O günü de ev içinde oyalanarak, film izleyerek geçirdikten sonra ertesi günki sorumluluklarımız yüzünden Dut’un evine gitme isteğine boyun eğdim, okulu da boşlamamak gerekti zira. Devam eden günlerde de okuldan arta kalan zamanlarda bazen bizde bazen Dut’ta geceleyip bazen de stüdyoda boş vakitlerde davul dersleriyle neredeyse bir ayı devirmiştik ilişkimizde. İkimizin de müsait olduğu bir gece liseden bir arkadaşım davet etti bizi, aslına bakarsan beni davet etti ama Dut’u götürmemde bir sakınca olacak bir arkadaş değildi, zaten erkek erkeğe de takılmayacaktık, hem ben de Dut’u arkadaşlarımla tanıştırmak istiyordum.

“Dut n’aber?”
“İyilik canımın içi, senden n’aber?”
“İyi benden de kızılcığım, akşam işin var mı?”
“Kızılcık değil, Dut! İşim yok, tamamen seninim yavrum” dedi gülerek.
“Tamam Dut olsun” dedim gülmesine karşılık vererek “arkadaşlar rakı sofrası kuracaklarmış, gidelim mi?”
“Rakı mı?” dedi heyecanlı bir sesle “ben varım!”
“Tamam o halde, ne zaman müsait olursun?”
“Ders bitti, çay içiyorduk, birazdan bir ders daha var. Senin aikido sınavın yok muydu bugün?”
“Evet işte, birazdan ona gireceğim, çıkışta eve gider duş alır gelirim.”
“O zaman ben de dersten sonra eve gidip duş falan alayım, ev nerede?”
“Batıkent’te. Benim sınav da 1-2 saate biter, eve gider hazırlanırım sen de o vakte kadar hazır olursun herhalde.”
“Olurum” dedi Dut “giderken bir şey alacak mıyız?”
“Batıkent’te hallederiz” deyip vedalaştıktan sonra telefonu kapattım.

Kıyafetleri giyip geçtik sınavın yapılacağı yere. Sınava girecek çok kişi yoktu. 6 tane 6. kyu için, 2 tane 5. kyu, 2 tane de 1. kyu için sınava girecek öğrenci vardı. Salona, bayrağa, hocaya selamımızı vererek aldık pozisyonumuzu ve beklemeye başladık. Sınav başlamadan önce hepimiz sınav formlarını doldurduk ve sınav ücreti olan 10 lira ile birlikte senseiye verdik.

Önce 6. kyular çıktı sahneye, ikişer kişilik gruplar halinde. Birbirimize selamımızı vererek bekledik senseinin talimatlarını. Rakip olarak çok muhabbetim olmayan çelimsiz bir kız çıktı karşıma, hareketleri benden iyi biliyordu. Kaç kere yuvarlandım yerde sayamadım ama kan ter içinde kaldım, tüm hareketleri eksiksiz yapacağım diye. Çok iyi bildiğim hareketlerden birini şaşırınca bir süre hareketsiz kalıp etraftakileri izledim onlar nasıl yapıyorlar diye, sonrasında senseinin de uyarmasıyla hatırlayıp devam ettim sınava.

6. kyuların hepsi sınavını bitirince ki aynı anda başlayıp aynı anda bitirmiştik, oturup sempailerin sınavlarını izledik. 5. kyu sınavı bizimkinden çok farklı değildi ama fazladan hareketleri vardı uygulamaları gereken. Kısa süre sonra onlarınki de bitince sıra 1. kyulara geldi. Tam bir görsel şölen! 20-25 dakika boyunca hiç durmadan senseinin talimatlarını yerine getirdiler, daha önce hiç görmediğimiz hareketleri yaptılar, düşmelerini izlemek bile zevkliydi. Sonrasında tahta bıçaklarını çıkarıp bıçaklara karşı savunmalar nasıl olur onu izledik, sonra da sırasıyla kılıç ve uzun sopa.

Tiyatro gibiydi karşımızda dönen olay, işte o an aikidoya sonuna kadar devam etme kararı aldım. 1. kyu sınavının en sonunda sensei japonca bir şey söyledi ve oturan 2 tane daha 1. kyu öğrencisi kalktı yerlerinden ve sırayla saldırmaya başladı sınav olan öğrencilerden tekine, diğer sınav olan öğrenciyle birlikte. Sonrasında sensei ellerini çırptı ve “hep beraber” dedi, o an sıra gözetmeksizin hepsi birden hamle yaptı sınav olan öğrenciye ve eleman hepsini savuşturmayı bildi. Aynı aşamalardan diğeri de geçti ancak unuttuğu çok hareket olunca biraz tökezledi tabi.

Sınav bittikten sonra 10 dakika mola verdik ve aramızda sınavı değerlendirmeye başladık, sensei ise yanına kıdemli bir öğrenci alarak sınavı değerlendirmeye başladı. 10 dakikanın sonunda senseinin karşısında tekrar diz çökerek sınav sonucunu beklemeye başladık. Tek tek isimler sayılıyor ve başarılı olup olmadığımız açıklanıyordu. 2. olarak benim ismim söylendi ve bir adım öne çıktım;

“Emre.”
“Evet.”
“6. kyu!” dediğinde içeriden bir alkış yükseldi. Benden önceki başarılı olan öğrenciyi de alkışlamıştık.

1. kyu sınavında çuvallayan öğrenci harici hepimiz geçmiştik. İnanılmaz bir duyguydu, başarmıştım. Minderleri toplayıp yerlerine yerleştirirken tebrik etmeye gelenler oldu, sınav yapmayanların arasından. Sonrasında ise yine salona selamımızı verip ayrıldık salondan. Üstüme tekrar sivilleri çekip çıktım okuldan.
Servis ve halk otobüsü kullanarak eve vardığımda Dut ile konuşmamızın üzerinden 2 saat geçmişti. Çantayı odaya bıraktım, duş için hazırlanırken Ali geldi;

“Kanka hayırdır? Yüzünü gören cennetlik” dedi pişkin bir halde. Artık her yaptığı batıyordu. Sınav sevincimi bile paylaşmak istemiyordum.
“Duşa gireceğim, ardından arkadaşa gideceğim de hazırlanıyorum” dedim kayıtsızca.
“Kimmiş bu arkadaş?”
“Bir ara masana dosyasını bırakrım” dedim ters bir şekilde.
“Niye atar yapıyorsun oğlum, adam gibi soru sorduk.”
“Sen de sorguya çekme o zaman!”
“İyi tamam, git nereye gidiyorsan. Ben de bu gece dışarı çıkar mıyız diye soracaktım.”
“Çıkmayız Ali, Samet’le takılın siz. Pelin’le de görüşmüyoruz artık zaten, kız da getiremem. Benden hayır yok yani size.”
“Zaten sadece kız getiriyorsun diye takılıyorduk biz de seninle” dedi biraz sitemkar bir şekilde.
“Emin değilim” dedim hafif tersleyerek.
“İyi” deyip odadan çıktı. Ben de bir an önce duşa girip oyalanmadan çıktım evden, yolda da Dut’u aramayı ihmal etmedim.
“Hazır mısın dutların en güzeli?”
“Allah’tan saçlarım kısa, çabuk kuruyor, gerçi uzadı iyice, kestirsem mi?”
“Yok yok, biraz uzasın, uzadıkça kıvır kıvır oluyor. O değil de hazır mısın?”
“Nasıl geçti sınav?”
“6. Kyu sevgilin var artık” dedim biraz göğsümü kabartarak.
“Hadi ya? Tebrik ederim. Nasıl geçti peki? Nasıl oluyor aikido sınavı?”
“Ya işte hoca tek tek hareketlerin isimlerini sayıyor, sen de eşleşip o hareketleri birbirine uyguluyorsun.”
“Nasıl yani?”
“Ya işte hoca ‘suwari waza ryotedori kokyu ho’ diyor, sen de o söylediğine göre pozisyon alıp başlıyorsun hareketi yapmaya.”
“Kuşak atladın yani.”
“Evet bir nevi” dedim olayı daha basit anlatmak için. “Ya hadi bunları sonra anlatırım, hazır mısın sen?”
“5-10 dakikaya kadar hazırım, sen çıktın mı?”
“Çıktım. Kızılay’da buluşalım mı? Metroya bineceğiz.”
“Tamam. Ben Dikimevi’nden bineyim o zaman, aşağıda beklerim seni.”
“Anlaştık, kırk dakika sonra orada olurum.”
“Ben de ona göre ayarlarım kendimi, görüşürüz.”
“Hoşçakal.”

Otobüs Kızılaya vardıktan sonraki duraktan metroya kadar olan kısa mesafede bir sigara yaktım, etrafı seyrede seyrede yol aldım kalabalık arasında. Dut’un gelip gelmediğini anlamanın yolu yoktu, metroda telefon çekmiyor. Otobüs tahminimden erken varınca aşağıda beklemektense dışarıda sigara içmek daha cazip geldi. O yüzden hiç acele etmedim metroya giderken. Metronun Yüksel Caddesi girişinde dikildim, merdivenlerinin başında sigaramı bitirip öyle girdim metroya. Aşağıya vardığımda Dut elinde kitabı, bacak bacak üstüne atmış büyük bir dalgınlıkla okuyordu. Yaklaşıp önünde dikilince kaldırdı kafasını, kitabı çantasına atıp boynuma sarıldı, uzun uzun öptü önce. Kitabına ayraç kullanmaması daha önce de dikkatimi çektiğinde sormuştum neden kullanmadığını, o da sayfa numarasını her zaman aklında tuttuğunu söylemişti, kullanmazmış kitap ayracı, beyni tembelleştirirmiş, o öyle inanıyor. Metronun gelmesini beklerken ayak üstü tüm sınavı anlattım Dut’a. Metro geldiğinde ise kapının kenarındaki ikili koltuklara oturduk, giderken telefonunu çıkardı, kulaklığının tekini bana vererek kendi arşivinden örnekler sundu yol boyunca. Hem Dut hem güzel müzikler Kızılay – Batıkent arası 23 dakikalık yolun ne ara geçtiğini farkettirmedi. Yol biraz uzun olsa da hava güzel ve saat daha erken olduğu için yürümeyi tercih ettik. Hava hafif hafif kararıyordu. Saatlerin de ileriye alınmasıyla artık yazı iyiden iyiye hisseder olmuştuk.

Arkadaşın evinin yakınında büyük bir marketler zincirinin bir halkası vardı, ihtiyaç dahilinde oradan alınacakları alırdık. Bu sebeple doğruca arkadaşlara gittik Dut’la, vardığımızda kapının önünde okey oynuyorlardı. Ev tam köşede, oyun parkına bakan bir tripleks müstakil evdi. Bahçede iki tane rottweiler kendi aralarında oynuyorlardı, son gördüğümden bu zamana epey büyümüşler.

“Şeytanınız bol olsun gençler!” diye seslendim bahçe duvarından.
“Oo beyim erkencisin.”
“Vakti sizinle değerlendirelim dedik, bak bir de misafir getirdim” dedim Dut’u göstererek.
“Merhaba!” diye seslendi Dut da okey oynayanlara.
“Köpeklerden korkar mısınız, ayalım mı içeri?”
“Yok canım, neyinden korkalım bunların” deyip sevmeye başladı köpekleri Dut. Ben küçüklüklerini bilmeme rağmen arada bir tedirgin oluyordum.
Masada oturan Hacer, Rıza, Laz ve Mustafa’yla tek tek tanıştı Dut.
“Aa ne güzel senin de lakabın var! Emre’ye bir şey uyduramadınız mı?” dedi Dut Laz’a.
“Ne bilelim, yıllar önce Kençal Rıza’ya gelip ‘yufka yürekli, kel, göbekli, bil bakalım bu kim?’ diye sorunca Rıza tereddüt bile etmeden ‘Emre’ deyince Emre’nin lakap olarak kullandığı tek yakıştırma bu oldu. Bazen Bıdık da der Kençal.”
“Hadi ya? Emre hiç anlatmadı bunu. Ben de internetteki yufkayureklikegobekli ismi nerden geliyor diyordum. Kençal da lakap sanırım.”
“Evet. Mustafa’ya Miço, Ilık Süt; Hacer’e Küçük Burjuva dediğimiz olur ama hiç Laz kadar yapışmadı kimseye” dedi Laz. Bu cümleleri sarfederken bizim Mustafa’nın lakapları sayılırken gülmemize Mustafa’nın ters bakışları da dikkatlerden kaçmadı tabi.

Hava hepten kararınca artık alışveriş vaktinin geldiğini farkettik. Hep beraber çıkıp markete doğru yürürken Dut da aramızdaki ilişkiyi anlamaya çalışıyordu. Hepsi de liseden arkadaşlarımdı, Rıza okumamayı seçip en aklı başında hareketi yapmıştı, babasıyla beraber büfe işletiyordu. Mustafa yıllardır okuyup da kafası sonradan dank edenlerdendi, eşek gibi ders çalışıyordu artık. Laz ise iki yıllık meslek yüksek okulu bitirmiş, askerliğini bile yapıp gelmişti, Rıza da öyle, vatani görevini yerine getirmişti. Hacer bir süre istemediği bir bölümde okumuş, üç yılın sonunda da asıl yerinin güzel sanatlar olduğunu farkedip her şeye sıfırdan başlamıştı. Herkesin kendince başarısı ve hikayesi vardı, vakit geçirdikçe anca anlardı Dut bu derin bağ ve muhabbeti.

Alışverişten döndüğümüzde kapıda bizi Derya ve Nergis karşıladı;

“Ağaç olduk lan! Neredesiniz?” dedi Derya. Nergis ile kıyaslayınca oldukça esmerdi.
“Sizi beslemek için erzak aldık!” dedi Hacer.

Hacer’in arkadaşlarıydı Nergis ve Derya ama zaman geçtikçe hepimizin arkadaşı olmuşlardı. Nergis, Mustafa’nın kız arkadaşıydı ayrıca. Düşük çeneleriyle ün salmışlardı ikisi de aramızda. Zamanında aynı yurtta kaldıklarından, neredeyse tüm vakitlerini beraber geçirmiş, sonradan da aynı eve çıkınca bu yakınlıklarını pekiştirmişlerdi. Aslına bakarsan ilginç bile sayılabilirdi bu ikili. Kaya tırmanışına ilgileri vardı ve belirli periyorlarda dağ bayır tırmanmaya memleketin farklı köşelerine giderlerdi. İyi anlaşmalarının temelinde Ankara’yı sevmemek ve İstanbul’dan gelmek de yatıyor olabilir diye düşünüyordum. Dut’la kısa bir tanışma merasiminin ardından Rıza kapıyı açtı ve iş bölümü oluşturuldu. Mezeler hazırlanacak, rakı soğutulacak, buzluğa buz koyulacak, masa kurulacak ve hala gelmemiş olanlar aranacaktı. Dut, kızlarla kaynaşmak için mutfakta kendine görev buldu, ben de masa hazırlamayı kendime görev edindim.

İçeceğimiz yer, evin bodrum katı gibi olan, doğru düzgün ışık almayan bölümüydü. Her ne kadar köhne gibi dursa da bir gencin ya da öğrencinin isteyebileceği en uygun yaşam alanıydı. Evden bağımsız bir kat gibi durmasından mütevellit bu muhitte en alt kat her zaman evin çocuğuna ayrılır. Çekyatları karşılıklı çekerek başladık işe. Ortaya da büyük orta sehpayı alıp yaklaşık 8-10 kişinin rahatlıkla her yere ulaşmasına imkan sağlayan iç tasarımımızı tamamladık Mustafa ve Laz ile beraber, Rıza diğer gelecekleri arıyordu. Bana da Ali’yi soracak oldular ama bu ara aramızın limoni olduğunu bildiklerinden çağırmamamı olağan karşıladılar. Rıza’dan öğrendiğimiz kadarıyla Kençal işteymiş, yarın da gideceği için teklifi geri çevirdi, geriye tek Rıza’nın bir arkadaşı kaldı beklediğimiz.

“Balık mı yapsaydık ya!” dedi Mustafa iç geçirerek.
“Oğlum tavada yapsak tüm ev kokar, annem ağzıma sıçar. Mangal falan desen hava akşamları buz kesiyor bir de uğraşması var” diye karşılık verdi Rıza.
“Sahi annenler nerede?” diye sordum Rıza’ya. Ailesiyle yaşıyordu ve böyle organizasyonlara hiç ev sahipliği yapmıyordu.
“Düğüne gittiler Bursa’ya, biri evleniyormuş akrabalardan.”
“Haa. Ne zaman dönecekler?”
“Yarından sonra falan, neden?”
“Yarın falan döneceklerse apar topar buraları toparlamamız gerekir de ondan dedim.”
“Yok yahu, yarın hallederiz.”
“İyi o zaman. Ne zaman başlarız?”
“Saat daha erken, Bahadır da gelsin on buçuk gibi başlarız herhalde.”
“E biz acıkırız o zamana kadar.”
“Makarna yapalım mı?”
“Ya o da tıkar şimdi. Neyse bekleyelim de mezelerle doyururuz karnımızı, bir sürü meze aldık.”
“İki tane 100’lük yetecek mi bize?” diye girdi araya Laz.
“Kaç kişiyiz?” diye sordu Mustafa.
“Şimdilik 8, Bahadır da gelince 9 oluyoruz ama Bahadır pek sevmez rakı, gelirken kendine bira getirir herhalde” diye yanıtladı Rıza “yetmezse bira alır geliriz, aşağıdaki büfe sabaha kadar açık.”
“İyi o zaman” dedi Laz ikna olmamış yüz ifadesiyle. Aramızda en fazla içen odur, sünger gibi emer alkolü.

Mezeler hazırlanıp, kızların da yanımıza inmesinin üzerinden ne kadar vakit geçti hatırlamıyorum ama çok fazla olmadan Bahadır kapıyı çaldı. Birkaç kez daha Rıza vasıtasıyla görüşmüştük. Biraz sessiz biri. Yaşının bizden küçük olmasının da etkisi olabilir diye düşünüyordum. Rıza ve ailesi Bursa’da yaşadığı sıralarda mahalleden arkadaşıymış, sonra Rızalar iş icabı Ankara’ya gelince kitle iletişim araçları sayesinde ilişkilerini koparmamışlar. Sonra Bahadır Gazi’de işletme kazanınca arkadaşlıkları tekrar pekişmiş, göüştüğümüz zamanlarda Bahadır da olur yanımızda.

Bahadır’la birlikte mezeler de geldi masaya. Herkesin her mezeye ulaşabileceği şekilde dizmeye özen gösterdik mezeleri. Haydari baş köşedeydi, rus salatası, turşu, beyaz peynir, közlenmiş biber ve patlıcan salatası, yarısına kadar limon suyu doldurulmuş bardaklar içine uzun ince doğranmış havuçlar ve şu anda unuttuğum birkaç başka meze daha nizami bir şekilde mideye inmeyi bekliyorlardı. Mustafa’nın isteği üzerine acılı şalgam da almıştık bir litre. Herkes ve her şey sofrada hazır bulunduğuna göre başlayabilirdik. Bir taraftan içip bir taraftan da Dut’a kişileri tek tek tanıtıyordum. Bir çoğunu zaten mutfaktayken öğrenmiş, bana pek bir şey kalmamıştı.

Bardaklar bir bir yenilendikçe odayı anason kokusu ve gülüşmeler doldurmaya başladı. Herkes kendine daha rahat edebilecekleri oturma alanları oluşturuyordu bir bir, ikili koltuğu da Dut’la ben kaptık. İkinci rakıyı da yarılamaya başladığımız sırada Rıza aşka gelip abisinden yadigâr bağlamayı kılıfından çıkardı. En çok sevinenlerden biri de bendim herhalde. Rakı içerken müzik seçimi, her kafadan bir ses çıkınca hiç hoş olmuyor. Arabeskten fasıla, oradan TSM’ye geçiş sıkıcı oluyor zira. Rıza telleri titrettikçe bizim de içimiz titremeye, rakı kafaya daha çok girmeye başladı. Türkülerden sıra Tanrıdan Diledim’e gelince hep bir ağızdan mest olmuş bir şekilde eşlik ettik, “bana kısmet değil, dizinde yatmak aman aman, dizinde yatmak, dizinde yatıp da yüzüne bakmak...” dendiğinde Dut dizime yatıp yüzüme bakarak gülümsedi, saçlarında parmaklarımı gezdirirken “gerçekten dünya malına değersin” diye fısıldadım. Gülümseyerek gözlerini yumdu, mayışır gibi bir hali vardı, gece ilerlemişti ve Rıza da çalmayı kesip Laz ile birlikte rakının son damlalarını paylaşıyorlardı;

“Rıza, bize yatacak yer var mı?”
“Yok! Gidin bankta falan uyuyun! Tabi var oğlum yoksa çağırmazdım zaten.”
“Biz sızmak üzereyiz de” dedim gözlerimi ovuşturarak.
“Herkes perişan, baksana milletin gözlere” dedi gülerek “şimdi ayarlarız bir şeyler.”
“Benim bir şeyim yok oğlum! Getir bir yüzlük daha, onu da deviririm” diye çıkıştı Laz ama gözleri öyle demiyordu.
“Hadi yardım et de yer bulalım insanlara o zaman” dedi Rıza Laz’a dönerek. Derya çoktan sızmıştı, Mustafa ve Nergis de aynı durumdaydı, tek sesi çıkmayan Bahadır idi. Köşede sessiz sedasız birasını yudumluyordu. O da 4. Birasına gelmiş, kafası yeterince olmuştu.
“Bahadır konuşmadın tüm gece” diye muhabbete katmaya çalıştım Bahadır’ı.
“Keyfim yok da biraz.”
“Hayırdır?”
“Ya KYK’da kalmaktan bıktım, ev bulup çıkmak istiyorum ama ev arkadaşı bulamadım.”
“Nerede düşünüyorsun?”
“Neresi olursa ya, fiyatı uygun olsun da.”
“Yarın ayık kafayla konuşalım mı bunu? Buradasın değil mi?”
“Buradayım ya, bu saatte zaten gidemem, evci yazdırdım kendimi haftasonu için, Rızalardayım tüm haftasonu.”
“Güzel, yarın bir konuşalım, ben de ev değiştirmeyi düşünüyorum bu günlerde.”
“Aa ciddi misin? Hiç bahsetmedin” diye araya girdi Dut.
“Evet, bıktım Ali’den de Samet’ten de” dedim öfkeli bir biçimde.
“E gel bize, bizde yer var.”
“Düzeninizi bozmayayım ya hiç.”
“Saçmalama be! Benimle mi kalmak istemiyorsun yoksa?”
“Ya o da var, hergün içiçe olursak sıkılırsın belki.”
“Öyle bir halim mi var?”
“Yok canım.”
“Başka ne sebebin var o zaman?”
“Yarın konuşsak?”
“Şimdi konuşacağız!”
“Canım kafam nal gibi, cümleleri toparlayamıyorum bile.”
“Aklıma yalan gelmiyor desene!” dedi biraz sesini yükselterek.
“Yok canım ne yalanı.”
“Aman neyse, bildiğini yap!” deyip arkasını döndü.
“Neyse Bahadır, yatalım da yarın etraflıca konuşuruz.”
“Tamamdır” dedi gözleri parlayarak.

Herkes bulduğu yere kıvrıldı. Mustafa ve Nergis, Rıza’nın yatağına, Bahadır, Rıza’nın abisinin yatağına, çekyatın tekine Hacer ve Derya kıvrıldı, diğerine de Dut’la ben. Sanırım Rıza da anne ve babasının yatağında yatmış olmalı.

*Arkası yarından sonra*


Blogger tarafından desteklenmektedir.