Gözümü araladığımda Bahadır masadaki bardakları ve mezeleri topluyordu, uzanıp saate baktım daha 10’du. Dut’tan kolumu usulca kurtarıp ayağa kalktım, başım dönünce hafif sendeleyip oturdum tekrar. Bahadır’a günaydın dileyip yüzümü yıkamaya çıktım, dönerken Bahadır elinde bulaşıklarla dönüyordu;

“Uyandırdım mı?” dedi biraz mahçup bir şekilde.
“Yok yahu, erkencisin!”
“Alkol alınca erken uyanıyorum da.”
“Ben de öyle. Sonra da mal gibi dolanıyorum etrafta. Kalan yoğurttan soda ayran yapalım mı?”
“Bakalım ne kadar yoğurt var” deyip elindekileri mutfağa bıraktıktan sonra buzdolabını yokladı ve ayran için yeterli olduğunu görünce masaya çıkardı.
“Soda var mı?”
“Olmalı” deyip tekrar açtı buzdolabını ve ikimize yeteceğini düşünmüş olmalı ki bir tane soda açtı.
Bir taraftan soda ve limon ile zenginleştirilmiş mide yatıştırıcı ayranlarımızı içerken, bir taraftan da giriş kattaki salonda ev mevzularını konuşuyorduk Bahadır’la. KYK’daki durumunu anlattı, aslına bakarsan oradaki tüm öğrencilerinkini. Sırf devletin ve ucuz diye öğrencileri balık istifi diziyorlarmış odalara. Odalarda priz de yokmuş, lazım olduğunda florasanların yanlarından çektikleri kablolardan kullanıyorlarmış, yemekler desen berbat diyor. Devletin hangi kurumu düzgün işlemiş ki bundan bekleyesin işte. Maddi açıdan büyük tasarruf sağlasa da KYK manevi olarak yıprandıktan sonra maddi olarak kazanmanın da çok değeri yok. Hal böyle olunca da Bahadır ailesiyle anlaşıp eve çıkmaya ikna etmiş. Aslında ailesi biraz da muhafazakar olunca cemaat evlerini önermiş ama Bahadır orada barınamayacağını düşünerek ikna etmiş ailesini ayrı bir eve çıkmak için.

Rıza’dan tanıdığım kadarıyla temiz çocuk olduğunu biliyordum Bahadır’ın, tertipli, düzenliymiş de aynı zamanda. Biraz da sessiz sedasız çocuk, ideal ev arkadaşı yani.

Ettiğim muhabbetlerden anladığım kadarıyla saygılı ve efendi aynı zamanda. Bazı konularda fikir ayrılıklarımız var ama körü körüne bağlı kaldığı düşünceler değil, zaman içerisinde gördükçe, öğrendikçe fikirleri değişecektir diye düşünüyordum.

Prensipte ev arkadaşı olmak için anlaştık, evi nereden tutabiliriz diye düşünmeye başladık bu sefer de. Bahadır’a göre Bahçeli, Emek tarafında tutmamız iyi olurmuş. Aslına bakarsan mantıklı, ikimizin de okul güzergahı olduğu için ama gel gör ki merkeze uzak. Madem ev değiştiriyoruz şehre daha yakın bir yerde olması daha iyi olur. Sonra da bu tartışmanın ev içerisinde varsayımlarla götürmenin anlamsız olduğuna kanaat getirip sokakları dolaşmaya karar verdik. Uyumlu çocuktu vesselam. Konuşma koyulaşmaya başlamıştı ki
Dut gerinerek içeriye girdi;

“Anlaştınız mı?” dedi esneyerek.
“Evet, prensipte anlaştık” dedim olanca sevecenliğimle.
“İyi” deyip banyoya doğru gitti.
“Soda ayran ister misin?” diye bağırdım arkasından.
“Olur!”
Salona geldiğinde ben de ayran yapımını yeni tamamlamıştım, bardağı alıp yanına sokuldum, suratı sirke satıyordu;
“Sen hala kızgın mısın bana?”
“Yo, niye kızayım? Alt tarafı benimle yaşamak istemediğini söyledin.”
“Ya zaten sürekli birbirimize gelir gideriz, istediğimiz zaman birbirimizde konaklarız.”
“Konaklarız ne demek be? Otel mi bu evler? Misafirhane mi?”
“Ya öyle değil, yalnız kalmak ister ya insan bazen.”
“Neden?”
“Ne bileyim işte. Hiç yalnız kalmak istediğin olmaz mı?”
“Seninleyken olmazdı. ”
“Yapma ama böyle Dut. Biz yine hep beraber olacağız.”
“Benim bir şey yaptığım yok! Neden yaşamak istemiyorsun ki sen benimle? Benim haricinde bir hayatın mı olsun istiyorsun?”
“Mutlaka ayrı ayrı hayatlarımız var. Senden önce de bir bireydim ben, senden sonra da öyle olacağım. İkimiz toplamda bir etmiyoruz.”
“O ne demek yani?”
“Yani diyorum ki her ne kadar beraber olsak da ikimizin de ayrı ayrı hayatları var. Senin tüm hayatın ben değilim, benim de tüm hayatım sen değilsin. Ortak paydamız çok fazla artık ama ne tamamen senininm, ne tamamen benimsin.”
“Neden olmayalım?”
“Sonsuza kadar beraber değiliz Dut.”
“O ne demek? Geçici olarak mı görüyorsun ilişkimizi?”
“Tabii ki. Sağlığımızda ayrılmasak bile birimizden birisi mutlaka ölecek bir gün ve ayrılık kaçınılmaz olacak. Yani mutlaka bir ayrılık var.”
“Abartma, nereye vardırdın olayı!”
“Dinle bir önce. Hiç kimseye tamamen sahip olamazsın o yüzden bir şekilde kendi başılığına alışman gerek. Hayatına mutlaka insanlar girip çıkacak ama en sonunda yine tek başınasın. En yakının olan ailen bile bir süre sonra seni bırakıp gidiyor, onlardan daha yakın kimse yok sana hayatta ve onlar bile giderken kimden medet umuyorsun?” dediğimde gözlerinin dolduğunu görebiliyordum.
“Benimle eve çıkmama konusunda bu kadar derin düşündüğüne inanmıyorum, ailem hakkında da hiç bir şey bilmiyorsun o sebepten bu konuyu benimle tartışmamanı öneririm” dedi hüzünlü ve öfkeli bir biçimde.
“Canım bak daha da zorlaştırma durumu, böyle ne güzel yaşayıp gidiyoruz.”
“Sen devam et o güzel yaşantına o zaman!” deyip ayağa kalktı, kolundan tutmaya çalıştıysam da kâr etmedi.
“Abi kusura bakma eğer ben sebep olduysam bu duruma” dedi Bahadır mahcup ses tonuyla.
“Yok abi, seninle alakası yok.”

Dut çantasını toplayıp apar topar çıktı evden, peşinden bahçe kapısına kadar kovaladım ama nafile, peşinden gitmek de fayda etmeyecekti. Boynum bükük döndüm eve. Bahadır’ın mahcubiyeti yüzünden okunuyordu, teskin etmek için elimi omzuna koyup onun olayla bir alakasının olmadığını söyledim. Biraz gürültü yapmış olmalıyız ki evdeki hemen herkes uyandı. Her birine sırayla durumu anlatınca herkes kendince akıl vermeye başladı. Bu olay resmi olarak gündem kabul edildi ve durum değerlendirmesi yapmak için kahvaltı sofrası kurulmasına karar verildi. Ortalığı toplayıp mükellef bir kahvaltı hazırlayıp konuyu tekrar tartışmaya koyulduk. Benimle aynı fikirde olanlar azınlıkta kalıyordu ama karşıt fikir de benim aklıma yatmıyordu. Tabii ki hergün Dut ile uyanmak güzel olurdu ancak ilişkiyi bu kadar erken sürede harcamak istemiyordum. Her şey rayına oturup sağlam zeminlere dayanınca bu fikir değerlendirilirdi, şimdilik aklıma yatan en iyi fikir buydu.
Birkaç saat sonra aradım Dut’u ama yanıt vermiyordu telefonu, “biraz yalnız bırakayım” diyerek aramayı kestim. Evi el birlik toparladıktan sonra çıktım Laz’dan, eve gitmek için mecburen Kızılay’dan aktarma yapmam gerekeceği için metro yerine halk otobüsüne binip Dikimevi’ne kadar tek vesaitle gittim. Dut’a uğrayıp durumu izah etmek istiyordum ancak evde yoktu, Aylin’in de haberi yokmuş. Birkaç kez daha aradım, yine ses yok. Bir süre Dut’un evinde takıldıktan sonra Kuru’yu aradım ama hiçbir şeyden haberi yoktu “kafası attıysa dolanıyordur sağda solda, gelir mutlaka” dese de içim rahat değildi. Akşamüstü olunca mecbur evin yolunu tuttum, Aylin’e de sıkı sıkı tembihledim, gelirse arasın diye.

Eve vardığımda Samet ve Ali yine bilgisayar başında oturuyorlardı, selam verip geçtim odama. Gün boyu yemek yemeyi unuttuğumdan karnım zil çalıyordu, bilgisayarı açtıktan sonra mutfağa gidip tost yaptım kendime, elimde tost ve kolayla tekrar girdim odaya. İnternette de bir kıpırtı yoktu Dut’un sayfasında. Zaten vakit geçirmiyordu internette ama bir umut işte. Birkaç kez daha aradım ama hala cevap vermiyordu, mesaj attım yine karşılık yok. “Siniri yatışana kadar bekleyeyim” diyerek rahat bıraktım hatunu. “Acaba yanlış mı düşündüm?” diye geçirdim içimden “beraber mi çıksaydık eve.” Bahadır’ın o sevincini gördükten sonra fikrimi değiştiremezdim, zaten gerçekten Dut’a söylediğim tüm o fikirlere sonuna kadar inanıyordum. Sürekli bir arada olmak yıpratabilirdi ilişkimizi, zaten henüz oturmuş bir ilişkimiz de yoktu.

Kaçta uyudum hiç farkında değildim, ertesi güne de öğleden önce başladım. Yarı evcil canavarlar hala uyuyorlardı, ayaküstü peynir zeytinin ardından ne yapacağımı bilmez bir şekilde attım kendimi sokağa, belki bir yerlerde raslarım Dut’a diye. Önce telefonu denedim, kapalıydı, telaşım daha da arttı. Kızılay’a vardığımda önce çalıştığı stüdyoya uğradım, izin almış, bir süre gelmeyecekmiş. Telefonla haber vermiş gelmeyeceğini, nasıl bu kadar detaylı plan yapabildiğine şaşıyordum bu kadar kısa sürede.

Halil Amca’nın kafesine kadar yürüdüm farkına varmadan, gözüm istemsiz karşıdaki Mülkiye’ye ilişti, “nerede bu kız?” dedim içimden sonra da dönüp Halil Amca’nın yanına girdim. Kısa bir hal hatır muhabbetini ardından Dut’u sordum, uğramamış. Çay ısmarlama ısrarına karşı koymayıp oturdum bir köşeye, bir taraftan sigara tüketirken bir taraftan da gidebileceği yerleri düşünüyordum. Buraya kadar gelmişken evine de uğramadan olmayacaktı, Halil Amca’ya selamımı verip çıktım kafeden. Dikimevi’nden yokuşu tırmanarak vardım Dut’un evine, Aylin karşıladı kapıda, Dut hala gelmemiş. Tekrar davrandım telefona ama hala kapalıydı.

Çaresiz tekrar Kızılay’ın yolunu tuttum, yolda Kuru’yu aradım ondan da olumlu bir yanıt alamayınca Yüksel Caddesin’de bir banka oturup düşünmeye başladım. Stüdyoda yoktu, Halil Amca’ya uğramamıştı, eve de gitmemişti, Kuru’da da yok. Nerede olabilirdi? O sırada yanıma sivilleri çekmiş bir asker oturdu, internette takılmaktan sıkılmış olacak ki kendini sokağa atmış. Üç kilometre öteden seçliyordu sivil erler Kızılay’da. Belki asker olmadan önce çok alternatif bir tip bile olabilirdi ama bir insan asker olunca o kimliği yüzüne yansıyordu. Aslında gayet iyi de giyimliydi, kıyafetlerden anlaşılmazdı asker olduğu ama işte yüzüne bakınca anlaşılıyordu. Çakmak isteyene kadar farketmemiştim zaten yanıma oturduğunu.

“Pardon ateş var mıydı?”
“Buyur” dedim başımı kaldırmadan.
“Sağolasın. Öğrenci misin?”
“Evet, sen de askersin herhalde.”
“Çok mu belli oluyor?”
“Ya bakma benim anladığıma, giyimden kuşamdan fark edilmiyor ama insan asker olunca yüzünde ‘ben askerim’ bakışı oluyor ya, oradan çıkardım” dediğimde gülümsedi.
“Gerçekten öyle. Nasıl bir duyguysa asker olmak, biraz mallaşıyor insan.”
“Estağfurullah.”
“Yok yok öyle.”
“Nereden geldin?”
“Tekirdağ, usta birliğindeyim şimdi. Yedek subayım.”
“Okul bitirip uzun dönem yapanlardan mı?”
“Evet. Kimin aklına uyup sınava girdiysek, ne güzel beş ay yapıp bitirecektim. Maaşı var dediler, rahat edersin dediler, şimdi de gün sayıyoruz bitsin diye.”
“Var mı daha?”
“Pek kalmadı, şafak 73.”
“İyi ya, çoğu gitmiş, azı kalmış.”
“Bir de bana sor. Var mı işin?”
“Ya aslına bakarsan dün kız arkadaşımla atıştık, haber alamıyorum hatundan, bakmadığım delik kalmadı. Onu aramaya devam etmeyi düşünüyordum. Neden sordun?”
“Hayırdır?”
“Ya bir arkadaşla eve çıkacaktım, ‘vay efendim neden benimle çıkmıyorsun, sen beni istemiyor musun’ falan dedi.”
“E niye çıkmıyorsun onunla?”
“Ya ben ilişkimiz sağlam bir temele otursun istiyorum. Öyle vıcık vıcık sürekli beraber olursak sıkılabiliriz birbirimizden. Ben biraz daha uzun vadeli bir ilişki olmasını istediğimden harcamayalım diye düşündüm. Beraber olmakla beraber yaşamak apayrı şeyler. Yakın arkadaşla bile eve çıkınca sorun yaşıyor insan, soğuyor birbirinden.”
“Bilirim o duyguyu. Üniversite yıllarında çok sevdiğim iki arkadaşımla eve çıktıktan sonra kanlı bıçaklı olduk. Sen de haklısın ama kız arkadaş farklı olur ya, ne bileyim, arkadaştan farklı olur sanki.”
“O riski göze alamam ya. Çok seviyorum çünkü ve hayatımda bir daha rastlayabileceğim birisi değil. O yüzden biraz da korkuyorum kaybetmekten. Sen nerede okudun?”
“Afyon’da.”
“Ne okudun?”
“Her Türk genci gibi işletme” dedi gülümseyerek.
“Anladım” dedim gülmesine karşılık vererek.
“Yoksa işin gel bir şeyler içelim.”
“Ya aslında fena olmaz” deyip sigaramı çıkardım, o sıra uzattı bir dal, o da soft sevenlerden. “Eyvallah.”
“Afiyet olsun. O zaman gidelim mi Sakarya’ya?”
“Öğrenmişsin buraları.”
“Üniversite yıllarında da gelirdik arada bir kaçıp.”
“E hadi gidelim o zaman. Gerçi erken değil mi içmek için?”
“Biradan bir şey olmaz, her saat içilir” dedikten sonra beraber kalktık banktan.

Selanik’ten aşağı yürüyüp araçları kollayarak geçtik karşıya, Nefes’e doğru yürümeye başladık. Saat daha öğleden sonra olduğu için tenhaydı mekan, birer 50’lik ısmarlayıp muhabbete kaldığımız yerden devam ettik. Onun da kız arkadaşı varmış askere gelmeden önce ama beklemek zor geldiği için terketmiş elemanı. Askerliğe biraz da o yüzden lanet ediyordu. Afyon’dayken müzik grupları falan varmış, popülermiş baya oralarda. Civar illerde konserler bile vermişler. Onca saltanatı bırakıp gelip yedek subay olmak koymuş biraz da.

Muhabbet ve bira iyi geldi, biraz da olsa rahatladım ama aklım Dut’taydı. Ben de biraz Dut, Pelin ve tanışma hikayelerimizden anlattım elemana. 3-4 saatlik koyu bir muhabbetin ardından müsade istedim, o da birliğe gideceğinden zengin kalkışı yaptık. Ne kadar ısrar etsem de hesap ödetmedi, telefon numarası alış verişi de yaptık ayrılırken, bir daha görüşelim diye yalnız ikimizin de birbirini bir daha aramayacağını biliyorduk. Sonrasında da Karanfil’e kadar beraber yürüyüp ayrıldık.

Nereye gideceğimi bilmez bir halde geziniyordum ortalıkta, ne bir fikrim, ne bir umudum kalmıştı bulabileceğime dair. En azından derdimi anlatabilseydim adam akıllı.

Bakabileceğim yerler tükenmeye başlamıştı, hava kararınca Bestekar’a uğrarım diye düşündüm, saat daha 6’yı geçiyordu ve hava ufaktan kararmaya başlamıştı, Bestekar’a düşse bile 9’dan önce düşmezdi. Ben de o vakte kadar oyalanmak, hem de durum değerlendirmesi yapmak için Hacer’i aradım, Mustafa ve Kençal’ı da alıp gelecekti yarım saate. Ben de o sırada büfeden bir kola alıp Yüksel Caddesi metro çıkışındaki mağazanın önündeki banklara çöktüm. Her zamanki buluşma noktamızdı burası.

Her türlü sıvıyı yavaş tüketmem sebebiyle daha kolanın yarısına gelmeden merdivenlerde belirdi bizim üç silahşörler. Üçü de Batıkent’te oturduğundan benden daha sık görüşüyorlardı. Kençal mahalleden, Mustafa ve Hacer liseden arkadaşlardı. Ben de liseyi Mustafa ve Hacer’le birlikte okumuştum ve o zamandan beri uzun soluklu bir dostluğumuz oluşmuştu.

“Oo cemaat, herkes toplanmış yine, kızları da çağırsaydınız.”
“Onların işleri varmış, evi falan temizleyeceklermiş” diye yanıtladı Hacer.
“Bıdık! N’apıyorsun? Epey oldu görüşemedik” dedi Kençal sarılıp.
“Sorma, görüşemedik cidden, saza niye gelmedin? Söze niye gelmedin?”
“Ya çalışıyordum o gün, dün de çalıştım. Anca bugün tatilim var. Gelseydim mahvolurdum.”
“Sen de haklısın tabi.”
“Manita yapmışız?” dedi Kençal her zamanki alaycı tavrıyla.
“Hee. O gün de el öpmeye getirmiştim, görücüye çıkarıyordum ama sen göremedin.”
“Başka zaman görürüz artık. Nerede şimdi?”
“Bilmem.”
“Nasıl bilmem?”
“Bilmiyorum işte yok, kayıp. O gün Rıza’nın arkadaşı da gelmişti rakı içmeye, onunla eve çıkalım muhabbeti yapıyorduk, bu da ‘neden benimle çıkmıyorsun?’ diye bozuldu, gitti. Gidiş o gidiş, yok ortalıkta iki gündür.”
“Eve çıkmak mı? Ohoo neler olmuş, ne olaylar varmış da haberimiz yok.”
“Sen yoksun ortalıkta ne yapalım.”
“Abi nasıl yok ortalıkta?” diye araya girdi Hacer.
“Ya gidebileceği her yere baktım, yok. Eve de gitmemiş.”
“Allah Allah” dedi Mustafa “kalabileceği bir arkadaşı falan?”
“Ya Kuru diye bir arkadaşı var, onda da yokmuş. Birazdan bir gidip yoklarım onu da tekrar.”
“Sen şu hikayelerin hepsini bana bir anlatsana” dedi Kençal “hiç bir şeyden haberim yok.”
“Tamam dur, kola içen var mı?”
“Alalım şuradan, bekle” dedikten sonra Mustafa kola almaya gitti, biz de banka kurulduk.

Gündemimiz yine Dut’tu ve ben onu anlatmaktan hiç sıkılmıyordum. Mustafa hikayeyi başından biliyordu, Kençal ve Hacer’e de anlattım, ilave olarak Kençal’a ev muhabbetini de anlattım bir solukta.

*Arkası yarından sonra*

Ps: Buraya kadar surekli takip eden olduysa bir yorumlari alsam? Devaminda cok daha akici ve suprizli bolumler olacak da onlara gecmeden önce bir kamuoyu yoklamasi yapsak. Üşenmeyin nolur, memnun kaldiysaniz esinizi dostunuzu da cagirin buraya, basimizin ustunde yerleri var.


2 Comments

mirage dedi ki...

Ben artık parça parça okumaktan yıldım. Çünkü sonrasında kuduruyorum meraktan bu sebeple de biriktiriyorum. Bugün 3 ten itibaren peşpeşe patlattım. Eşe dosta da duyurdum gelin diye. Ama artık aksaklık maksaklık anlamam zamanlı yayın falan yapsan ya yufkacığım

yufkayureklikelgobekli dedi ki...

İster parça parça, ister biriktirerek okuyun :D Böylesi daha iyi, her 2 günde bir devam edecek seri ^_^

Blogger tarafından desteklenmektedir.