Ertesi gün sorumluluklarını yerine getirmiş bir iç rahatlığıyla Dut belirdi kapıda;

“Nasıl geçti sınav?”
“İyiydi ya, çalıştığıma değdi. Sen neler yaptın bakalım ben yokken?”
“Seni özledim.”
“Hadi oradan!”
“Cidden. Duşa girecektim, gelmek ister misin?”
“Tabii ki! Kaçırır mıyım” deyip gülümsedi, zaten ondan çıkmıştı bu beraber yıkanma fikri.
“Dolduruyorum küveti.”
“Tamam.”

Bir müddet ettiğimiz havadan sudan muhabbetin ardından sıra ayrı kaldığımız sürede neler yaptığımıza geldi. Yeşil Vadi’deki geyikleri anlattım, eve geldiğimdeki Bahadır’ın halini, bizim Bulut Hanım’ın doğumunu;

“Kedi sever misin?”
“Sevmeyen var mıdır?” diye soruma soruyla karşılık verdi.
“Var tabi, nankör derler hep, köpeği tercih ederler evcil hayvan olarak.”
“Köpek salaktır, köpek işte adı üstünde.”
“Nasıl yani?” dedim, anlam verememiştim söylediklerine.
“Köpeğe iki gün ekmek ver, sonrasında hiç bir karşılık beklemeden kapında yatar kalkar, seni sahiplenir, korur kollar. Aç bıraksan da tekmelesen de gitmez bir yere ama kedi öyle mi?”
“Bunun nesi yanlış?”
“Kendini düşün. Biri sana sürekli kötü davransa, itse, kaksa hala peşinde dolanır mısın? Aç bıraksa, ilgilenmese?”
“Tabii ama biz insanız.”
“O da hayvan, ne farkeder. Aynı canlı türüyüz, ikimiz de memeliyiz sonuçta. Böyle delicesine bağlanmayı anca köpek yapar, o da salaklığından. Kedi ise canına ufacık bir tak etmesinde çeker gider, gönlü hoş tutulmayınca terk eder ortamını, olması gerektiği gibi. İnsanlar da kendine güvenmediğinden dolayı olsa gerek köpeği tercih ediyor, kediyi de nankörlükle suçluyor. Sen hayvana yeterli ilgi, alaka ve şefkati gösterme ama yine de sana tapsın iste, bu nasıl adalet?”
“O konuda haklısın ama zaten bir çok alanda terkedilen, sevilmeyen birisi için bir canlı tarafından karşılıksız sevilmek hoş olsa gerek.”
“Tabii ki hoş, kim istemez ne yaparsan yap senin olan bir canlıyı ama bencillik bu, ego tatmini. Sen hiç bir şey vermeden almak istiyorsun, bunu insan ilişkilerinde de yapmaya kalkınca seni bırakıp gidiyorlar ya da seni incitiyorlar, en azından karşıdaki insan inciniyor. Bak gördün mü? Kedi bunların hiç birine mahal vermez.”
“Kediler insanoğluna daha yakın o zaman davranış olarak.”
“Kesinlikle! Hatta çok daha vefalı.”
“Haklısın, mesela bizim Bulut normalde ayak altında dolaşmaz, oynamaya çalışırsın kaçar, sadece kendisi oynamak istediğinde hareketlenir ama canın sıkkın olsun ya da senin üzüntülü olduğunu farketsin gelir yanına seni yalamaya başlar, sarılır, üstüne yatar. Bir nevi teselli etmeye çalışır, kara gün dostu gibi.”
“Gördün mü? Biz de sadece kendi canımız istediğinde ilgilenmez miyiz insanlarla ama yine de vicdanlı canlılar olduğumuz için arkadaşlarımızın canı sıkkınken gider teselli ederiz. Kediler de aynı.”
“O zaman nankör değil de açık gözlü mü demeli kedilere?”
“Açık gözlü biraz fırsatçı gibi oldu, ondan ziyade daha zeki diyelim, başına buyruk.”
“Senin gibi” dedim gülerek.
“Olabilir” dedi sırtını dönüp göğsüme sokularak.
“Vejetaryen olmasam yerdim seni biliyorsun değil mi?”
“Evet” dedi yine muzip bir gülüşle.

Laf lafı açtıkça çenemi tutamayıp Pelin muhabbetine de değindim, saklamak ağır gelecekti zira. Ufak çaplı tartışmamız kavgaya dönüşecekti ki nasıl olduysa Dut susup küvetin diğer tarafında sessizce somurtmayı seçti. Bir süre böyle sessizce suda beklememizin ardından;

"Sen neden vejetaryen oldun?" diye sordu tekrar sırtını göğsüme yaslayarak.
"Nasıl yani?" diye sordum, konu birden bire açılınca anlam verememiştim.
"Yani ne bileyim sağlıkla ilgili bir sorun mu? Yoksa böyle bir akım falan mı? Değişik mi olmaya çalışıyorsun?" dedi dalga geçer bir şekilde.
"Hee çok özeniyorum vejetaryenlere, o yüzden. Modası geçince et yemeye başlarım" dedim biraz tersleyerek.
"Ya hemen tersleme, anlamaya çalışıyorum."
"Yargılıyorsun! Anlamaya çalıştığın falan yok" gerçekten tepem atmıştı. "Ben senin tutum, davranış ya da tercihlerini yargıladım mı hiç? Ya da yargılar şekilde bir söz söyledim mi?"
"Haklısın, özür dilerim" dedi, başını göğsümden kaldırıp yüzüme bakıp "ama gerçekten yargılamak değildi amacım."
"Ekolojik denge ve hayvan hakları."
"Efendim?"
"Vejetaryen olma sebebim. Dahası da var tabi."
"Anlatsana biraz" diyerek daha ilgili bir şekilde dikti gözlerini gözlerime. Küvetin karşısına oturarak, göz temasında konuşmasına devam etti "ekolojik denge derken?"
"Dünyanın kaldırabileceğinden daha fazla hayvan üretiliyor. Daha fazla hayvan üretmek için de ağaçlık bölgeleri mera alanı yapmak için yok ediliyor ya da hayvan yemi üretmek için."
"Hiç farkında değilim."
"Özellikle fast food hamburger firmaları, şu dünya çapında zincir halinde bayilikleri olan."
"Öyle bir şey okumuştum sanırım."
"İşte o firmalar bildiğin fabrika gibi üretiyorlar hayvanları. Doğumundan kesimine kadar ahırdan çıkmıyorlar, gün yüzü görmüyorlar. Yani bir canlıdan çok sanayi malı muamelesi görüyorlar. Ayrıca kilo alsınlar diye de hareket dahi ettirmiyorlar, dayıyorlar onların yağlanacağı yemleri, sağlıksız bir şekilde şişmanlatıyorlar. Bazı kimyasal yemleri anlatmıyorum bile. Kesim şartları da ayrı bir sorun tabi."
"Kesim şartları derken?"
"Hayvanları bacaklarından asıp, testere gibi bir makineyle boğazlarını parçalıyorlar."
"Yaa! Tamam anlatma."
"Bir de 'islami usullere uygun olarak kesilmiştir' denir, hiç sanmıyorum. Her hayvan için salavat getirip 'bismillahi Allahu ekber' dediklerini hiç sanmıyorum."
"O ne demek?"
"Yüce Allah'ın adıyla."
"Onu mu demek gerek?"
"Evet. Besmelede 'bağışlayan, koruyan Allah'ın adıyla' denir ama ortada kesilen bir hayvan var, bağışlama tezat olacağı için öyle denir."
"Yani tam anlamıyla helal sayılmaz yediğimiz etler, öyle mi? Gerçi ben ilgilenmiyorum. Peki başka sebebi var mı?"
"Çok!"
"Başka?" dedi daha fazla odaklanıp, ilgisini çekmişti konu.
"Mesela demiştim ya çok fazla hayvan üretiliyor, onun için ağaçlar kesiliyor falan."
"Evet."
"Doğaya tek zararı ağaç kesilmesi değil. Küresel ısınmanın başlıca sebebi olan karbon salınımı en çok büyük baş hayvanlar tarafından oluyor."
"Hadi canım?"
"Evet, istediğin kadar araştır. Büyük baş hayvanlar çok fazla karbon salınımı yapıyor, bunun yanında ekolojinin kaldırabileceğinden yani doğada olması gerekenden fazla hayvan olunca bu karbon salınımı katlanıyor, bu da küresel ısınmada en büyük etken."
"Tüm bunları nereden biliyorsun?"
"Araştırıyorum. Vejetaryen olmadan önce 2-3 yıl boyunca araştırdım, vejetaryenlerle konuştum, sonrasında tam olarak karar verdim. Öyle bir sabah kalkıp 'ben et yemiyorum artık' demedim."
"Peki yeterli beslendiğine inanıyor musun?"
"Tabii ki."
"Yani ne bileyim, yeterli vitamin, protein falan alıyor musun? Ette bulunan bir sürü vitamin, protein, mineral, ıvır zıvır var. Et yemeden yeterli gelir mi?"
"İnan fazlası var, eksiği yok."
"Cidden mi?"
"Elbette."
"Peki protein?"
"Baklagiller ve kuruyemişlerde ihtiyacın olan tüm protein var. Sadece B12 vitaminini alman gerekenden az alıyorsun ama zaten balık, yumurta ve süt ürünleri tüketiyorum, onlar yeterli gelecektir. Ya da organik sebzeler yani zirai ilaç, hormon kullanılmamış meyve, sebzeleri yıkamadan yersen onların üzerindeki bakterilerden de karşılıyorsun ihtiyacının bir kısmını. En olmadı takviye vitamin hapları alırsın."
"Hımm" ikna olmamış gibiydi.
"Ve ayrıca insan anatomisi otobur olarak evrimleşmiş."
"Ne gibi? Nasıl yani, anlamadım."
"Mesela dişlerin et çiğnemek için uygun değil, miden ve mide asidin de etleri sindirmek için yeterli değil. Tamam sindirebilirsin ama etoburlardan daha geç olur. Bağırsakların da aynı şekilde, otoburların bağırsak uzunluğuna daha yakın insan bağırsağı, etoburların çok daha kısadır çünkü et çabuk bakteri üretir ve bozulur. Bağırsakların uzun olunca orada daha uzun süre kalıyor sindirilmiş etler ve bu da dışkının daha kötü kokmasına, bağırsaklarında daha fazla bakteri üremesine neden olur. O yüzden etoburların bağırsakları çok daha kısa ve mide öz suları asidiktir."
"Oha! Tamam yeter, yoksa ben de yiyemeyeceğim."
"Doğduğundan beri hiç et tüketmemiş insanlar tanıdım, benden daha sağlıklıydılar. Yani 'et yemezsen yeteri kadar beslenemezsin' lafı sadece insanların aklına etsiz bir yaşam yatmadığı için."
"E nesillerdir alışmışız."
"İşte zaten cevap bu, alışmışız" dedim gözlerim parlayarak. "Et yemek alışkanlıktan öte bir şey değil. Nesillerdir böyle öğretilmiş ama belki ileride bu beslenme alışkanlığı değişir ve tüm dünya vejetaryen olur."
"E o zaman da doğanın dengesi bozulmaz mı? Nasıl diyeyim, bitkiler de oksijen üretiyor sonuçta."
"Ağaçları kemirmiyoruz canım benim" deyip bastım kahkahayı, uzanıp öptüm Dut'u.
"Ya onu demiyorum, taşak geçiyor bir de."
"Anladım demeye çalıştığını ama şöyle düşün, sadece 10 kişiyi doyuracak bir hayvan en az iki yılda yetişiyor ve tükettiği bitki 200 kişiyi doyuracak kadar, o iki yılda yediği. Oysa bitki 1 bilemedin 2 haftada yetişiyor, en fazla 1 ay ve aynı kökten tekrar tekrar çıkıyor. Aradaki farkı sen hesap et."
"Yuh! Bunların hiç birini düşünmemiştim."
"Peyzaj okuyunca tasarımdan çok bunlarla ilgilendim ben. Sürdürülebilir bir yaşam nasıl inşa edilir, doğa nasıl tamir edilir diye, vejetaryenlikle başladım."
"Senin et yememen dünyayı kurtarır mı?"
"Belki evet, belki hayır."
"Ne demek o?"
"Belki benim et yememem yüzünden yılda bir hayvan daha az kesilir dünyada. Bildiklerimi insanlarla paylaşarak belki onları da bu duyarlılığa katarım. Kelebek etkisi yani."
"Vay be! Ne yalan söyleyeyim, Bilkent'te okuyorum deyince seni de o sığ adamlardan sanıp ilk seferde yaftaladım ama sonra sende farklı bir şey olduğunu fark edip koştum peşinden, iyi ki yılmamışım."
"Şımartıyorsun."
"Hak ediyorsun" deyip ayakları küvetin iki yanından sarkmış halde yakınlaşıp sarıldı, keyfi yerine geldi, öylece öpüştük bir süre.

Dut ile ne kadardır beraber olduğumuzu unutmuşum, sanki hep hayatımdaydı, sanki ben varolduğumdan beri vardı. Sene bile tam uyuşmuyordu ki nasıl öyle olsun, aramızda iki yaş fark vardı. Ne kadar zıt olsak da birbirimize, sanki beni tamamlayan biriydi. Olmak istediğim, çabaladığım, aklı havada görünen ama sıkı sıkıya ayakları yere basan, yarınını düşünmeyip, hayatını plana sokan. En önemlisi de kendine güvenen ve bu yüzden hiç “keşke“si olmadan yaşayan. Kendi değerlerine sıkı sıkıya bağlı ama hiç bir şeyi umursamayan. Geçirdiğimiz bunca zamana rağmen hala muammaydı Dut benim için, nereden gelip nereye gittiğini hala bilmiyordum.

“Emreee!”
“Efendim.”
“Daldın, ne oldu?”
“Ha? Yok ya bir şey olmadı, çıkalım mı?”
“Tamam.”
“Emre!”
“Canım?”
“Finaller bitince tatile gidelim mi?”
“Nereye mesela?”
“Ne bileyim, güneye işte.”
“Daha bir buçuk ay var!”
“Ben senden sözü alayım da beklerim” dedi sırıtarak.
“Bütçe ayarlamalarını yaptıktan sonra neden olmasın.”
“Çok bütçe gerekmez, çadırda falan kalırız.”
“...”
“Ne oldu?”
“Daha önce hiç çadırda kalmadım, güzel olabilir.”
“O zaman bunu evet olarak alıyorum.”
“Anlaştık.”


*Arkası yarından sonra*


Blogger tarafından desteklenmektedir.