türlü almıyorlar, alışkanlık.”
Gülümsedim “Servise daha var, oyalanalım o zaman biraz.”
“Ne gerek var ya? Alt tarafı Ankuva, şuradan otostop çekeriz.”
“Burası Bilkent, pek duran olmaz.”
“Ben otostop çekeceğim de durmayacaklar ha? Yürü gidiyoruz, yolu göster!” dedi kendine güvenir bir şekilde. Dut’un tekliflerine karşı koyamıyordum, bunu da kabul ettim.

Gerçekten de söylediği gibi oldu, beş dakika bile beklemeden bir araç durdu, hem de Jaguar! Ankuva’ya gidiyormuş, bizi de oraya kadar bıraktı. Önce yemek yenecek yerleri dolaşıp ikimize de uyacak yemek aramaya başladık. İyi ki Dut çok etobur değil de sebzeli bir şeyler yemeye kolay ikna oluyordu. Yemekten sonra dışarı çıkıp keyif sigaralarımızı tükettik, markete gitmek için tekrar girmiştik ki uzaktan Pelin’i gördüm, bizim olduğumuz tarafa doğru yürüyordu;

“Hasiktir!” dedim kısık bir sesle.
“Ne oldu?” dedi Dut, baktığım yöne bakarak: “Kim o?”
“Pelin” dedim sesim titreyerek.
“Hadi ya? Sen bu kız için mi yamuldun? Tamam çirkin değil de Prenses de değil yani.”
“Öyle” diyebildim sadece.

Mesafe gittikçe kapanıyordu ama henüz beni farketmemişti. Tam birbirimizin görüş mesafesine girmiştik ki Dut elimi tuttu, her bir parmak arama parmakları denk gelecek şekilde! Pelin’le göz göze geldiğimizde bakışlarını istemsiz elime indirdi;

“N..n’aber Emre?” dedi şaşkın bir şekilde.
“İ..iyidir Pelin, senden? Dedim aynı şaşkınlıkla “tanıştırayım, Pelin, Dut.”
“Merhaba” dedi Dut ve Pelin aynı anda.

Söylenebilecek söz yoktu, Dut hariç hepimiz şok içerisindeydik. Dut’un da keyfi yerinde olacak ki etrafına gülücükler saçıyordu. “Peki o zaman” dedi Pelin “Ben sizi tutmayayım, sonra görüşürüz” sonra Dut’a döndü “tanıştığımıza memnun oldum” dedi.
“Bilmukabele” diye yanıtladı Dut, çok eğlendiği belliydi bu durumdan.

Hepimiz gitmekte olduğumuz yönlere doğru yürümeye devam ettik. Dut elimi bırakmadan ve bana yakın olan omzunun üzerinden bir kez daha arkaya dönüp baktı ve gülerek “hala bakıyor” dedi ve yanağıma bir öpücük kondurdu: “umarım bunu da görmüştür.”

Daha önce de yürürken koluma girerdi ama bu daha başkaydı, resmen sendeledim. Alış veriş arabasını aldım, sanki hiçbir şey olmamış gibi alış verişe başladık. Ne ben ne Dut mevzunun üzerine konuşmadık. Dut arabayı aldı elimden, reyonlar arasında gerçek araba sürer gibi sesler çıkararak ilerliyordu. Abur cubur reyonuna geldiğimizde neredeyse tüm rafları boşalttı;

“Dut bu ne?”
“Bir sürü çikolata, gofret!” dedi çocuksu bir neşeyle.
“Kim yiyecek bu kadarını?”
“Ben!” dedi gülerek.
“Nerene yiyorsun anlamıyorum ki! Nasıl böyle zayıf kalabiliyorsun?”
“Sibel Can diyeti uyguluyorum” dedi ciddi bir ifade takınmaya çalışarak ama kendine hakim olamayıp güldü “yok ya bak göbeğim var” dedi göbeğini şişirerek.
Yine güldürmeyi başarmıştı “başka ne alalım? Şarap falan ister misin?”
“Hayır, ödev yapacağız!” dedi despot öğretmen edasıyla “kahve, kola falan alırız.”

Alış verişi tamamlayıp yine otostopla okula geri döndük. Herkes ödevi son dakikaya bırakmış sanırım, atölye epey kalabalıktı. Bilgisayarlar kurulmuş, maket malzemeleri masalarda, kağıtlar, bilgisayar çıktıları, herkes hazır. Sabahlayacak öğrenciler bir kağıda isimlerini yazıyorlardı, Dut’u da Tuğçe olarak yazdık. Tuğçe, o gün sabahlamayacak, sevdiğim bir arkadaştı, sorun yapmazdı yani ismini kullanmamızı. Aldıklarımızı pencerenin önüne koyduk, bilgisayarı masanın üstüne yerleştirip kullanacağımız malzemeleri hazırlarken Dut da etrafı süzüyordu.

“Ne kadar büyükmüş burası, hangi dersler oluyor burada?”
“Tasarım ve çizim dersleri.”
“Anladım. Ee nereden başlıyoruz?” dedi ellerini ovuşturarak.
“Dur, önce elimizde neler var onlara bakalım, millete de danışalım” diyerek elimdeki eşyaları bırakıp ayağa kalktım.

Ben önde, Dut arkada masaları dolaşmaya başladık. Dut ellerini arkadan kavuşturmuş, denetleme memuru gibi geziyordu masaları. İlgiliydi yapılan işlerle, herkese sorular soruyordu, anlamaya çalışıyordu. Atölyedeki herkesle tanıştı, kendisini çabuk sevdirdiği için ara sıra benden vakit kalan zamanlarda diğerleriyle muhabbet ediyordu. Sadece bana değil, atölyedeki herkese ufak tefek yardım ediyordu.

Artık hepimizin enerjisinin düşmeye başladığı gece geç bir vakitte Dut, hoparlörlerin bağlı olduğu bilgisayardan Cem Karaca – Bindik Bir Alamete şarkısını açtı. Önce hiç birimiz anlamadık, sesi yükseltip ortada oynamaya başladı, sızmak üzere olan kim varsa tuttu kolundan ortaya aldı, hep beraber göbek atmaya başladık. Şarkının sonlarına doğru tüm atölye ayaktaydı, oynamayanlar, oynayanları çembere alıp el çırpıyordu, bir taraftan da kahkahalar yükseliyordu. Şarkının bitiminde ise “kahveler şirketten!” diye bağırıp ısıtıcının düğmesine bastı “biraz mola verin yahu! Uyuyorsunuz hepiniz!”

Gerçekten de ilaç gibi geldi. Herkesin motivasyonu tekrar yükseldi, benim de. Son bir gazla hafta sonu yapmam gereken ödevleri bile tamamlamıştık Dut’la. İşlerin bitmesinin rahatlığıyla bir ara koridora çıkıp bizimkilerle mini kale maç bile yaptık, yorulunca da kendimizi pencere önündeki kaloriferin üstüne bıraktık, oturmak için elverişliydi. Birer sigara yaktık, başını omzuma koydu;

“Bitti değil mi ödevlerin?” dedi uykulu bir ses tonuyla, dudakları iyice büzüşerek.
“Sayende” dedim derin bir nefes alarak.
“O zaman hafta sonu çıkmamak için mazeretin kalmadı” dedi başını omzumdan kaldırmadan.
“Evet kalmadı” dedim gülümseyerek “uyumak istersen alt katta rahat koltuklar var.”
“Yok, dolmuşlar başlamıştır, eve gideyim, biraz uyuyayım sonra duş falan derken akşamı ederim zaten. Akşam ODTÜ’de konser var, gidelim mi?”
“Olur, ben de öğleden sonra gider biraz uyurum.”
Dut’u durağa bırakıp servisle uğurladıktan sonra atölyeye dönüp 1-2 saat kestirdim. Bitkin bir şekilde dersi de bitirdikten sonra soluğu evde aldım. Uyumadan önce duşa girdim ki hem uykuya daha fazla vakit kalsın hem de daha rahat uyurdum. O kadar yorgundum ki kafayı koyar koymaz uyudum, taa ki Dut’un aramasına kadar;
“Alo” dedim uykulu bir sesle.
“Uyuyan güzel, hala uyuyor musun?”
“Hı hı” dedim uyku mahmurluğuyla, gözlerimi bile açmadan.
“Hadi kalk, hazırlan! Konseri kaçıracağız!”
“Saat kaç?”
“6’yı geçiyor, konser sekiz buçuk, dokuz gibi başlar.”
“Daha varmış. Bu arada konser kimin?”
“Daha yok! Hadi anca hazırlanırsın! Konser Nekropsi’nin.”
“Hiç dinlememiştim, nasıl müzik yapıyorlar?”
“Ya onları gelince konuşuruz, hadi ben bir buçuk saate ODTÜ’de olurum.”
“Dur kapama!” diyemeden kapadı.

Kalktım, ayılmak için yüzümü yıkadıktan sonra bir kahve yaptım, sigaramı da yakıp Ali’nin yanına oturdum. Her zamanki gibi bilgisayar başında canavar kesiyordu, kırip miymiş neymiş o kestikleri, ben de anlamadan izlemeye koyuldum, bir taraftan da sohbet ediyorduk;

“Kimle konuşuyordun kanka?”
“Dut’la, konsere gideceğiz de.”
“Allah muhabbetinizi artırsın” dedi bıyık altından gülerek “daha dün Pelin Pelin diye ağlıyordun, hemen başkasını buldun. Sen de az yere bakan, yürek yakan değilmişsin kanka” dedi imalı bir şekilde.
“Yok be oğlum, arkadaşım benim Dut.”
“Sen o Dut’tan pekmez yapmadın mı geçen gün bizdeyken?”
“Saçmalama lan! Filmden sonra uyuduk, Yerde yattım ben.”
“Hadi ya? Çakmadın mı sen buna?”
“Oğlum çakmak falan nasıl konuşuyorsun? Arkadaşım diyorum!”
“Ya bırak kanka ya! Kız vermedi demiyorsun da.”
“Ağzını topla Ali!” sinirim tepeme çıktı, aldım kahvemi odama geçtim. Ali’ye katlanamıyordum artık. Üstümü değiştirip çıktım dışarıya. Yolda tekrar Dut’u aradım, nizamiyede buluşmak için sözleştik, o da çıkmış evden.
Nizamiyede kısa bir bekleyişin ardından Dut küçük pembe çiçekli, basma, diz hizasında mor elbisesi, pembe taytı, turuncu converseleri, hardal rengi kaşe montu ve rengarenk beresiyle dolmuştan indi. Benim ise üstümde kanvas, kahverengi pantolon, süet spor ayakkabı, sarı tişört üstüne kareli kırmızı oduncu gömleği ve deri mont vardı. Dut’un yanında çok sade kalıyordum. İnsanın Dut’a bakınca bile içi ısınıyordu, bir de bana bak!
“Selam delikanlı” dedi olanca neşesiyle, içi içine sığmaz bir hali vardı.
“Selam. Söyle bakalım nasıl gireceğiz içeriye?”

*Arkası yarından sonra*


Blogger tarafından desteklenmektedir.